31 Ağustos 2010 Salı

edebiyat ve edebiyat dergileri

Masallar, öyküler, şiirler, romanlar olmasaydı, sadece kendi küçük dünyamı bilir, orda kalırdım. Sadece kalsam yine iyi, bir de kendi küçük dünyamı herşeyin merkezi, biricik gerçek sanır, buna inanırdım. Elbette gazeteler, televizyonlar şehrimin dışında, uzak diyarlarda da hayatlar olduğunu söyler gösterirdi bana. Fakat, kim anlatır ki küçük kara balığın hikayesini gazetede? Uykudan önce Adile Naşit’in anlattığı masallarla biraz genişleyen ufkum, illaki gelir devlet televizyonunun ve aklımızı, ahlakımızı koruyan düşüncelerimizi düzene sokan RTÜK’ün duvarlarına dayanırdı. Masallar olmasa çocukluğum, kupkuru, ıpıssız bir yer olurdu. Görünür görünmez her şeyin, herkesin konuştuğu, eğlenceli, ürkütücü, rengarenk masal dünyasından usulca öykülerin/şiirlerin/romanların uçsuz bucaksız dünyasına geçtim. Meğer, Kaf dağının arkasında başı sonu bilinmez bir diyar varmış, bu diyarda ben diyeyim bir milyar sen de on milyar insancık başka başka hallerde yaşar, çeşit çeşit dilde konuşurmuş. Bu diyarda olan bitenin, öncesi sonrası diye bir sırası da yokmuş, herkes gelir başından geçeni uzunkalemlere anlatır, uzunkalemlerde dinlediğini aklında evirir çevirir kağıtlara yazarmış. Uzunkalemlerin bu diyardaki görevi, olanın biteni dört bir köşeye bildirmek, öncesiz sonrasız bu yerde unutulmamasını sağlamakmış.

İşte bu diyarda, öncedesonradabirzamanda yaşayan bana, yaşadığım yerin köşesiz bucaksız dipsiz olduğunu, karşıma çıkan insanların başından türlü haller geçtiğini, öfkelenmeden, git başımdan nerde yaşarsan yaşa demeden, sen kötüsün iyisin varsın yoksun diye dizilere bölmeden, ezcümle karşımdakinin ölçüsünü kendime bakıp ölçmeden, bana anlatacakları öyküleri dinlemeyi bu uzunkalemlerden öğrendim. Bir de uzunkalemlerin soluklandıkları, buluşup, yazdıklarını birbirlerine okuttukları yerler varmış. Bilmem uzunkalemler ne diyor ama, biz bu yerlerin kağıt üstünde olanına Edebiyat Dergisi diyoruz.

Sadece yazarın,şairin, eleştirmenin değil, bence aynı zamanda okurun da soluklandığı yerler edebiyat dergileri. Her ay düzenli olarak aynı dergiyi almasam da içlerinden birini almayı ihmal etmemeye çalışıyorum. Edebiyat dergileri üstüne başka bir yazı yazacağım, daha sonra. O yüzden bu yazı hem giriş olsun gelecek yazıya, hem de bir kapanışı, bir yeni başlangıcı, bir de geç tanışmayı paylaşmış olayım.

Kapanış haberi sevdiğim bir edebiyat dergisinden, Virgül’den. Editör, giriş yazısında kapanışı böyle duyurmuş.

“Okumakta olduğunuz, Virgül’ün son sayısı. Ekim 1997’den beri, 12 yılı aşkın bir süredir aralıksız yayımlanmakta olan dergimiz tahmin edilebilecek ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları yüzünden yayın hayatını sona erdiriyor. – Aslında Virgül için çok uzun zamandır ciddileşmiş sorunlar bunlar; bir yıl önce derginin periyodunu iki aya çıkararak geçici bir çözüm denemiştik... Editörden köşesi de en son bir yıl önce, periyot değişikliğinin duyurusu için kullanılmıştı. Bir de derginin kapandığı söylentilerinin asılsız olduğunu belirtmek için. Bu kez kulağımıza bir şey gelmedi, ama söylentiler doğru: Kapanıyoruz.” http://www.virguldergisi.com/

Yeni başlangıç, üç aylık edebiyat dergisi “Roman Kahramanları” için. Hoş geldiler uzunkalemlerin soluklanma mekanına. Dilerim, uzun soluklu olurlar, yazılmış ve yazılacak roman kişileri üstüne söyleşmeye devam ederler.http://www.romankahramanlari.com/ilet.aspx

Geç tanışma ise iki aylık edebiyat dergisi “Sözcükler” için. 2007 den beri yayınlanıyormuş ancak 27.sayıda karşılaştık. Kesinlikle doyuran bir dergi, eğer şimdiye kadar okumadınızsa mutlaka okumalısınız derim.http://www.sozcuklerdergisi.com/ 

“...
aldırışsızlık da bir çeşit rahatlamaymış
         sonunda.
Şimdi gene bir sürgündesin kendinden,
uyandığın yer uyuduğundan başka.”
Cevat Çapan-Kaldığımız Yerden / 27. sayının ilk şiirininden bir bölüm

27 Ağustos 2010 Cuma

insandan insana

“Zamana zamanla bakmak ne idi ki
Baktım
Tarlayı tarlayla ölçtüm
Meyvayı meyvayla ölçtüm
Denizi denizle ölçtüm
Göğü gökle ölçtüm

Neden gündelik hayat bilgisini nesilden nesile aktarabiliyoruz da, içsel/düşünsel/ruhsal olarak evrilme bilgisini aktaramıyoruz? Fen bilimlerinde, dolayısıyla teknoloji, tıp ve astrofizikte bilgiler üstüste eklenerek devam ederken, toplumbilim / kültürbilim / insanbilimin bir sistem içinde anlamaya kurgulamaya çalıştığı insan davranışları/düşünceleri/duyguları sanki sürekli bir gel-git içinde. Belki fen bilimlerindeki somut sonuçları görmek, algılamak daha kolay olduğundan; belki insanın gel-gitler toplamındaki değişimi bir kaç ömürlük zamanda fark edilemeyecek kadar yavaş olduğundan; belki hepimizin tek başına, başından sonuna gitmemiz gereken bir yolumuz olduğundan...belki de... bilmiyorum.

Oysa, üstümüzdeki kat kat derileri, çeşit çeşit maskeleri çıkardığımızda ne kadar da aynıyız, ne kadar sade, ne kadar eksiğiz. Annemizin karnından çıktığımız ilk günden beri, karnımız acıkınca doymak, üşüyünce ısınmak, yorgunsak uyumak isteriz; saçlarımız okşansın, oyunumuz bozulmasın, ruhumuz ezilmesin isteriz. Bunca aynılığın için de, eksikliğimizdeki aynılıktır bizi ayıran. Bazen farkına bile varmadan ömrün bittiği, bazen farkına varılsa da neyle/nasıl tamamlanacağı bilinemeyen eksikliğimiz.

Çoğumuzun işimizle, politik görüşümüzle, dinimizle, eğitimimizle, dış görünüşümüzle, çocuğumuzla, hobimizle, ülkemizle, ailemizle, sahip olduklarımızla, yani kendimiz sandığımız şeylerle tamamlamaya çalıştığımız eksikliğimiz.

Acaba ruhumuzda bir gedikle doğduğumuz bilgisini aktarsak nesilden nesile, zamanla o gediği görmeyi öğrenir miyiz? Bu bilgi insanı kötücül duygulardan iyicil duygulara doğru evriltir mi? Yoksa düzen böyle kurulmuş, gerisi ütopya, öldürme Habil ve Kabil’den beri var, Adem’i de cennetten attıran Havva’nın açgözlülüğü mü diyorsunuz?

Ben demiyorum.

Zaten insanı insanla ölçtüm ki
Buruk bir tat mı duydum
Ve duydum
Her şey ki bir yorumdu, sonuç değildi
Sonuç ki zaten yoktu”
Edip Cansever

26 Ağustos 2010 Perşembe

Jose Saramago – Otobiyografi (3)

Kendi kaleminden İngilizce özgeçmişini de ekleyerek, şimdilik Saramago yazılarını tamamlamış olayım.


