30 Temmuz 2010 Cuma

Cosas insignificantes (2008)

Birdenbire
Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbiler oldu;
Mavi birdenbire.
Her şey birdenbire oldu;
Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.
Yemiş birdenbire oldu.
Birdenbire,
Birdenbire;
Her şey birdenbire oldu.
Kız birdenbire, oğlan birdenbire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar...
Aşk birdenbire oldu,
Sevinç birdenbire.
Orhan Veli

Cosas Insignificantes ya da Türkçe anlamıyla "Önemsiz Şeyler", Andrea Martinez'in yazıp yönettiği, hayata dair küçük şeyler, insan ilişkileri ve sevgi üstüne Meksika yapımı bir film. 2008 de Sansebastian film festivalinde de gösterilen film üstüne yönetmeni şunları söylemiş:



“It’s true that I’m not interested in sentimental stories, because what I am interested in is the tough, bleak side of reality. However, what I’m really interested in is what hopeful elements there may be in the tough bleak side of things and not in telling an utterly hopeless story”


Özellik üç çocuk oyuncu çok başarılıydı. Baba kız, anne oğul, iki kız kardeş ve iki sevgilinin, hayatını ayıran/bağlayan küçük önemsiz şeyler... Bu konuda uzun uzun yazmak yerine, mutlaka izleyin diyorum. Film bittiğinde yüzümüzü gökyüzüne çevirip, küçük süprizleri düşünerek evreni selamlamalı. Sonra da verdiğimiz kararlarla ve duygularımızla bizim şekillendirdiğimiz, sadece bize ait olan hayatımızı kutlamalı, bir kadeh kırmızı şarapla.



28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hişt, Hişt!


''Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...'' Sait Faik, 'Hişt, Hişt!'
Bedenimin telaşeli, ruhumun dingin olduğu bir akşam. Ne yazacağımı bilmeden, Roland Barthes'in dediği gibi sadece harflerin akışını seyretmek için, sadece kalemin ahenkli hareketini seyretmek için yazmak istiyorum. Belki de seslere kulak kesilip uzun uzun yürümeli.
Hişt, Hişt!

27 Temmuz 2010 Salı

Aşk! Ey, aşk!

 İspanya gezim sırasında aşağıda anlatacağım aşk hikayesini duyduğumda çok etkilenmiştim. Bunda, tüm Endülüs’ü incecik bir buğu gibi kaplayan portakal çiçeği kokusunun yarattığı esriklik kadar, Cordoba’da Sefarad evinde gördüğüm Emeviler dönemi kadın şair, yazar ve politikacılara ait eserlerin de payı olsa gerek.

“Ağacın dibinde düşmüş gazoz kapağını, ayakkabısının ucuyla toprağı savura eşe çıkarmaya çalıştı oğlan. Sonra taş döşenmiş yolda sektirdi bir iki kez, yürüdü gitti. Kadın anlamsızca etrafı seyrettiği, öylece oturup kaldığı sandalyeden izledi oğlanı. Güneş, bahar güneşi falan ama iyi yakıyor diye düşündü. Kalktı. Nereye çıkacağını bilmediği bir ara sokağa doğru yürümeğe başladı.
Yol okyanusa çıktı. Dalgasız ama kıpır kıpırdı okyanus. Gün ışığının yansımaları göz kamaştırıcıydı. Denizin kokusu.. suyun şırıltısının ardında gürleyen bir uğultu. Okyanus ha kabardı, ha kabaracak.
Yürümeğe devam etti kadın, kıyıdan kıyıdan. Önceyle şimdinin, olanla olacağın, kara ile okyanusun kıyısından..
Gürültü belki de önceye aitti.
Adam kadına sarıldı. Boynuna yüzünü gömdü. Sarıldı mı gerçekten? Galiba geçmişte bir zaman, Ibn Zaydun ile buluştukları günlerin içinde bir zamanda, sarılmıştı.
Yanlarından cılız kara bir köpek geçti. Kadın yürümeyi sürdürdü kıyıdan.

Bu kadar tutkuyu kimse kaldıramaz, kıyıdan uzaklaşmamak lazım. Kıyı, kıyım... öleceğimi bilsem gitmem bu şehirden derdi. Hani laf olsun diye değil, gitmez sanırdı gerçekten. Cordoba’dan gitmek ölmek demekti, gitmeden ölürdü daha iyiydi. Ama işte gitti ve yaşadı bir zaman daha. Yalan yok.” 05 Nisan 2007 – Cadiz

Ibn Zaydun (Abu al-Waleed Ahmad Ibn Zaydún al-Makhzumi), 1003 ile 1071 yılları arasında Endülüs’te (Cordoba ve Sevilla) yaşamış, döneminin ünlü Arab şairlerindendir. Ama asıl ünü Endülüs’ü yöneten son Emevi halifesi III.Muhammed’in şair kızı prenses Wallada bint al-Mustakfi ile yaşadığı tutkulu aşktan gelir. Ibn Zaydun aristokrat geçmişi olan Makhzum sülalesindendir. Şiirlerin anlattığına göre Wallada sarışın, beyaz tenli, mavi gözlüdür, iyi eğitimli, zeki ve çekicidir, her erkeğin elde etmek için uğraşacağı bir kadındır. Bugünün Cordoba’sında, aşkları birbirine uzanan iki el figürüyle sabitlenmiş olsa da, yaşarken ayrılan aşıklardandır Wallada ve Ibn Zeydun. Kimine göre halifenin veziri Ibn Abdus’un entrikaları yüzünden, kimine göre Ibn Zaydun geçmişinde Emevi yönetimine muhalefet ettiğinden, kimine göre Ibn Zaydun Sevilla’ya sürgüne gidip araya yollar girdiğinden, kimine göreyse Wallada ölümüne kadar yanından ayrılmayacak olan Ibn Abdus’a aşık olduğundan ayrılırlar.

İnternette dolaşırken, birbirlerine yazdıkları şiirleri buldum-aşklarının bitiş sebebi gibi, bu şiirlerin gerçek sahipleri olup olmadıklarından da emin olamayız elbette- . İspanyolcadan serbest çeviri yaparak ekliyorum.