Written over the author's signature and translated into English by Fernando Rodrigues and Tim Crosfield

I was born in a family of landless peasants, in Azinhaga, a small village in the province of Ribatejo, on the right bank of the Almonda River, around a hundred kilometres north-east of Lisbon. My parents were José de Sousa and Maria da Piedade. José de Sousa would have been my own name had not the Registrar, on his own inititiave added the nickname by which my father's family was known in the village: Saramago. I should add that saramago is a wild herbaceous plant, whose leaves in those times served at need as nourishment for the poor. Not until the age of seven, when I had to present an identification document at primary school, was it realised that my full name was José de Sousa Saramago...

This was not, however, the only identity problem to which I was fated at birth. Though I had come into the world on 16 November 1922, my official documents show that I was born two days later, on the 18th. It was thanks to this petty fraud that my family escaped from paying the fine for not having registered my birth at the proper legal time.

Maybe because he had served in World War I, in France as an artillery soldier, and had known other surroundings from those of the village, my father decided in 1924 to leave farm work and move with his family to Lisbon, where he started as a policeman, for which job were required no more "literary qualifications" (a common expression then...) than reading, writing and arithmetic.

A few months after settling in the capital my brother Francisco two years older, died. Though our living conditions had improved a little after moving, we were never going to be well off.

I was already 13 or 14 when we moved, at last, to our own - but very tiny - house: till then we had lived in parts of houses, with other families. During all this time, and until I came of age I spent many, and very often quite long, periods in the village with my mother's parents Jerónimo Meirinho and Josefa Caixinha.

I was a good pupil at primary school: in the second class I was writing with no spelling mistakes and the third and fourth classes were done in a single year. Then I was moved up to the grammar school where I stayed two years, with excellent marks in the first year, not so good in the second, but was well liked by classmates and teachers, even being elected (I was then 12...) treasurer of the Students' Union... Meanwhile my parents reached the conclusion that, in the absence of resources, they could not go on keeping me in the grammar school. The only alternative was to go to a technical school. And so it was: for five years I learned to be a mechanic. But surprisingly the syllabus at that time, though obviously technically oriented, included, besides French, a literature subject. As I had no books at home (my own books, bought by myself, however with money borrowed from a friend, I would only have when I was 19) the Portuguese language textbooks, with their "anthological" character, were what opened to me the doors of literary fruition: even today I can recite poetry learnt in that distant era. After finishing the course, I worked for two years as a mechanic at a car repair shop. By that time I had already started to frequent, in its evening opening hours, a public library in Lisbon. And it was there, with no help or guidance except curiosity and the will to learn, that my taste for reading developed and was refined.

When I got married in 1944, I had already changed jobs. I was now working in the Social Welfare Service as an administrative civil servant. My wife, Ilda Reis, then a typist with the Railway Company, was to become, many years later, one of the most important Portuguese engravers. She died in 1998. In 1947, the year of the birth of my only child, Violante, I published my first book, a novel I myself entitled The Widow, but which for editorial reasons appeared as The Land of Sin. I wrote another novel, The Skylight, still unpublished, and started another one, but did not get past the first few pages: its title was to be Honey and Gall, or maybe Louis, son of Tadeus... The matter was settled when I abandoned the project: it was becoming quite clear to me that I had nothing worthwhile to say. For 19 years, till 1966, when I got to publish Possible Poems, I was absent from the Portuguese literary scene, where few people can have noticed my absence.

For political reasons I became unemployed in 1949, but thanks to the goodwill of a former teacher at the technical school, I managed to find work at the metal company where he was a manager.

At the end of the 1950s I started working at a publishing company, Estúdios Cor, as production manager, so returning, but not as an author, to the world of letters I had left some years before. This new activity allowed me acquaintance and friendship with some of the most important Portuguese writers of the time. In 1955, to improve the family budget, but also because I enjoyed it, I started to spend part of my free time in translation, an activity that would continue till 1981: Colette, Pär Lagerkvist, Jean Cassou, Maupassant, André Bonnard, Tolstoi, Baudelaire, Étienne Balibar, Nikos Poulantzas, Henri Focillon, Jacques Roumain, Hegel, Raymond Bayer were some of the authors I translated. Between May 1967 and November 1968, I had another parallel occupation as a literary critic. Meanwhile, in 1966, I had published Possible Poems, a poetry book that marked my return to literature. After that, in 1970, another book of poems, Probably Joy and shortly after, in 1971 and 1973 respectively, under the titles From this World and the Other and The Traveller's Baggage, two collections of newspaper articles which the critics consider essential to the full understanding of my later work. After my divorce in 1970, I initiated a relationship, which would last till 1986, with the Portuguese writer Isabel da Nóbrega.

After leaving the publisher at the end of 1971, I worked for the following two years at the evening newspaper Diário de Lisboa, as manager of a cultural supplement and as an editor.

Published in 1974 with the title The Opinions the DL Had, those texts represent a very precise "reading" of the last time of the dictatorship, which was to be toppled that April. In April 1975, I became deputy director of the morning paper Diário de Nóticias, a post I filled till that November and from which I was sacked in the aftermath of the changes provoked by the politico-military coup of the 25th November which blocked the revolutionary process. Two books mark this era: The Year of 1993, a long poem published in 1975, which some critics consider a herald of the works that two years later would start to appear with Manual of Painting and Calligraphy, a novel, and, under the title of Notes, the political articles I had published in the newspaper of which I had been a director.

Unemployed again and bearing in mind the political situation we were undergoing, without the faintest possibility of finding a job, I decided to devote myself to literature: it was about time to find out what I was worth as a writer. At the beginning of 1976, I settled for some weeks in Lavre, a country village in Alentejo Province. It was that period of study, observation and note-taking that led, in 1980, to the novel Risen from the Ground, where the way of narrating which characterises my novels was born. Meanwhile, in 1978 I had published a collection of short stories, Quasi Object; in 1979 the play The Night, and after that, a few months before Risen from the Ground, a new play, What shall I do with this Book? With the exception of another play, entitled The Second Life of Francis of Assisi, published in 1987, the 1980s were entirely dedicated to the Novel: Baltazar and Blimunda, 1982, The Year of the Death of Ricardo Reis, 1984, The Stone Raft, 1986, The History of the Siege of Lisbon, 1989. In 1986, I met the Spanish journalist Pilar del Río. We got married in 1988.

In consequence of the Portuguese government censorship of The Gospel According to Jesus Christ (1991), vetoing its presentation for the European Literary Prize under the pretext that the book was offensive to Catholics, my wife and I transferred our residence to the island of Lanzarote in the Canaries. At the beginning of that year I published the play In Nomine Dei, which had been written in Lisbon, from which the libretto for the opera Divara would be taken, with music by the Italian composer Azio Corghi and staged for the first time in Münster, Germany in 1993. This was not the first cooperation with Corghi: his also is the music to the opera Blimunda, from my novel Baltazar and Blimunda, staged in Milan, Italy in 1990. In 1993, I started writing a diary, Cadernos de Lanzarote (Lanzarote Diaries), with five volumes so far. In 1995, I published the novel Blindness and in 1997 All the Names. In 1995, I was awarded the Camões Prize and in 1998 the Nobel Prize for Literature.

From Les Prix Nobel. The Nobel Prizes 1998, Editor Tore Frängsmyr, [Nobel Foundation], Stockholm, 1999
This autobiography/biography was written at the time of the award and later published in the book series Les Prix Nobel/Nobel Lectures. The information is sometimes updated with an addendum submitted by the Laureate. To cite this document, always state the source as shown above.

Jose Saramago (2)

İspanyolca'dan yaptığım serbest çevirilerimle, Jose Saramago'nun ölümünün ardından yayınlanan yazılardan bazılarını paylaşıyorum bugün. Yazıların asıllarına, sonlarında verdiğim linklerden ulaşabilirsiniz. Çeviriler İspanyolca bilgimle yapabileceğimin en iyisi, umarım asıllarına uygun olmuştur.

“Filin Yolculuğu’nu yazan adam, Jose Saramago geçen ay öldüğünde 87 yaşındaydı. Kaygıları, politik duruşu ve tutkuları geçmiş çağa aitti: diktatörlere asla tahammül edemeyen tutucu bir komünist, ortodoksiyi ifşa eden, uluslararası şirketlere saygı duymayan, marjinal bir ülkede köylü doğmuş ve daima kendisini güçsüz/kudretsiz tanımlayan, liberallerin bile solculuk yaptığının sanıldığı zamanımızda bir radikal… Bizim ilerimizdeydi, bizim ilerimizde. Eserleri geleceğe/imize ait. Bundan eminim. Bizler, modern edebiyatın sonsuz tarlasında taşları sabırla kaldıranlar olarak, akreplerle karşılaşmaya hazırlıklıyız. Ama şundan eminiz, en azından bir kez, taşın altından bir fil çıktı.

Saramago insanları anlama konusunda bize nadide bir şey bıraktı- bağlılık ve sevgiye izin veren bir hayalkırıklığı, akılcı bir bağışlama. Bizden çok fazla şey beklemedi. Şimdiye kadar olan tüm romancıların içinde, belki de ruh olarak ve mizah anlayışı ile ilk büyük romancı Cervantes’e en yakın olandı. Hakkı hayal ettiğinizde ve adaleti umduğunuzda sonsuz bir hayal kırıklığına uğrarsınız, insanların iyi olmadığı sonucuna varmak kolay bir kaçış yoludur; ama Saramago, inatçı köylü, bu kolay kaçış yolunu seçmeyecekti.

Şüphesiz o bir köylü değildi, kültürlü ve sofistike bir adamdı, bir editör ve gazeteci, yılların kentlisi, Lizbon’u severdi, ve pek çok romanında kırsal hayat ve sanayileşmiş hayat konusunu işledi. Hayata şehrin dışında bir yerden bakardı, insanların kendi hayatlarını kendi elleri ile kurdukları bir yerden. Anlattığı/önerdiği geri kalmış kırsal bir hayat değildi. Sağduyuyla, sıradan insanın, sıradan dünyadan geriye ne kaldıysa onunla nerede ve nasıl bağ kuracağının anlatıldığı bir hayattı. “ Ursula K Le Guin, yazar, 24 July 2010 http://www.josesaramago.org/detalle.php?id=870&lan=es


“Saramago romanlarında düşüncelerini büyük bir ustalıkla kurgular, kimi zaman alegorileri kullanırdı. Ama fikirleri hiçbir zaman karmaşık insan davranışlarını anlatmasını engellemezdi. Kafka’nın ceza sömürgesinde gezinen bir Borges’ti. Bu yüzden onun kitapları asla son sayfayı okuduğunuzda bitmez, okuyucunun zihninde yarattığı şüphelerle, sordurduğu sorularla sürer gider ve biz bu olağan dışı durumu hissetmenin şaşkınlığı ile kala kalırız.”
Óscar Collazos, yazar ve gazeteci 05/08/2010; http://www.josesaramago.org/detalle.php?id=872&lan=es

** Karikatür balonu : !Ama ben ne yaptım!"


“Eğer nerde olduğunuzun farkında değilseniz, manzaranın harmonisi içinde İspanya nerde biter Portekiz nerde başlar bilemezsiniz. O bölgede yaşayanlar bilirler, yıkandığımız su İspanya’da doğar Portekiz’de devam eder ve Amarante’de Douro Nehri ile birleşir. Benim için tek bir hayat vardı ve asla iki ülke arasında bölünmedi. Bütün çocukluğum ve gençliğim, beni kısıtlamayan dolayısıyla kendi toprağımda gibi hissettiğim bu çevrede geçti. Jose Saramago, Lizbon yakınlarında, insanların işinin topraktan suyu uzaklaştırıp üretken bir araziye dönüştürmek olduğu bataklık bir bölge olan Azinhaga’da doğdu, çocukluğu ve gençliği de orda geçti. İspanya ile karşılaşması, kültürel etkileşimin yarattığı çekim ve ideolojik yakınlığı bence Pilar’a beslediği aşkla baladı. Ama o andan itibaren, bütün geçmiş deneyimleri, kimliği ve farklılıkları tamamen silindi. Artık önceliği, insan hakları, iklim değişikliği veya her zaman iligili olduğu yerli halkların hakları oldu. Brezilya Yüksek Mahkemesinde, Amazon yerlileri komitesinin doğayı ve doğal kaynakları yağmalalama isteğindeki pek çok firmaya karşı kazandığı zaferi dinleyicilere anlatırken ki heyecanını hatırlıyorum. Lanzarote’de, geçen yıl, onunla son kez konuşma fırsatını bulmuştum.” José Antonio Martín Pallín, yüksek mahkeme yargıcı ve Uluslararası Avukatlar Komitesi üyesi, 08/08/2010 http://www.josesaramago.org/detalle.php?id=875&lan=es


“Büyükbabanız, bu dünyadaki varlığının sona erişini bize anlatırken, aslında hoşçakalın diyordu arkadaşlarına, ailesine, doğaya. Çünkü, bence, aydınlanmayı istiyordu ve ölümün gelişine hazırdı. Bu yüzden, hayatını yazdığı sayfaların kaynağı ağaçlara sarıldı. Geçen yaz beni davet ettiği Lanzarote’deki evinin kütüphanesinde öldüğü haberini aldım.

Arkadaşlığından büyük zevk aldığım, mükemmel bir evsahibi, zeki, cömert, nazik bir insan... Onun evinde misafir olmaktan gurur duydum. Pilar, hayat arkadaşı, tamamlayıcısı, sessizce onu izleyen ve karakterindeki her şeyi bilen... Ricardo Reis, şiirsel yalnızlığımıza merhamet eden, anılardan korkmayalım diye yardım eden , “kendi hayatı da zor” olmasına rağmen insanlara uçmayı öğreten insansı melek, eşitsizlik ve acıdan kaynaklı körlüğü reddedip yeni mağaradaki kölelerin özğürlüğü için kavga eden çömlekçi.

Sen, tüm bu isimlerle çağrılabilirsin, ama bu kadarla da bitmez. 2010, daima Jose Saramago’nun öldüğü yıl olarak hatırlanacak. Kitaplarla geride muhteşem bir orman bıraktın, vakarlı ve saygın. Anılarını devam ettirmek için o ağaçlara sarılıyorum. “ José Luis Rodríguez Zapatero , İspanya Başbakanı, 19/6/2010
http://www.elpais.com/articulo/cultura/Memorial/arbol/elpepicul/20100619elpepicul_5/Tes

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Jose Saramago (1)

Jose Saramago, hayalle ideallerin/gerçeklerin/soruların harmanladığı öykülerin anlatıcısı, düşünen yazan ve çok güzel gülen sevgili yazarım.

Blog (El Cuadernos de Saramago) yazmaya başladığında çok sevinmiştim. Bir olay, bir sanatçı, bir anı, aklından geçen bir şey hakkında Haziran 2010’a kadar nerdeyse her gün yazdı. Sayfası okuyucu yorumlarına kapalıydı. Bu konuda gazete köşe yazarlarından aldığı eleştirileri blogunda sakince cevaplamış; karşılıklı yazışmadan da bir düşünceyi tartışabileceğinden emin, yorumsuz bloguna devam etmişti. Not: Blog yazıları daha sonra kitap haline getirildi, Turkuvaz Kitap tarafından “Not Defterimden” adıyla Türkçe olarak da yayınlandı.

87 yıllık bir ömre, yazmaya uzun süreli bir ara verişe rağmen sığdırılan onlarca kitap, gazete ve dergi yazısı. Şanlıyız pek çok kitabı, özellikle son yıllarda nerdeyse Portekizce ve İspanyolca basımlarıyla eş zamanlı olarak, Türkçeye çevrildi. Bu yazıda her yerde bulabileceğiniz hayat hikayesini değil, ölümünden sonra hakkında yazılan yazılardan seçtiklerimi paylaşmak istiyorum. Maalesef her yazının tamamını değil, ancak küçük bir bölümünü İspanyolca’dan çevirebildim, ancak ilgilenenler için kaynak linkleri ekledim.