Wallada : Gözlerimde kıskançlık var, herşeyime
Herşeyine, zamanına ve bulunduğun yere.
Gözbebeklerimdeki asla geçmeyecek
Kıskançlığı fark ettin mi?
Wallada: "Tengo celos de mis ojos, de mí toda,
De ti mismo, de tu tiempo y lugar.
Aún grabado tú en mis pupilas,
Mis celos nunca cesaran..."

Ibn Zaydun : Senin aşkın insanlar arasında beni kutsar.
Kalbim ve düşüncem senin için endişelenir
Yokluğunda kimse beni yatıştıramaz,
Varlığınsa tüm dünyayı var eder.
Ibn Zaydun: "Tu amor me ha hecho celebre entre la gente.
Por ti se preocupan mi corazón y pensamiento,
Cuando tú te ausentas nadie puede consolarme,
Y cuando llegas todo el mundo está presente..."

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Biriktirmek

“ İnsanın dünyasını, yerel, anlaşılır, makul, tutarlı dünyasını kurduğu malzeme, her şeyden daha az bir şey değil. Yani tüm seçimler keyfidir. Bütün bilgi kısmidir –neredeyse hiçbir şeymiş kadar. Muhakeme yeteneği okyanusa atılmış bir ağdır. Çekip çıkarttığı gerçekler sadece bir parçadır, bir anlık bir görüntü, tüm gerçeğin bir parıltısıdır. Bütün insan bilgileri yereldir. Her yaşam, her insan yaşamı yereldir, kendincedir, hemen hemen hiç denecek yansımasının pırıltısı gibidir...” Ursula K. Le Guin, Bağışlamanın Dört Yolu (sayfa 135)
Cumartesi tüm öğleden sonra, akşam ve nerdeyse gecenin üçte biri, kitapları gözden geçirip tozlarını alarak geçti. Bu kadar kitap ve dergi, ara ara elden geçirilip azaltılmasına rağmen, nasıl birikmişti? Yeni kitaplığa yerleştirme bahanesiyle, bir elemeden daha geçirdim, paketlenmiş kitaplar evi terk etmek üzere kapının dibinde bekliyor.

Neden sürekli bir şeyleri biriktiriyorum(z)? Yiyecek, giyecek, ıvır zıvır, para, ev, kitap, toprak, poşet, gazete, bir gün lazım olur belki diye küçük küçük şeyler... Neden ihtiyacımız olan kadarını almayız veya artık ihtiyaç duymadığımızda hemen değil de bir süre bekledikten sonra başkasına veririz? Dar gelen kıyafetler, bir gün zayıflar tekrar giyeriz diye; okunan kitaplar olur da tekrar okursam diye; beş paket makarna, üç paket orkit nasılsa kullanıyorum bulunsun diye; poşetler ve gazeteler illaki lazım olur diye; eski kıyafetler temizlikte kullanılır diye... Ve herşey mantıklı olmasa da kesinlikle mantıklı gelen bir gerekçeyle, biriktiriliyor.

Kitap okumayı sevmek, beraberinde kitabın kendini sevmeyi de mi getiriyor yoksa? O yüzden mi elektronik kitaplarla aramdaki mesafe? Ellemek, koklamak, yazanla kağıt aracılığı ile ortaklık kurmak, okurken satırları çizmek, yanlarına not almak, bu dünyadan gelip geçtiğimi kitaba işaretlemek...Sıradan insanlar olarak, bu dünyaya tutunmak, bu dünyada geriye bir şey bırakmak istiyoruz. Bir duygu, bir anı, kitabın kenarında bir not, bir fotoğraf anı...

Cumartertesi sabaha karşı yatağa giderken, tüm kütüphanemden geriye bırakmak istediğimin liseden beri bana yazılan mektuplar ve kartpostallar; bir de dönüp dönüp okuduğum iki küçük raf kitap olduğunu anladım. Borges elinden çıkartmak istediği kitapları güzelce paketler, bir kafede, kitapçıda, parkta bırakırmış. Artık kitap sevmekten vazgeçmeli, sadece okumayı sevmeyi öğrenmeliyim belki de.


Şöyle sıkıcı, kasvetli, yeni yayınların bulunmadığı, mesai saatiyle çalışan halk kütüphaneleri yerine; içinde küçük kafeleri olan, koltukları rahat, ışığı bol, 24 saat açık, farklı dilleri ve yeni yayınları takip eden kütüphaneler olsa ne güzel olurdu. İşte bu tasarımlar, benzer şeyleri hayal etmiş Çek Cumhuriyeti mimarlarından, Prag kütüphanesi için...

23 Temmuz 2010 Cuma

Yaşama Baktığımız Yer (2)

“Herbirimizin farklı bir rüya gördüğünü hatırlatmakta fayda var.” Kızılderili AtasözüBugün Seattle’da yaşayan arkadaşımdan, haftasonu izlediği Kızılderili Pow Wow gösterilerinin fotoğraflarını da eklediği bir e-posta aldım (bu fotoğraflardan biri solda). Özgür ansiklopedi Wiki’nin söylediğine göre Pow Wow, Algonquin kabilesinde rüya gören veya şaman demekmiş. Bu Pow Wow gösterileri ise kızılderililerin Amerikan orduları ile savaşmadan önce yaptıkları şaman ritüelini sembolize ediyormuş. Fotoğrafı görünce aklıma ilk gelen, çocukluğumda izlediğim kovboy filmleriydi. Silahlı ama yine de zavallı olan beyazları, gördükleri yerde oklarıyla öldürüp kafa derilerini yüzen, çiftlikleri basıp savaş çığlıkları atan ama filmin sonunda beyaz kahramanın tümünü öldürdüğü kızılderililer... Başka insanlar, başka kültürler, başka hayatlar, kısacası bizim dışımızda olan ve bizim birebir iletişim kurmadığımız herkesle/herşeyle ilgili bildiklerimiz, aslında hep başkalarının anlattıkları değil mi? Ülkelerin yazılı tarihleri, iktidarının bize anlattığı kadarla kalınca; halkların yaşamları/kültürleri bize bunları gösteren/anlatan tek bir kişiyle sınırlı kalınca, ortaya uzun upuzun bir önyargılar listesi çıkıyor. İstisnalar kaideyi bozmaz deyip, genelleyiveriyoruz farklı durumu ve kişiyi de. Oysa, bir ülkenin/bir halkın tarihini sadece yenenlerden değil, yenilenlerden de dinlediğimiz zaman, işte ancak o zaman yaşananları biraz daha düzgün algılamaya başlamaz mıyız? Yüzümüzü sadece bir yöne çevirerek, her yeri gördüm diyebilir miyiz? Boşuna mıdır kavga eden iki çocuğa ayrı ayrı ‘Neden kavga ediyorsun arkadaşınla?’ diye sorulması?