Yine ilgilenenler için, Silvia Lemus’un Mayıs 2003 yılında, Meksika TV si Kanal 22 de yayınlanan “Tratos y Retratos” programında Jose Saramago ile yaptığı söyleşinin videosuna bu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.elboomeran.com/video/146/jose-saramago/

23 Ağustos 2010 da Jose Saramago Vakfı tarafından bloguna eklenen yazısında, neden sürekli yazdığını anlatıyor.

Bir İnsanlık Hipotezi

İnsanın hikayesi belki de bizi insanlığa ulaştıracak en büyük harekettir. Belki de bu en yüksek ütopyaya, insanın insanlığa saygı duyduğu yere bir gün ulaşacağımız bir insanlık hipotezinden daha fazlası değildir. Körlük üzerine denememde de yazdığım gibi, kendime ve okuyuculara soruyorum, ya yaşadığımız bu hayatı yaşamaya devam edeceksek, ya payımıza düşen daha az zalim, daha az aşağılayıcı ve daha az işkenceli bir yaşam şekli daha yoksa.

“Ya bundan daha az zalim bir yaşam şekli varsa, bilmek için yazdım.” “Lanzarote’nin Sesi”, Lanzorate, 25 Haziran 1996. Not: Lanzarote, Atlantik Okyanusunda, Kanarya Adaları grubunda bir İspanyol adası.

Saramago ile ilgili yazılanları paylaşmaya yarın devam edeceğim.

"benim çakıl taşlarım var irili ufaklı"

Şebnem Ferah'ın 2005 yılında çıkardığı, beşinci albümü "Can Kırıkları". Albüm adını bir öykünün adından almış.  Her şarkı başka bir ruh haline veya gece yarısı uykusuzluklarına iyi gelmiş, yolculuklara eşlik etmiştir. Beş sene boyunca ara ara dönüp dinlediğim, hala da sevdiğim şarkılar. Ne güzel.

Video klip için : http://video.google.com/videoplay?docid=-6509614771756977575#

Çakıl Taşları
benim çakıl taşlarım var irili ufaklı

kaybolduğumda yere yayıp yol yaptığım
çakıl taşlarım var her yerden topladığım
boşluğa düştüğümde oyunlar yaratıp oynadığım

benim bir sözlüğüm var unutulmuş bir dil
oysa ki içinde her seyin anlamı gizli
benim bir gözlüğüm var sol camı kırıldı
taktığım zamanlarda içini gösteren adeta

sen hiç ‘hiç’ oldun mu, birden duruldun mu?
bulanıkmış berrakmış her suyu içtin mi?
altında ağ olmadan yerden yükseldin mi?
tam zevkine varmışken birden yere düştün mü sen?
düştün mü sen?

benim hiç boyanmamış dört duvarım var
çatlaklarından sızıp içinden geçtiğim
benim hiç yıkılmamış duvarlarım var
dikkatle baktığımda ardını gördüğüm adeta

sen hiç ‘hiç’ oldun mu, birden duruldun mu?
bulanıkmış berrakmış her suyu içtin mi?
altında ağ olmadan yerden yükseldin mi?
tam zevkine varmışken birden yere düştün mü sen?
düştün mü sen?

benim bir hikayem var sonunu yazmadığım
benim bir sevgilim var henüz tanışmadığım
benim umudum var benim umudum
benim umudum var benim umudum

sen hiç ‘hiç’ oldun mu, birden duruldun mu?
bulanıkmış berrakmış her suyu içtin mi?
altında ağ olmadan yerden yükseldin mi?
tam zevkine varmışken birden yere düştün mü sen?
düştün mü sen?

24 Ağustos 2010 Salı

Tut kolumdan çek götür beni!

Tut kolumdan çek götür beni! Kim bu beynimdeki kimyasallara talimat veren? Arada bir bana da “bak başka bir ruh haline gidiyoruz, hazır mısın?” diye sorsa ya. Mesela dün akşam ki iş yemeğinde, bir yandan yiyip, bir yandan düşünüp, bir yandan sohbet ediyor ve en önemlisi de durumdan keyif alıyorken... hop hop hop değiş tonton... daha neye takıldı kafam farkına bile varmadan, içimde bir huzursuzluk... Neyse ki yemeğin bitmesi uzun sürmedi de huzursuz ruhumu alıp evime çekildim. Uykudan önce bir bardak ılık süt niyetine, Atuan Mezarları’nda dolaşmak da iyi geldi.

Beynimdeki efendi, bugün için kasvetli bir ruh halini uygun görmüş bana. Sağolsun. Bakalım biraz çikolata, rüzgara karşı nefes egzersizi, akşam da Boğaz’da mehtap keyfi ile “tut kolumdan çek götür beni! Hüp diye içine çek beni!” komutunu veren ben olabileck miyim?

Not: Aslında bugün Saramago’nun ölümünün ardından diğer dünya yazarları ne demiş onları toparlayıp yazacaktım. Bir de eşi Pilar del Rio’nun El Pais’te yayınlanan “Viaje por Saramago” yazısını çevirmeye başlamalı. Duydun mu beynimdeki sevgili efendi, yapacak çok iş var biraz rahat ver olur mu?

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Evet, nasıl?

“Üç barış vardır: Birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır o. İnsan, kainatla ve kainatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini farkettiğinde, kainatın merkezinde Büyük Ruh'un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu farkettiğinde birinci barış sağlanmıştır. Bu gerçek barıştır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat hepsinden önce, anlamalısınız ki 'gerçek barış' dediğim birinci barış, insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış olabilir.” Kızılderili, Siyu Boyu


Nedir bizi bir ülkenin, bir şehrin, bir ailenin parçası yapan? Neyle bağlarız kendimizi, sevdiklerimizle mi, işimizle mi, yoksa sadece hissettiklerimizle mi? Sadece doğum mudur aidiyetimizin şartı? Bu sorular, başka sebeplerden, farklı zamanlarda dolanır kafamda. Tam cevabını bulduğumu düşünüp rahatladığımda, yeniden bulanıklaşmaya başlar. Her zaman alıp başımı gitmeyi, başka bir ülkede bir süreliğine yaşamayı, kendimi ordaki değişkenlere göre devindirmeyi hayal ederim. İçine doğduğum derede değil de başka bir su da yüzmek, bir süre. O suyun akışında/durgunluğunda kendimi tanımak, aidiyetlerimi sınamak... Ne zaman bu hayal kuvvetlense, bu ülkeden ayrılmamak için sıraladığım sebepleri –kimi arkadaşlarıma göre bahanelerimi- daha çok sahipleniyorum.

Darbesi, işkencesi, korkusu, insanların dinine ırkına cinsiyetine düşüncesine göre sürekli ötekileştirilip diğerine düşmanlaştırılması, konuşmaktan öte bu ülke için bir şey yapmaz görünen –yapıyorsa bile külhanbeyi hitapları arasında kaynayıp giden- her görüşten politikacısı, bir yolunu bulup politikacıyla ahbap çavuş ilişkisine giren kurnaz tüccarımsısı, on yılda bir tekrarlanan darbelerle sindirilmekten öte nerdeyse tamamen asimile edilmiş muhalifi, bazen bir günde bile bir kaç kez değişen suni gündemi... hatta çeşmeden akan içilmez suyu, yenilendiğinin haftası dolmadan çöken seçim yatırımı uyduruk asfaltları, kazancın yenilen içilenin çoğunun vergi olarak ödenmesine rağmen layıkınca alınamayan sağlık ve eğitim hizmetleri... ile gelecek için umut etmek, güzel hayaller kurmak ve bugünü güven içinde huzurla yaşamaktansa, “Allah’ım bunların hepsi bir kabus ve ben birazdan uyanacağım di mi?” diye dolanıp durduğum/uz bir ülke. Peki, neden o zaman hala burdayım? Bu kabus duruma bağımlı mı ruhum? Yoksa...