Çocukluğumuzdan bu güne biriktirdiğimiz önyargıların, tek taraflı algıların bitip tükeneceği yok gibi. Üstelik hergün, istemesek de, bunlara yenileri ekleniyor. Çünkü etraftan duyduğumuz her cümle bir şekilde zihnimizin kıvrımlarında kendine bir yer buluyor. Bir gün, Ispanyolca dersinde Kristof Kolomb ile ilgili bir çizgi öykü okuyoruz. Bize de öğretildiği gibi, Kristof Kolomb Amerika kıtasının kaşifidir diyor öykü. Üniversitede siyaset bilimi dersi veren bir arkadaşımız, ‘Burda bir düzeltme yapması gerek miyor mu artık tarih yazanların?’ diye sorduğında İspanyol öğretmene, devamında ne geleceğini anlamamıştım. ‘Yani’ dedi,’Siz keşfetti diyorsunuz da, İspanyollar oraya gittiğinde Amerika’nın yerli halkları uzun yıllardır orda yaşamıyor muydu? Ordaki insanlar mıydı keşfedilen?’ Otuz yıldır, anlamını düşünmeden bildiğim klişe! Kalakalmak. Bir halk için istila, diğer halk için zafer ve keşif!

Önyargılar, karşımızdaki ile aramıza koydugumuz çift yüzlü bir ayna gibi. Herkes sadece kendini görüyor.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Kitap : “Amor” Paulo Coelho veya Yazarak Hayatı Paylaşmak

Paylaşmanın hayatın anlamı olduğunu düşünüyorum. Paylaşarak ruhumuzu arındırabileceğimizi, paylaşarak aynı bedenin içinde çoklaşabileceğimizi... Bu yüzden birinin yazarak, hayatında gördüğünü, bildiğini, hayal ettiğini, sevdiğini, korktuğunu paylaşması çok değerli. Yazma yetisi gerçek bir lütuf.

Bu kadar dolana dolana ulaşmaya çalıştığım yer, yazarlarımın yanı. Başladığı günden ölümüne kadar düzenli olarak okuduğum Saramago’nun blogu ve kitapları üstüne, önümüzdeki günlerde bir yazı hazırlamak istiyorum. Hatta yapabilirsem, eşi Pilar del Rio’nun, onun ölümünden sonra 18/07/2010’da El Pais’de yayınlanan “Viaje por Saramago” (Saramago’yla yolculuk) yazısınından bölümlerde çevirmeliyim.

Barcelona’da St Jorge gününde aldığım Paulo Coelho’nun “Amor” /Sevgi kitabı henüz dilimize çevrilmedi. Ama aslında kitapta yazılanları Coelho’nun okurları biliyor, zira yayınlanan kitaplarından yapılmış bir derleme bu. Daha sonra Elif Şafak’ın çıkardığı “Kağıt Helva” ya benzer bir format. Merak ediyorum, son zamanlarda yayınevlerinin yeni buldukları yöntem bu mu? Yani bastıkları iyi satan yazarların kitaplarını kırpıp kırpıp, bu kırpıntıları yeni kitap gibi basmak mı? Bu haliyle kitaplar, daha çok, yazarın altını çizdiği cümlelerin bir derlemesi gibi. Belki biz okurlar da kendimiz için altını çizdiğimiz kitaplardan bir derleme yapabiliriz. Adı da mesela “Hayatımdaki Tek Kitap” olabilir. Böylece öldükten sonra arkamızda bir adet “okuduğumuz kitaplardan cümleler seçkisi” bırakmış oluruz.

“El amor es un riesgo, pero siempre fue así. Hace millares de años que las personas se buscan y se encuentran.” / “ Aşk risklidir, ama hep böyleydi. Milyarlarca yıldır insanlar onu arar ve bulur” P. Coelho
Coelho kitaplarında dille oynamak yerine ruhu harekete geçirmeye çalışan yazarlardan. Onun ustalığı, olabildiğince sade bir dille, çok basit bir öykünün içinde, okuyucuya basit gibi görünen karmaşık soruları sordurabilmekte. Ruhani değil ama ruha dokunan sözler. Bugün bu yazı için “amor”un kapak fotoğrafını ararken Coehlo’nun da blog yazdığını öğrenmiş oldum.

Blog adresi : http://paulocoelhoblog.com/
Web sitesi : http://www.paulocoelho.com/espa/index.html

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Yazdıklarımdan (2) - Bici Bici

Bici bici, Adana’da sokaklarda, özellikle de okul önlerinde satılırdı. Su ve nisaşta kaynatılır, jölemsi kıvama gelince ateşten alınıp, dumanı tüte tüte yuvarlak derin tepsilere dökülür. İştah kapayan, bulanık, grimsi bir görüntüsü vardır bu haliyle.



İşte şimdi, tepside soğumaya bırakılmış bulanık bici bicinin içindeyim. Yalnız ben mi, bütün İstanbul, top yekun tepsinin dibinde durmuş, tepemizdeki bulanık, iç kapayan gökyüzünün renklenmesini bekliyoruz.



Soğuduktan sonra küçük karelere bölünür bibi bici, bekledikçe karelerin arası gevşer, böylece üstüne dökülen şerbetin renkleri tepsinin dibine kadar sızar.