Burda her gün hayalkırıklığına uğrasam da, bırakmak istemeyecek kadar sevdiğim şeyler var. Mesela... Kendi dilimde derdimi anlatmanın keyfi. Her halimi sakınmadan gizlemeden paylaşabileceğim dostlar. İnce belli bardakta yüzümü güneşe dönüp içtiğim taze demlenmiş çay. Türk kahvesinin mis kokusu. Elindeki simiti paylaşan tanımadığım bir yüz. Macahel’de ruhumu yıkayan Maral Şelalesi. İçine doğduğum suyun kokusu, tadı. Ne kadar sürerse sürsün, bir gün bu ülkede de, insanların birbirini doğuştan gelen farklarına göre –renk, din, ırk, cinsiyet, zeka- ötekileştirmeyeceği umudu. Bilmem, belki biraz da başka bir hayata geçişin korkusu.

Sanırım benimkisi, gerçekten bu ülkede öteki olmayan, dile, dine, eğitime, doğum yerine vs bakıldığında çoğunluğa dahil olan, sadece etrafında olup biteni görerek üzülen/ruhu yorulan konformist bir küçük burjuvanın sızlanışı.

O yüzden asıl soru, “Bir ülkede azınlık olarak doğmuş –renk, dil, din, cinsiyet, dünyaya bakış- veya o ülkeye kendi ülkesini bırakıp gelmiş, bir ömür boyu çalışmış, vergi ödemiş insanlara nasıl kendilerini yaşadıkları ülkenin ve şehrin parçası hissettirilir?”

Evet, nasıl?

20 Ağustos 2010 Cuma

zaman zaman zaman

“benim yaşadıklarımı hayal bile edemezsin"
–kamyon arkası yazılarından-



Üç farklı zaman olduğunu düşünüyorum. İlki gündelik hayatımızda ölçü birimi olarak kullandığımız, dünyanın güneşle ilişkisinin bir sonucu olan, doğrusal zaman. Bu zaman bizden bağımsız, sürekli ileriye doğru hareket ediyor. Ya da başka bir deyişle “akıp gidiyor”. İkincisi, insandan insana değişen, uykumuzu, açlığımızı, hücrelerimizin yenilenme ritmini, yaş döngülerimizi belirleyen, küçük geriye dönüşleri olsa da nihayetinde ileriye doğru hareket eden beden saatimiz. Bir yere kadar hızına etki edebilirmişiz gibi geliyor bana/bize. O yüzden de yediğimizi içtiğimizi, kilomuzu, hareket kabiliyetimizi, cildimizdeki kırışıklıkları, uykumuzu ya aklımıza geldikçe, ya aynaya baktıkça gözden geçiriyoruz. Ama istesek de istemesek de, bu zamana da etkimiz sınırlı. Nihayetinde bedenimiz doğduğu andan itibaren sürekli deviniyor ve bu devinme aslında kabul etmesek de ölüme doğru. Zorla gözümüze aklımıza sokulan kozmetiklerin ve diyet reçetelerinin etkisi, beden saatimizden çok kredi kartı ekstremize. Tamam, belki de yüzüme sürdüğüm kremler harikalar yaratacak ve çok az kırışacak. Ama yine de bedenimin durma zamanı geldiğinde, yüzü kırışmamış bir ölü olacağım, o kadar. Ha, tabi Lokman Hekim ölümsüzlük iksirini bulmuştu, haklısın. Ama o da rüzgara kapılıp Seyhan nehrine karıştı çok yıllar önce. Bana göre en önemlisi, üçüncü zaman, yani ruhumuzun zamanı, hissettiğimiz zaman, bizim zamanımız. Bu zaman yönsüz, şimdiki zamandan geçmişte yaşadığımız herhangi bir olaya geçiş yapabilir ve sonra tekrar ana dönüp tekrar geriye gidebiliriz. Beynimizde biriktirdiğimizle - seslerle, kokularla, görüntülerle, renklerle yani dönmeyi düşündüğümüz olayı bize hatırlatacak herhangi bir şeyle çıkabiliriz yola. Sadece ileriye geriye değil, aynı zamanda dikey olarak da hareket eder, kimi yaşadıklarımızı derinde çok derinde yaşarız, kimini yüzeyin üstünde. Kimi olaylar “göz açıp kapayana kadar”, kimi olaylarsa “ömürden ömür" alarak geçtiğine göre bu zamanın hızını da biz ayarlıyor olmalıyız. Eğer ruhumun zamanını nasıl değiştireceğimi bilirsem, doğumla ölüm arasına çok derin çok uzun çok başka bir hayat yerleştirebilir miyim?

Ruhumun zamanını ilk defa Macahel’de farketmiştim. Tarifi zor ama deneyeyim. Karçal Dağlarının insansız bir yerinde, kollarımı iki yana açmış sırt üstü yatıyordum. Ne kadar öyle yattım bilmiyorum. Hareketsiz yatıyor gibi görünen ama aslında devinen bedenim, rüzgarın sesi, dalın kıpırtısı, bulutun rengi, kuşun dala konuşu, toprağın nemi ve etrafta olup biten başka şeyler, bir aradaydık, tek bir anın içinde. Ama aslında o tek bir an donmuştu, tıpkı birini beklediğimde geçmek bilmeyen zaman gibi.

Kendi zamanımı bilerek eğip bükmek, çekip uzatmak mümkün mü?

Bel
ki.
Bi
r
gün.
Öğr
ene
bili
ri
m.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Latin Edebiyatı : Manuel Rivas

Latin edebiyatına duyduğum ilgi Don Kişot’la başladı. Ve bir düre sonra Kolombiyalı yazar Marquez’le, Meksikalı yazar José Vasconcelos Calderón’la, Portekizli yazarlar Jose Saramago ve Fernando Pessoa ile, Arjantinli yazar Julio Cortazar'la, İspanyol şair Federico Garcia Lorca’yla ve Şili’li şair Pablo Neruda ile tanıştım. Masalla gerçek arasında gidip gelen, insanı bol öyküler; yalın, duygu yüklü, kışkırtıcı şiirler... Önceden, Latin edebiyatından bir yazar veya şairi okumak için, birinin beğenip çevirmesini beklemeliydim. Neyse ki artık öyle değil. Artık, yazılanları layıkıyla çevirecek kadar olmasa da, okuduğumu biraz sözlük karıştırarak anlayacak kadar yakınım bu masal diyarına. O zaman yelkenleri rüzgarla şişirip, yavaş yavaş dolaşmalı. Karşıma çıkacak hayalperestlerle tanışmalı ve serbest çevirilerle becerebildiğimce paylaşmalı.

İspanyol dilini öğrenirken ilk yoluma çıkan hayalperest, 1957 Coruna doğumlu Galiçyalı, şair, yazar, edebiyat eleştirmeni Manuel Rivas’tı. Yazı hayatına “El Pais”, “El Ideal Gallego”, “La Voz de Galicia” gazetelerinde makale yazarak başlamış. Türkçeye sadece, “Kelebeklerin Dili” (Doğan Kitap) öykü kitabı çevrilmiş. “Marangoz’un Kalemi”  ve “Kelebeklerin Dili” sinemaya da uyarlanmış. Her iki kitabındaki öyküler de, İspanyol İç Savaşı öncesinde ve/veya savaş sırasında geçiyor. Okuduğum öyküler, olayın etkisini ön plana çıkaran, tasvirlerde görselleştirmeyi kolaylaştıran, okuru “Acaba ben olsam ne yapardım?” diye içine bakmaya zorlayan, yalın bir dille yazılmıştı. 