İlk müşteri gelip, küçük avucundaki bozuk parayı uzatıncaya kadar, sineklerin bile konmak için yüzvermediği bulanıklıkta beklemek... Az şey değildir. Nihayet gök gürlemeye başladı. Tenefüs zilini duyunca, sınıflardan bu kadar coşkuyla, koşarak çıktıklarına göre, derste fena sıkılıyor bu çocuklar. Yaşasın, ilk müşteri geldi! Siyah önlüğünde tebeşir tozları, kolalı yakası sola kaymış, cin bakışlı bir oğlan. Yağmur bastırdı. Sağanak. Pembe gül suyu kıpır kıpır karelerin arasını doldurmaya başladı. Mis gibi gül kokusu... “Pudra şekeri çok olsun” derken sesinden belli, ilk lokmayı ağzına atmak için zor dayanıyor. Ders boyunca bunu mu düşündün be çocuk?
Tam ölçüsüyle bici bici tarifinimiz ise e-tarifler sitesinden.
Gerekli Malzemeler1 paket nişasta (12 çorba kaşığı kullanılacak)
1 tatlı kaşığı bici bici boyası(aktardan şerbet boyası diyerek edinebilirsiniz)
1 kg şeker
Şoklanmış Buz
Bir paket pudra Şekeri
(İsteğe bağlı olarak gül suyu, muz, çilek, kiraz, şeftali)
Tarifi:2 çay bardağı toz şeker, 12 kaşık nişastayı, bir miktar su ile muhallebi olana dek karştırarak koyu hale gelmesini sağlıyoruz. Koyulaştırdıktan sonra bir tepsiye ince bir tabaka halinde seriyoruz. Sonra dolapta soğumaya bırakıyoruz. Donduktan sonra bici bicimizin temel malzemesi hazır demektir. Diğer tarafta bir litre suyun içerisine bicibici boyamızı ekleyip kaynamaya bırakıyoruz. Donan nişastalı muhallebimizi küpler halinde kesiyoruz. Bir kasenin yarısını dolduracak biçimde bu muhallebimizi koyuyoruz. Üzerine şoklanmış buzu rendeleyerek kar biçiminde kubbe şeklini alacak şekilde koyup hafifçe elimizle bastırıyoruz.

Buzun üzerini havuz biçiminde açarak ortasına dilediğiniz miktarda pudra şekeri koyuyoruz, yine dilediğiniz miktarda gül suyu koyuyoruz, yukarıda saydığım meyvelerden dilediğiniz dilimleyerek üzerini süsleyebilirsiniz. En son aşama olarak da kaynatıp soğuttuğunuz bici bici boyalı sudan buzun üzerine yavaşça döküyoruz. Çok fazla koymamanızı tavsiye ederim. Buz eridiğinde taşma ihtimali var. http://www.e-tarifler.com/tatli_tarifleri/bici-bici.0.html

20 Temmuz 2010 Salı

Tiyatro : "On Adımda Unutmak (Anti-Prometheus), Studio Oyuncuları


Gök tanrısı Uranüs ve toprak tanrıçası Gaia’nın birleşmesinden doğan yarı tanrı dev ırk Titanlardan biridir Prometheus. Olimposun tepesinde, sadece tanrılara ait olan ateşi insanlara armağan edendir. Bu cesareti tanrılar katında cezasız kalmaz. Zeus Kafkas Dağı’nın tepesine zincirletir Prometheus’u ve hergün kendini yenileyen karaciğerini canlı canlı yemesi için de bir kartal görevlendirir. Prometeus ateşle insanlığa yaratıcılığı, bilimi ve var olan sistemi değiştirme şansını vermiştir. Kurulu düzen dediğimiz şeyin de değişir olduğunu; değiştirmek için uğraşmak gerektiğini göstermiştir.

İşte, 19 Haziran 2010’da Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde izlediğim “On Adımda Unutmak” Prometeus efsanesinin Şahika Tekand yorumlamasıydı. Özellikle oyuncuların performansları; sahnede ışık ve sesle yaratılan dil çok etkileyiciydi. Almanca ve Türkçe olarak sahnelenen oyunda, Almanca kısımların çevirisi sahnenin üst kısmına barkovizyonla yansıtıldı. Ortalarda bir yerde olduğum için barkovizyondan takip edebildim. Ama 1.kademe diye satışa çıkarılan ilk 7 sırada ne kadar rahat takip edilebildi? Emin değilim.

Replikler ışığın ritmine göre ayarlanarak, kimi zaman tam, kimi zaman “ama”, “sanki” “zaman zaman”, “ı-ıı” gibi tekli, kimi zamansa “hayatı önümüzden geçerken seyretmek elbette..”, “ kendimden bekledilerim ve benden beklenenler ve bu iki..”, “görünmez olduğunu sanır insan, görünmez ve ..” gibi kesik kesikti. Elbette sürekli konuşulan iki dilde. O yüzden kesik olan replikleri ve aniden değişen dille altyazıya konsantre olmayı başarmak için hep pür dikkat olmam gerekti. Kanımca, tüm ekip uzun uzun alkışlanacak keyifli bir iş ortaya koymuşlar. Tek perdelik oyun bittiğinde, düşüncelerimle “kalma” halindeydim.

Alışkanlık
Beklenti
Oyun
Yük
Şükür

Ne demekti?

İnsan kendinde var olanı nasıl harekete geçirirdi? Yoksa en konforlu olan hiç hareket etmeden önünden gelip geçen hayatı seyretmek miydi? Peki harekete geçmek için bir neden var mıydı? Nedene ihtiyaç var mıydı?

Sahip olunan herşey aslında bir yük müydü ve biz istediğimiz zaman bu yükü öylece sırtımızdan indiriverebilir miydik? Kendini silip yeniden yazmak mümkün müydü? Mümkün müydü bu kadar baştan sona değişmek?Bu yaşananları doğrulayacak bir nedene ihtiyaç vardı? Var mıydı gerçekten doğrulanmaya ihtiyacı hayatımızın?

Oyunun künyesinden önce yazan/yöneten Şahika Tekand’ın oyunla ilgili söylediklerini alıntılayayım.
“Prometheus’u hatırladığımızda hatırlamamız gereken şey; sonu ne olursa olsun göze alıp inandığımız şey uğruna kendimizi feda edebilme yeteneğimizi yeniden hatırlamak. Fakat bizim unutmaya çalıştığımız, Prometheus’u unutma nedenimiz ve bugünkü tragedyamızın kaynağı bu. Sistemin yaydığı, dünyanın değiştirilemez olduğu safsatasına, fena halde inandık, en azından son 40 yıldır. Ben de bu karakter üzerine, geçmişi unutmaya, vicdanının sesini dinlememeye çalışan insanı anlatan ‘Anti-Prometheus’ üzerine yoğunlaştım. Oyun üç bölümden oluşuyor; kendisine ait olmayan bir yükü taşıyanlar, sonra bu yükten kurtulanlar, sonra da bu yükün sahibi haline gelenler. Bu üçlü planın içinde iki katman var aslında, sahne işçilerinin oyuncuya dönüşmesi bir katman, ama esas olarak da önce çalışan sınıftayken sonra sınıf atlayan sonra da mülk sahibi haline gelen orta sınıf insanının bir çeşit sahne üzerinde gerçek zamanda değişimi. Asıl sürprizi de şu, mülklerinden kurtulmamak üzere çalışan orta sınıf insanı, kendi zorluğunu sistem içinde kendisi yaratıyor. Sistemin insanla, adeta kedinin fareyle oynaması gibi, oynaması seyredeceğimiz şey. Sandalye çok önemli bir simge tabiiki pozisyonu, yer sahibi olmayı bire bir gösteren çok basit bir malzeme. O basit malzemeden de elde edebildiğim kadar zengin bir sonuç elde etmeye çalıştım. Aynı zamanda Prometheus’un bağlandığı kayaya da bir gönderme. Onu tanrılar kayaya zincirlediler, bizim orta sınıf insanımız bile isteye kendilerini sandalyeye bağlıyorlar.” http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1008496&Date=18.07.2010&CategoryID=113

KÜNYE :
10 ADIMDA UNUTMAK (ANTI-PROMETHEUS)
How to Forget In 10 Steps (AntI-Prometheus) Vergessen In 10 SchrItten (AntI-Prometheus)
YÖNETEN: Şahika Tekand
YAZAN: Şahika Tekand
Sahne TASARIMI: Esat Tekand
IŞIK TASARIMI: Şahika Tekand
KOSTÜM TASARIMI: Esat Tekand
YÖNETMEN YARDIMCILARI: Ayse Draz, Verda Habif, Selen Kartay, Nilgun Kurtar
OYUNCULAR: (Alfabetik Sırayla) Stephen Appleton, Cem Bender, Markus Haase, Selen Kartay, Jochen Lengenfelder, Yiğit Özşener, Ahmet Sarıcan, E. Caglar Yigitoğulları
IŞIK VE KOMUT MASASI OYUNCULARI: Verda Habif, Selen Kartay, Nilgun Kurtar
Oyun süresi 70 dakikadır, ara yoktur.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Kitap : "Her Şeyin Sonundayım" Tezer Özlü, Ferid Edgü mektupları

Türk edebiyatında, bir şekilde kendime hısım saydığım, kitaplarını ara ara evirip çevirip baştan okuduğum, ihtiyaç duyduğum zamanlarda duygularıma aklıma derman olan yazarlarım var. Bir elin parmakları kadar. Oğuz Atay, Bilge Karasu, Tezer Özlü, Sait Faik ve Yusuf Atılgan. Elbette çeviri yoluyla sohbet ettiğim hısımlarım da var, Kafka, Marquez, Maalouf, Saramago, Dostoyevski gibi. Ama kendi dilimde okuduklarım yine de bir başka gelir bana. Sanırım sohbetimize üçüncü kişiler dahil olmadığından, daha özel, daha gizlisiz saklısız olduğundan.

Bir iki aydır, bir kitabı başlayıp bitiremiyorum. Biraz havalardan, biraz kitapla ruh hallerimiz uyuşmadığından, biraz sinema ve dergilerin albenisine kapıldığımdan, biraz ... "Her Şeyin Sonundayım"ın yayınlanacağını duşmuş, sabırla beklemiş, çıkar çıkmaz almıştım. Ama alır almaz paylaşınca, "Yaşamın Ucuna Yolculuğun" un hayaletlerin azizliği yüzünden bilmem kaç kez postaya verildiği halde bir türlü basılmış halde Tezer Özlü'nün eline geçememesi gibi, "Her Şeyin Sonundayım" da ancak bana ulaştı.


"Sevgili Ferit, Bu sabah mektubunu bulmak, okumak, bana hem yaşamı hem de sonundaki ölümü daha dayanılır kıldı. Birden yüksek dağlar, henüz boz rengi olan yamaçlar, tepelerdeki beyaz kar, sessiz, küçük İsviçre köyleri anlam kazandı ve buraya geldim geleli ilk kez ayağım yere değdi..." Tezer



Iki dostun, birbirine yazdığı mektupları okumak... Yazdıklarında, sadece senin bilmeni istediği kadar kendini açan bir yazarın, özel hayatının önünde açılması... Okur olarak ne kadar bilmek istesem de, düşünmeden edemiyorum eğer yaşasaydı Tezer Özlü bu mektuplarının yayınlanmasını ister miydi diye. Anlaşılıyor ki, Ferid Edgü de bu konuda çok düşünmüş, kararsız kalmış. Ama nedense, sonunda, hepimize yazarın kendine ait odasına elimize kitabı alıp girme hakkını vermeyi seçmiş.

Önsözden : “Her yazarın kendine ait (Virginia Woolf’un deyişiyle) bir odası olduğuna ve bu özel odaya, eline kitabı alan herkesin girmeye hakkı olmadığına inandığım için. Bugün, Tezer’in tüm yakınlarının izni, hatta isteğiyle, bu mektupları yayımlarken önemle belirtmek istediğim bir nokta var: Tezer, hastalığının düşüşe geçtiği dönemlerde (bazıları klinikte) yazdığı mektuplarda, yaşadıklarını dile getirdiği kadar, saplantılarını, (sözcüğü bağışlayın) sabuklamalarını da dile getiriyor. Okur, bu mektupları bu gerçeği göz önünde tutarak okuyup anlamalıdır.” Ferid Edgü


Tezer Özlü'nün dili, gündelik hayatını anlatırken de, hastalığından ya da ilişkilerinden bahsederken de, kitaplarındakiler kadar özel ve özenilmiş. Bir yandan merakla ama öte yandan gizlice anahtar deliğinden bakar gibi utana sıkıla okuyorum. Aklım, bir insanın özel hayatı öldükten sonra göz önüne serilmemeli diyor.