Benim İspanyolca/Türkçe çevirimle, "Kelebeklerin Dili" öyküsünden bir bölüm :

----
     Ne dersin Pardal? Umarım sonunda bu yıl, kelebeklerin dilini görebileceğiz.
     Öğretmenim bir süredir devletin mikroskop göndermesini bekliyordu.
     Uzun uzun, bu aletin küçük ve görünmez şeyleri nasıl büyüttüğünü anlatırdı, bu sayede okula gelen çocukların gercekleri görebileceğini. Coşkulu kelimeleri, üzerimizde güçlü bir mercek etkisi yaratırdı.
     “Kelebeğin dili saat yayına benzeyen, kıvrık bir hortumdur. Eğer onu çeken bir çicek varsa, konar ve emmek için hortumunu batırır. Parmağınızı ıslatıp şeker kavanozuna batırdıktan sonra dilinizin ucuna dokundurduğunuzda ne hissedersiniz? İşte kelebeğin dili. ”
     Ve böylece hepimiz kelebekleri kıskanır olduk. Dünyayı rengarenk bayramlık kıyafetlerle dolaşıp, şurup fıçılarıyla dolu tavernalara benzeyen çiçeklere konmak... Ne harikaydı.
     Bu öğretmenimi çok seviyordum. Başlarda, annem ve babam buna inanamadı. Bana sorarsanız, öğretme- nimi ne kadar sevdiğimi hiç bir zaman anlayamadılar. Küçücük bir çocukken, insanlara kötü davranılan bir yerdi.
     “Okula gittiğin zaman gününü göreceksin!” Bu cümle, tıpkı bir saman çöpü gibi uçuşurdu havada. İki amcam da, diğer pek çok genç gibi, Fas’taki beş yıl savaşlarına katılmamak için amerikaya göç etmişti. Evet, el-bette ben de okula gitmemek için Amerikaya göç etmeyi hayal ediyordum.
     Aslında, bu eziyetten kurtulmak için kaçan çocukları anlatan hikayeler vardı. Mavimsi soğukta, konuşulmadan geçen iki üç gün, tıpkı Kurdun Yolu (Barranco del Lobo) kaçağınınki gibi.
     Altı yaşıma girmek üzereydim ve bu yaşıma kadar herkes beni Pardal diye çağırmıştı. Benim yaşımdaki diğer çocuklar çalışıyordu. Babamınsa ne toprağı vardı ne de hayvanları. Terziydi. Küçük dükkanında ayak altında dolaşmamdansa gözden uzak olmamı tercih ederdi. Bu yüzden günümün çoğu, çöp ve kuru yaprak toplayan Cordeiro ile Kavaklık’ta iz sürerek geçerdi. Bana takma adımı veren de oydu : “sen bir serçe* (pardal, gorrion) olmalısın”
     Sanırım okula başlamadan önceki o yaz koştuğum kadar hiç koşmamıştım. Deli gibi koşuyordum, bazen Kavaklık’taki limitimi geçip, bir gün tepsinden uçup Buenas Aires’e varacağımı hayal ettiğim Sina’yı görebildiğim kadar uzaklara. Ama asla bu sihirli dağın ötesine geçemedim. “Okula gittiğin zaman gününü göreceksin!” Babamın anlattıkları bir çeşit işkenceydi, ne resim, ne rüzgar ne de rahat diyemeyen, yani R leri söyleyemeyenlerin dilini öğretmen eliyle koparacaktı.
     Sanırım okula başlamadan önceki o yaz koştuğum kadar hiç koşmamıştım. Deli gibi koşuyordum. Bazen Kavaklık’taki limitimi geçip, bir gün tepsinden uçup Buenas Aires’e varacağımı hayal ettiğim Sina’yı görebildiğim kadar uzaklara. Ama asla bu sihirli dağın ötesine geçemedim. “Okula gittiğin zaman gününü göreceksin!” Babamın anlattıkları bir çeşit işkenceydi, ne resim, ne rüzgar ne de rahat diyemeyen, yani R leri söyleyemeyenlerin dilini öğretmen eliyle koparacaktı. “Her sabah kartal kalkar dal sarkar dal sarkar kartal kalkar” tekerlemesini söylecektik. Ve R leri söyleyemeyenler bu yüzden çok dayak yiyecekti.”
[* Çevirenin notu: Burda orjinal metinde “j” leri söyleyememe probleminden bahsediliyor. Ispanyol- ca da “j” genizden söylendigi için, “j”leri söyleyemeyenlerin bademciklerininin koparılmasından bahsediliyor, “r” olunca dili koparttım]
     Eğer istediği gerçekten beni korkutmaksa, bunu başarmıştı. Okula başlayacağım günden önceki gece hiç uyumadım. Yatağımda büzülüp eziyet çeken bir mahkum gibi salondaki duvar saatini dinledim. Gelecek olan gün kasabın önlüğü gibi belliydi. Eğer aileme hasta olduğumu söyleselerdi, bu yalan olmazdı.
     Korku, bir fare gibi bağırsaklarımı kemiriyordu.
     Ve altıma işedim. Hayır yatağımda değil, sınıfta işedim.
     Bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, o ılıklığı ve bacaklarımın arasından akıp giden utanç verici ıslaklığı çok iyi hatırlıyorum. Dışarıya çıkıp Kavaklık’a uçuncaya kadar, kimsenin benim varlığımı fark etmemesini umarak, sinmiş bir şekilde en arka sırada oturuyordum.
     “Evet, bakalım. Sen, ayağa kalk!”
     Kader daima tehlikeyi önceden haber verir. Gözlerimi kaldırdım ve dehşet içinde gördüm ki bu emir benim içindi. Böcek gibi çirkin öğretmen elindeki cetvelle beni gösteriyordu, ufak tefekti ama sanki Abd el Karim’in hayaletiydi.
     “Adın ne senin?”
     “Pardal”
      Bütün çocuklar kahkalarla gülüyordu. Kulaklarıma tenekelerle vuruluyormuş gibi hissettim.
     “Pardal?”
     Hiçbir şey hatırlamıyordum. Adımı bile. O zamana kadar kafamda olan herşey silinmişti. Annemle babam, hafızamanda kalan iki silik figürdü. Acı içinde, Kavaklık’ın ağaçlarını arayan gözlerle geniş pencereye bakıyordum.
     Ve işedikten sonra olanlar.
     Diğer çocuklar fark edince kahkahaları yukselip, birer kamçı gibi yankılandı.
     Koş. Fırla, kanatlanmış gibi, koş. Rüyadaymışım ve arkamdan iskelet kovalıyormuş gibi koştum, koştum. Kendimi, arkamdaki iskeletin öğretmen olduğuna ikna etmiştim. Arkamdan geliyordu. Ensemde, öğretmenin ve çocukların nefesini hissedebiliyordum. Tıpkı, tilki avındaki köpekler gibiydiler. Ama müzik kutusunun (müzikli tepe?) tepesine varıp, arkama baktığımda kimseyi göremedim, terden ve sidikten sırılsıklam, korkumla yanlızdım. Tepe boştu. Peşimden kimse yoktu ama herkesin beni izlediğini hissine kapılmıştım, pencerelerin arkasındaki onlarca kınayan göz ve fısıldaşan ağız haberi aileme yetiştirmekte gecikmeyeceti. Ayaklarım benim yerime karar vermişti, hiç olmadıkları kadar emin bir şekilde Sina’ya yürüyorlardı. Bu defa Coruna’ya kadar yürüyecek ve Buenos Aires’e gidecek olan gemilerden birine saklanarak denizden sınırı geçecektim.
     Sina tepesinden sonra denize ulaşılmıyordu. Tepenin arkasında, sarp kayalıklarıyla ulaşılmaz bir kale gibi duran daha büyük bir dağ vardı. O gün tepeye ulaştığmdaki hayretimi ve hayal kırıklığımı bugün bile hatırlıyorum. Ben tepede, yalnız başıma yıldızların altında bir taşa oturmuşken; vadide beni arayanların kandillerinin ışıkları, uçuşan ateş böcekleri gibiydi. Koşan köpeklerin ulumaları ve adım gecede yankılanıyordu. Etkileyici değildi. Korku sınırını geçmiştim. O yüzden, Corderio’nun kuvvetli gölgesi yanımda belirdiğinde ne ağladım ne de direndim. Beni ceketiyle sarıp, kucağına aldı.   
     “ Sakin ol Pardal, hepsi geçti.”
     O gece, anneme sokulup bir aziz gibi uyudum. Hiç kimse benimle uğraşmadı. Babam, tıpkı büyükannem öldüğünde yaptığı gibi; mutfakta dirseklerini muşamba masa örtüsüne dayayıp, deniz tarağından kültablasın-da izmaritleri biriktirerek, sessizce sigarasını içti.
     Annemin gece boyunca elimi bırakmadığını hissediyordum.
----

Meraklısı için yayınlanmış eserlerinin İspanyolca listesi:

Poems (Şiir)
• Libro de Entroido (1979)
• Balada nas praias do Oeste (1985)
• Mohicania (1987)
• Ningún cisne (1989)
• O pobo da noite (1996)
Novels (Öykü/Roman)
• Todo ben (1985)
• Un millón de vacas (1989), premio da Crítica;
• Os comedores de patacas (1991)
• En salvaxe compaña (1994)
• Qué me queres, amor? (1996)
• Bala perdida (1997)
• O lápis do carpinteiro (1998) The Carpenter's Pencil
• Ela, maldita alma (1999)
• A man dos paíños (2000)
• Galicia, Galicia (2001)
• As chamadas perdidas (2002)
• Contos de Nadal (2004)
• Os libros arden mal (2006): Books Burn Badly (2010)
Essays (Deneme)
• El bonsái atlántico (1994)
• El periodismo es un cuento (1997)
• Toxos e flores (1999)
• Galicia, Galicia (2001)

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Duydu

“Hode’un Kahramanlıkları’nda söylendiği gibi: Günün ağarması dünyayı ve denizi vareder; gölgeden şekli çıkartır; düşü karanlıklar krallığına kovar” Ursula K. Le Guin – Yerdeniz Büyücüsü




Uyandı. Beş aydır böyleydi. Gecenin içinde bir anda birden gözlerini açıyordu. Esnemeden, yatakta bir kaç kez dönmeden, irkilmeden, uyku haliyle bilinç hali arasındaki o bulanık bölgeye hiç uğramadan uyanıyordu. Sanki az önce uykuda değil de, bir toplantının ortasındaydı. İlk bir kaç hafta, ne olduğunu anlamak için etraftaki sesleri, kafasındaki düşünceleri, akşam yediği yemeği, yatmadan önce su içip içmediğini dolayısıyla çişinin olup olmadığını, vücudunda bir yerin ağrıyıp ağrımadığını, odanın ısısını, kafasına bir şeyin takılıp takılmadığını, uykusunu böleceğini düşündüğü şeyleri tek tek gözden geçirdi. Hiç biri değildi. İkinci ay tamamlandığında, vücudundaki benlerin sayısını, uyandığı zamanları –şimdiye kadar asla aynı olmamıştı-, uyandığı andaki vücut sıcaklığını ve kilosunu, perdelerin aynı şekilde kapalı olup olmadığını, cep telefonunda kaç yeni e-mail olduğunu kaydetmeye başladı. Bir sonuca ulaşamadı. Dördüncü ayın sonunda, uyanır uyanmaz vücudundaki benleri saymak yerine çay demlemek için mutfağa gittiğinde, deliksiz uykuların, sabahları çalan saati sürekli erteleyerek yatakta mayışmaların bittiğini ve duruma alıştığını farketti. Uyandı. Beş aydır bu böyleydi. Balkonun kapısını açtı. Yüksek blokların arasından ay batmak üzereydi. Geçti karşısına oturdu. Kendi soluğu, ayın aşağı doğru kayışı, gecenin renk değiştirmesi, kaldırımın kenarında uyuyan köpeğin soluğu, yapraksız ağacın hışırtısı, taşın duruşu, evlerden yükselen uyku kokusu, çok uzaktan belirsiz bir motor sesi, serçenin başını diğer kanadının altına sokuşu, çaydanlıkta kaynayan suyun sesi. Ay battı. İnceden bir kar başladı. Duydu. Uyanmaları sebepsiz değildi.

17 Ağustos 2010 Salı

Bilmek mi bilmezden gelmek mi?

“Herhangi bir insanın vahşetin en amansız boyutlarını gösteren fotoğraflarla karşılaşması, bir tür ifşadır, prototipik açıdan da modelin ifşadır. Benim kendi payıma bu ifşayı yaşadığım an, Temmuz 1945’te Santa Monica’daki bir kitapçıda tesadüfen gördüğüm Bergen-Bersen ve Dachau fotoğraflarıydı. O güne değin – fotoğraflarda ya da gerçek hayatta- görmüş olduğum hiçbir şey, içimi bu denli keskince, derinden ve anında deşmemişti. Gerçekten de, tam olarak ne hakkında olduklarını kavramam yılları alsa bile, hataımı o fotğrafları gördüğümden önceki dönemim (o zaman henüz oniki yaşındaydım) ile sonraki dönemim olarak ikiye ayırdığımı söylersem abartıya kaçmış olmam. Onları görmem neye yaramıştı? Kaldı ki, fotoğraftan başka bir şey değildi onlar –o güne değin hemen hiç haberim olmamış ve etkilemek için de hiçbir şey yapamayacağım bir olayın, hemen hiç tasavvur edemeyeceğim ve dindirmek için de elimden elimden en ufak bir şey gelmeyecek olan bir ıstırabın fotoğrafları. Fakat o fotoğraflara baktığımda içimde bir şey kırılmıştı. Bir sınıra dayanmıştım ve bu salt dehşetin sınırı değildi; tesellisi mümkün olmayan bir kedere düşmüş, yaralanmıştım, ama duygularımın bir kısmının katılaşmaya başladığını da hissetmiyor değildim; içimde bir şey ölürken, bir şey de hala feryat edip duruyordu.” Susan Sontag – Fotoğraf Üstüne


Bilginin kulaktan kulağa aktarıldığı dönemler çoktan geçti, yavaş yavaş basılı medya aracılığı ile aktarıldığı dönemleri de geride bırakıyoruz. Artık dünyanın bir yerinde olan, elektronik medya sayesinde nerdeyse anında tüm dünyaya yayılıyor. Bu ise bireye bir taraftan birleşerek/ değiştirerek/tepki göstererek/yandaş olarak veya karşı durarak olan biteni etkileme gücü verirken; diğer taraftan da tamamını elemeye/algılamaya fırsat bulamadığı bilgi akışı karşısında olan bitene duyarsızlaştırıyor.
Evet atmış beş yıldır dünya savaşı olmuyor. Peki bu sürede, dünyanın bir yerinde iç savaş olmadan, iki ülke savaşmadan bir yıl geçirdik mi? İnsanların savaş alanında çekilen fotoğraf karelerini görüp irkildiği günlerden, savaş fotoğraflarını zapladığımız günlere ne zaman geçtik? Akıl ve ruh sağlığımızı korumak için, içimizde ölmesinden korktuğumuz yaşam ümidimiz için mi başımızı öbür tarafa çeviriyoruz? Rahat bir soluk alıp, hayal etmemize fırsat vermeyen karmaşadan mı yorulduk? Evet, politikacıların, çözülebilecek olayları karmaşıklaştırdığını görmekten, en basit konularda polemiğe girmelerinden, çözümsüz konuları görmezden gelip altında ezilmemizi seyretmek için kenara çekilmelerinden, adına derin devlet/mafya/ ordu/ hükümet dediğimiz egemen güçlerin dünyanın her yerinde hırs ve çıkar içinde ölümlerden/ silahlardan para kazanmalarından, yorulduk. Bir tarafta seçimle de gelse seçmeni tebası sanan politikacılar, öte tarafta teknoloji gelişirken gözardı ettiğimiz ama artık sesini doğal felaketlerle duyuran dengesi kaçmış doğa.. Ve hepsinin karşısında, dünyayı değiştirmeye tek başına gücü yetmeyen, ama bir araya gelmeyi de unutmuş, belki de hiç öğrenmemiş insanlar. Güçün ezdiği ama güç kendisine geçince de ezmeye hazır ezilenler. Ve karmaşanın içinde ne yapacağını bilmeden arafta bekleyenler.

Ah! Ülkemde yıllardır süren “hafif yoğunluklu savaş”ta ölenler. Ah! Ekonomik krizlerin ve sermayenin gücünün altında ezilerek yaşamı asgari de sürdürenler. Ah! Yaşam enerjisini kaybetmenin sınırında çırpınan insancıklar. Ah! Yaşadığı hayatı başkalarının kontrolüne veren biz. Ah! Gördüklerinden yorgun ruhlarımız.