Hamiş: "Her Şeyin Sonundayım", Sel Yayınları, 2010










16 Temmuz 2010 Cuma

Yazdıklarımdan (1)

Pencereyi açtı, derin bir nefes çekti serin havadan “evrenin pozitif enerjileri, icime dolun” diye mırıldandı. Ve seyre daldı. İki katlı evin çatısında, kiremitler arasında yem arayan bir kuş, karşı yamaçtan aşağıya doğru yürüyüp evlerin arasında kaybolan mavili adam, elma yeşiline boyanmış küçücük çatı balkonundaki saksılar, tek katlı bahçeli kondunun kapısının önünde mor naylon terlikler... gözüne takılmıştı ki... Mektuplar hayatından çıkmadan önce, pek bir önemsediği postacılardan biri çatısında kuş olan evin zilini çaldı, sarı sarman kedi mor terliklere uzandı.Postacıya kapıyı açan olmadı, zaten o da bilmem hangi bankanin kredi kartını getirdiğinden, zile fazla ısrarlı basmadı, mor terliklere doğru seyirtti; sarman kedi o gelmeden mor terliklerden vazgeçip mart çığlıkları atan başka bir sarmana doğru istekle koşmaya başladı. Üç kat aşağıdaki bahçede, dutla erik ağacı şıkırdım gibi mevye vermişti. Canı çekti, bir derin nefes daha alıp kapattı pencereyi.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Sinema : The Misfits (1961)





Bunaltan Istanbul sıcağını hafifletir diye o cafe senin bu pastane benim diye dolanip durduğum bir akşamın sonunda, artık uyku vaktidir deyip eve geldim. Uyumadan önce ne var ne yok dünyada diye televizyonun kanallarını dolaşırken rastladım The Misfits'e. Allahım nasıl bir saf kadın olmak, nasıl bir göz süzmektir Marlyn Monreo'daki. Şu diyaloga takıldım :




Yeni tanıştılar, bir barda oturuyorlar, arkadaşları da var.
Clark : Lise mezunu musun?
Marilyn : Ah, hayır, ilk okulu bile bitiremedim.
Clark : Ne kadar iyi, bunu sevdim.
Marilyn : Neden?
Clark : Okumuş kadınlar, herşeyi bilirler, her konnuda fikirleri vardır ve çok konuşurlar
(Yani tam bu kelimeler değilse de bu anlama geliyordu.)



Bu diyalogda ise kal geldi.
Bir orman evindeler ve kahvaltı yapıyorlar. Dışardan kuş sesleri geliyor.
Marilyn : Zor olsa gerek, yani kuşların hayatları.
Clark: Neden
Marilyn : Dışardalar ve çok küçükler
Clary hayran hayran bakar..


Kesinlikle keyifle izlemelik bir filmdi. Denk gelirseniz kaçırmayın derim.
Efendim, Wikipedia'dan bu filmle ilgili bir alıntıladıklarım da şöyle:
"Marilyn senaryosunu kocası "Arthur Miller" ın yazdığı 1961 yapımı "The Misfits" filminde çocukluk idolü Clark Gable ile birlikte başrolde oynadı. Film boyunca Monroe'nun psikolojik ve fiziksel sorunları, alkol ve reçeteli hap bağımlılığı, iki sefer yorgunluk ve sinir bozukluğu sebebiyle hastaneye yatırılması ve sete sürekli geç gelmesi nedeniyle çekimlerde çok fazla sorun ve gecikmeler yaşanmasına rağmen, Monroe ve diğer oyuncular gösterdikleri performanslarla eleştirmenlerin ve seyircilerin ilgisini çekti. Ancak film yüksek beklentilere rağmen gişede fazla hasılat yapamadı. The Misfits, aynı zamanda Monroe'nun ve Clark Gable'ın tamamladıkları son film olacaktı. Bu filmden sonra Monroe, kocası Arthur Miller'dan boşandı. Boşanmadan sonra depresyon sebebiyle Payne Whitney Psikiyatri Kliniği'ne yatarak bir süre tedavi gördü."










9 Temmuz 2010 Cuma

Yağmur veya ölüm

Dışarda dün akşamdan beri dinmek bilmeyen bir sağanak... Yaz yağmurundan beklemediğim bir hüzün. Yağmurun suçu yok diyeceksin, haklısın. Yağmurun altında katıla katıla ağlasam, yunsam, arınsam, kaybolsam.

"Bu gözyaşları benim mi
Camdaki yağmur taneleri mi yoksa?
...

Bunları ben mi söyledim
Ester mi, o mu söyledi?
Sesi yok kendisi var

Gözleri yok kendisi var
Cemal'siz Cemile'siz
Seniha bir otelde
Ya ölü ya kimsesiz."
Edip Cansever


İnsan ölümü görürse, yaşama bakışı değişir, vara yoğa dertlenmez derlerdi. Duyardım. Peki, yakınında ölümü görünce, hayat neşesini nasıl bulur yeniden? Diyen olmadı. Olduysa da duymamışım.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Alışkanlık


“...’Bırak!’ diyor kulak dibimde bir şeytan, ‘Elinde tutmakta olduğun şey, her neyse, bırak onu.’

Bilinçaltında yer edip, bir süre sonra kendiliğinden oluvermesi için bir şeyin, alışkanlık kazanmak gerekiyor. Çokluk evimin anahtarını ve gözlüğümü nereye koyduğumu hatırlamadığım zamanlarda yaşarım bu duyguyu. Aranıp dururken, hep koyduğum yere de bakayım, oraya bıraksam hatırlardım gerçi.. diyerek gider bakar ve tam da orda bulurum. Hangi an oraya bıraktığımı hatırlamam, bıraktığımı bile hatırlamam. Ürkütücü bir şaşkınlık gelir ardından. Bu kadar bilinçsizce, ezberden yapılmış olması, bu kadar içselleşmesi, ürkütür. Sadece eşyaların konduğu yerler için değil, insanların konumlandığı yerler için de geçerli bu. Birini, hayatında alıp bir yere yerleştirirsin, eş, sevgili, arkadaş, yol arkadaşı, kapı komşu, çaycı, bakkal... diye tanımlarsın. Ondan sonra kolaysa değiştir bu insanların yerini. Alırlar başlarını başka tanımlara giderler ama sen hâlâ inatla eski yerlerinde durduklarını sanırsun. Bu da ürkütücü bir inattır. Neylersin ki, alışkanlıklar olmadan da bir türlü olamazsın, okumaya, yazmaya, yürümeye, yemek yemeğe/yememeğe, sakin olmaya, ... alışmalı... İşte şimdi yaptığında, yazmaya alışma çabasından başka ne ki?

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Deniz Yıldızı

Starfishby Eleanor Lerman
This is what life does. It lets you walk up to
the store to buy breakfast and the paper, on a
stiff knee. It lets you choose the way you have
your eggs, your coffee. Then it sits a fisherman
down beside you at the counter who say, Last night,
the channel was full of starfish. And you wonder,
is this a message, finally, or just another day?

Life lets you take the dog for a walk down to the
pond, where whole generations of biological
processes are boiling beneath the mud. Reeds
speak to you of the natural world: they whisper,
they sing. And herons pass by. Are you old
enough to appreciate the moment? Too old?
There is movement beneath the water, but it
may be nothing. There may be nothing going on.


And then life suggests that you remember the
years you ran around, the years you developed
a shocking lifestyle, advocated careless abandon,
owned a chilly heart. Upon reflection, you are
genuinely surprised to find how quiet you have
become. And then life lets you go home to think
about all this. Which you do, for quite a long time.




Later, you wake up beside your old love, the one
who never had any conditions, the one who waited
you out. This is life’s way of letting you know that
you are lucky. (It won’t give you smart or brave,
so you’ll have to settle for lucky.) Because you
were born at a good time. Because you were able
to listen when people spoke to you. Because you
stopped when you should have and started again.

So life lets you have a sandwich, and pie for your
late night dessert. (Pie for the dog, as well.) And
then life sends you back to bed, to dreamland,
while outside, the starfish drift through the channel,
with smiles on their starry faces as they head
out to deep water, to the far and boundless sea.

6 Temmuz 2010 Salı

"Sex and the City" ve Bağımlılık

Nerdeyse hiç ara vermeden, mümkün olsa işe gitmeden, uyumadan 24 saat izleyebileceğim, "Sex and the City" serisi az önce bitti. Böylece, insanların başından kalkmadan saatlerce "Lost" u nasıl izleyebildiklerini de anlamış oldum. Tabi, bir de dizi izleyerek nasıl sahte duygusal tatmine ulaşılabileceği konusuyle yüzleştim. Ah! I love Mr. Big! Umuyorum, bir hafta süren tiryakiliğim, başka bir dizi için tekrarlamaz. Bundan sonra, sadece keyif için, kahveyle ve içime çekmeden ;)

Aslında, hayat alışkanlığı dediklerimiz de bir çeşit bağımlılık değil mi? Aşk, ev yaşamı, çocuk, tatlı, stres, mızmızlanma, nefret, kavga, makarna ve daha pek çok şeye de bir oranda bağımlı değil miyiz? Bilim adamlarına göre, beynimizdeki uyaranlar, kimyasallar vs sayesinde, her duygunun/durumun bağımlılık yapma ihtimali var. Eh, madem öyle nefret, kızgılık, korku gibi baş etmesi zor duygular yerine; içimde/ruhumda iyi tatlar bırakan duygulara bağımlı olayım. Aşk gibi, tatlı gibi ...

Laf aramızda son günlerdeki tek bağımlılığım Sex and the City değil. Beyaz Fırın'ın vanilyalı eklerleri kahve ile muhteşem!

Duvarların dışına çıkmadan önce, okyanus ötesindeki dostumun yolladığı şiirin bir kısmını yazayım buraya.
Starfish
by Eleanor Lerman

This is what life does. It lets you walk up to
the store to buy breakfast and the paper, on a
stiff knee. It lets you choose the way you have
your eggs, your coffee. Then it sits a fisherman
down beside you at the counter who say, Last night,
the channel was full of starfish. And you wonder,
is this a message, finally, or just another day?
Elbette tamamını yazacağım, ama şimdi ofisten çıkıp uzun uzun yürüme vakti.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Yaşama Baktığımız Yer (1)

 " Herkesin hareketi bulunduğu durağa uygundur : herkes herşeyi, kendi varlık çevresinde görür. Mavi cam güneşi mavi gözterir, kırmızı cam kırmızı. Fakat camlar renklerden arınır da beyaz olursa, beyaz cam bütün öbür camlardan daha doğru söyler, onlara baş kesilir." Mesnevi
Ne doğduğumuz zamanı, ne aileyi, ne de ülkeyi seçebiliyoruz. Ve seçemediğimiz bu şeyler, algımızı, doğrularımızı, korkularımızı, hayatta durduğumuz yeri ve kim olduğumuzu belirliyor. Kimi yerde kültür, kimi yerde töre, kimi zaman toplum kuralları, illa ki aile terbiyesi deniyor. Kimimiz kapıyı açıp bunların bizim için doğal değerler/tanımlar/kurallar olduğunu kabul ediyoruz; kimimiz kapıyı açtığının hatta bir kapının olduğunun bile farkında olmuyor; kimimiz kapıyı açmayız diye inatlaşıyoruz o zaman "evirip çevirip hayatını yerle bir eder o kapıyı açmayı biliriz" diyen bir ses duyuyoruz.
İçine doğduğumuz bu dünyada doğa kuralları hariç (ki burda da bildiklerimizle sınırlıyız), hemen herşey algımız değiştiği an değişmez mi? Algımızsa, bazen fiziksel olarak durduğumuz yeri değiştirince bile değişebiliyor. Mesela, telaş içinde otobüsten inip, vapura yetişmeye çalışırken bir an dursak ve başımızı kaldırıp gökyüzüne baksak; veya birden arkamızı dönsek ve koştururken sırtını gördüğümüz insanların yüzlerine baksak, üstümüze doğru koşturan kalabalığı fark etsek ve o kalabalığın içinde kendimizi, bir şeyin değiştiğini hissetmez miyiz?
Kadın / erkek olmak diye bize öğretilen kuralları düşünüyorum. Erkek bebeğe mavi, kız bebeğe pembe kıyafetle başlayan; erkek adam ve hanım hanımcık kız tanımları ile devam eden; erkeklerin/kadınların yapabileceği ve yapamayacağı şeyleri kapsayan kuralları. Sonra derlenip toplanıp kadına koskocaman bir yük olarak yüklenen, sadece kadının cinselliğine indirgenen "namus" u oluşturan kuralları. Kılıfına uydurup çalmayı çırpmayı, yolsuzluğu, ahlaksızlığı "namus"suzluk saymayan, erkek cinselliğini "namus"a dahil etmeyen kuralları. Sadece fiziksel olarak yer değiştirmenin değiştiremeyeceği, ruhun ve aklın da "insan" olmaya doğru yer evrilmesi ile değişebilecek kuralları.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Yasam





"Tüm yaşam, diye düşünüyorum böylesi sabahlarda, tüm yaşam güneş altında bir oyun" Cesar Pavese

Balkon

Uzun ve yorucu bir günün sonunda şu balkon olmasa ne yapardım ki? İki saksı sardunya, üç saksı karanfil, bir hanımeli ve bir saksı cam güzeli; küçük bir masa ve iki sandalye ancak sığıyor balkona. Ama gökyüzümüz geniş, rüzgarımız bol. Saat onikiyi geçti. Ara sıra yoldan geçen arabaların ve siteler yapılınca nereye gideceğini bilemeyen sokak köpeklerinin sesleri duyuluyor sadece.


Ne vardı ortalıkta maviden başka
Sadece bir martı —o da maviyle beslenen—
Gördün mü demiştim kendi kendime
Mavilik de çocukluk gibi
Unutulmayacak hiç.

Bir zamandır Edip Cansever'in Bezik Oynayan Kadınlar şiirini okuyorum dönüp dönüp. Cansever, Bezik Oynayan Kadınlar'ı Cemal Çullu'ya adamış. Cemal Çullu, damadı Ömer Birol'un yakın arkadaşıymış. Cansever'le tanıştıktan sonra iyi dost olmuşlar. Kitaplık dergisi epey zaman önce, derginin her sayısında promosyon olarak, bir şair veya yazarın hayatını ve eserlerini anlatan, A'dan Z'ye diye bir küçük kitapcık verirdi. İçinde anlatılan şaire/yazara ait fotoğrafların, yakın çevresinden kişilerin anlattıklarının, çok genel hatları ile eserlerine ait yorumların olduğu derli toplu, özet bilgiler olurdu. Sanırım altı yedi kitapçıktan sonra bıraktılar, keşke devam etselerdi.

Uyumadan, kitaplarla balkonda geceyi geçirip, yeni günü karşılamak. Zamanı umursamamanın keyfi. Cesar Pavese'nin sözleriyle söylersem ; "Yalnız sağlıklı insan aklıyla yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması."

2 Temmuz 2010 Cuma

Kral Kelebeği


Kral kelebeği (monarch butterfly - Danaus plexippus), bilinen tek göçmen kelebek türü. Her sonbaharda, Kuzey Amerika'dan, kıtanın güneyine Meksika'ya doğru uzun bir yolculuğa çıkıyorlar. Tek bir kelebeğin ömrü bu yolculuğu tamamlamaya yetmiyor elbette. Sonbaharda kuzeyden yola çıkan kelebeğin üç dört nesil sonraki torunu, ilkbaharda yeniden kuzeye dönüyor. Göç yolunun üstünde bir yerlerde doğmuş bu kelebekler, nasıl oluyor da göç yolunu tamamlayıp, hiç bilmedikleri kuzeydeki evlerine dönebiliyorlar? Ya da, yumurtadan çıktıkları yerde yumurtlamak için, ters akıntıda, küçük şelaleri tersten atlayarak kilometrelerce yüzen göçmen somon türleri, nasıl bulur yollarını? Doğanın içimizde kurduğu saat ve pusulaysa eğer yaptıklarımıza yön veren, içimizin derinliklerinde yapmamız gerekeni söyleyip duran sesi neden duymazdan geliriz?

Ritmini doğaya uydurmak isteyen ruhu duymazdan gelip, bedeni mesai saatleri içinde dört duvar arasına hapsetmek. Yaşamı sonsuz sanıp, yapmak isteneni sonsuzun içinde bir ana erteleme yanılgısı... Ah, hayat! Doğmakla ölmek arasında telaş ve tedirginlikle tükettiğim zaman, ah!

1 Temmuz 2010 Perşembe

Yerleşmek


"Yaşamaya yerleşiyor Seniha
Kendi yaşamına
—Güvercinsiz bir avlu mu? olabilir
Sırları dökülmüş bir ayna?—
"
Edip Cansever


Bir şehre yerleşmeyi, bir yere ait olmayı herkes ister mi? İnsan nasıl yerleşir hayata? Bir yer bulup oturarak, biriyle göz göze gelerek, bir kediyi okşayarak ya da sadece soluk alarak mı? Günlük rutinler, mesailer, evlerin içini dolduran eşyalar, çocuklar, uzun vadeli planlar aslında kök saldığımıza, yerimizin olduğuna ve bu yeri kimseye kaptırmayacağımıza kendimizi ikna etmek için mi? Peki öyleyse ölmek...

Günlük tutarak, sanal alemde kendime bir yer tutmuş oldum. Bakalım, bu yer tutmanın sonu nereye varacak.