Korkuyorum. Bir gün, kafamı çevirdikçe parça parça kaybettiğim insanlığımın, hepten tükenmesinden korkuyorum.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Yolculuk

“Yerleşiklik, herbir yandan bağlandığımız, hepsi de gergin zincirlerin verdiği bir dinginliktir ancak — yani, bir sıkı kölelik...
Ama, "mutlak kölelik" dışında, her kölelik, köleye devinimde bulunduğu izlenimini verecek kadar gevşek tutar onun zincirlerini — gerginlik, zincirden zincir olarak uzaklaşma çabasıyla belirir;
böylece de kişi, çok devingen olduğu, sürekli etkinlikte bulunduğunu sandığı bir edilgenlik, bir sürüklenme içinde yuvarlanıp — gitmez... “ Oruç Aruoba “Yürümek

Yolculuğun her türlüsü keyiflidir. Yolda olmak, sadece anda olmak gibidir, geçicidir. Bu geçicikliktir belki de keyif veren. Ait olmadığımız bir yerden, yaşayarak ama dahil olmadan geçip gitmek. Görülen, duyulan, yaşanan ne varsa bir yerde toplanır, o sırada anlam aranmaz, farkında olmaktır aslolan. Anlamlandırma, durunca başlar, yol bitince. Ancak yerleşiklikte, farkına varılanlar biriktikleri yerden çıkarlar. Ve yeniden evrilip çevrilir, üstüne düşünülür, ışığa tutulur ve yerleştirilirler.

Çeşit çeşittir yolculuk. İçsel çeşitliliğinin yanında, içseli etkileyen dışsal çeşitliliği de boldur. Arabayla, trenle, otobüsle, uçakla, bisikletle, tekneyle... Günlük, saatlik, haftalık, yılllık... Tek başına veya ... Aynı dili konuştuğun bir şehre veya dilini de insanını da tanımadığın bir ülkeye...

Yolculuklar molasız düşünülemez. Yol kenarında bir dinlenme tesisi, geceyi geçirmek için sapılan yolun sonunda varılan yer, ilk defa gittiğimiz şehirdeki pansiyon, yolcu almak için durulan tren garı veya demirlediğimiz koy, ya da akla gelmeyen yolun süprizi olarak önümüze çıkan yer...

Öğrenciliğim boyunca yaptığım tüm yolculuklar otobüsleydi. Zamanla yatağımdaki kadar deliksiz uyumayı, mola yerlerinde midemi ağrıtmayacak uykumu kaçırmayacak yemekleri bulmayı, yanımdaki koltukta uyuyamadığı için sürekli konuşan teyzeyi ve ağlayan bebekleri duymamayı, midem bulanmadan kitap okumayı öğrendim. Nihayet, beşinci senenin sonunda, otobüs yolculuğunun kendine has ritmini keşfetmiş, yolculuğun keyfine varmaya başlamıştım.

Sonra araya başka yolculuk çeşitleri girdi. Otobüsleri unutmadıysam da, ancak sene de bir veya iki kez otobüsle seyahat eder oldum. Ama bu yaz, kurgulanmış hissi veren süprizi bol otobüs yolculukları yeniden girdi hayatıma. Istanbul-Bolu, her haftasonu. “Sayın yolcularımız, İstanbul’da başlayan yolculuğumuz takribi üç buçuk saat sürerek Bolu’da sona erecektir. Seyahatiniz süresince size hizmet verecek olan,kaptan şoförünüz A.Bey ve ben hostesiniz B. hayırlı yolculuklar diler, yol boyunca ihtiyaç duyduğunuzda koltuk üstü ikaz lambalarınızla dilek ve isteklerinizi bize bildirebileceğinizi hatırlatmak isteriz.” Özlemişim, otobüste manzarayı seyrederken uykuya dalmayı, uyanıp bir kaç sayfa kitap okumayı, üzümlü kakaolu otobüs ikramı kekleri, süprizi bol mola yerlerini.

Galiba bu yolculuklardan bana eklenenleri ve yolun getirdiği süprizleri yazmalıyım. Elbette eklenenler, yolculuk hali bitip durulduktan sonra, ışığa tutulup seçilip yazılacak. Süprizlerse unutmadan hemen.

• Öğleden sonra olmasına rağmen hava bunaltıcı, otobüsün içi ise soluk alınamayacak durumda. Uzun süre güneşte kapalı beklemiş ve kapılar açılıp yolcular hemen içeri alınmış gibi. Havalandırma çalıştı, ama yolcular söylenmeye çoktan başlamıştı. Bolu otobüs terminalinin kapısından çıkarken, muavin elinde kocaman bir dondurma kutusu ile dolaşmaya başladı. Karamelli, kaymaklı serinlik...

• Otobüs bu defa farklı bir mola yerinde durdu. Dışarda gözleme, içerde yemek satışı yapılan sıradan bir yer. Canım çay içmek bile istemiyor, içerde ne var bir dolaşsam mı? Aaa! Sadece çorum leblebisi satışı yapılan bir küçük bölüm var. En sevdiğim acılı leblebiden yok ama olsun tazecik sade Çorum leblebisi var!

• Otobüste uyurum, hem de nerdeyse hiç uyanmadan son ana kadar uyurum. İnmem gereken yere gelmeden iki dakika önce ancak uyandım. Telaşla sırt çantamı aldım ve indim. Ahh! Yerdeniz Büyücüsü arabada kaldı. Eve gelince arıyorum otogarı, otobüs Gerede’ye devam ediyormuş. Peki eğer fark edilirse, size bıraksınlar kitabımı, olur mu? Pazar akşamı Istanbul’a dönmeden, acaba kitabım diyorum, emanet odasına bakalım diyorlar, unutulmuş ve aranmamış eşyalar... Kitabım yok. Ama emanet görevlisi Ümit pes etmiyor, iki telefon konuşmasından sonra, Istanbul’da otobüsten indiğinizde kitabınız sizi bekliyor olacak diyor. Gent şehrinin “çevik atmacası” gerçek adıyla çağrılınca gelmişti işte. Ged benden önce Istanbul’a gelmişti 

Devamı başka bir yazıda, belki.

13 Ağustos 2010 Cuma

Hayatın Hediyesi

 “hayat buysa, üstü kalsın”
–kamyon arkası yazılarından-
Madrid’de yaşayan çizer arkadaşım, RTVE (ispanya radyo ve televizyon) ile yaptığı söyleşinin bir yerinde çizme yeteneği için “regalo de vida / hayatın hediyesi” demişti. Peki hayatın bize verdiği hediye, yetenek, güzellik, fiziksel güç veya zeka gibi farkedilmesi görece kolay bir hediye değilse? Ya kimse, içimizde bir yerlerde keşfedilmeyi bekleyen, kurdelelerle süslü bir kutunun olduğunu söylemediyse? Hayata bir ucundan tutunmak için okullar, sınavlar, iş görüşmeleri, iş toplantıları, mecburi hizmetler, isteyerek/istemeyerek üstümüze yüklenen sorumluluklar, sorunlar, kaygılar, ez cümle hayat rutinimiz arasında geçip giden yıllar. Ve bu dünyaya gelirken elimize tutuşturulan, bilmeden gün gün daha kuytu daha tozlu bir yere ittiğimiz hediyemiz. Acaba, dışardan gelen seslere kulağımızı tıkayıp kendi içimize dönsek, hayallerimizi dillendiren iç sesimiz, hediyemize giden yolu da gösterir mi? Bu sesi kolayca ve gürül gürül duyanlar, duyduğunu anlayanlar şanslı olsa gerek.

Bense kendimi duymak için önce bir durmalıyım. Durup olduğum yere, yaptığım şeye, kendime bakmalıyım. Şikayet ettiğim şeylere, evimin içindekilere, iş yerindeki insanlara, sevdiğim şeylere, yaşadığım şehre... Durmalı ve görerek bakmalıyım. Tek tek ve bir arada. Sonra kapatıp gözlerimi hayalimizdeki yere gitmeliyim, kumsala, dağa, şehre, bahçeye, yola, eve, her nereyse oraya. Hayal ettiğim yerdeki kendime bakmaya, onunla konuşmaya. Yoksa açtığım hediye paketinden çıkan şeyle ne yapacağıma, ne yöne gideceğime gündelik hayatın rutini ve gürültüsü içinde karar vermek zor. Bu sesi kaybedersem, ya serpilen ekmek kırıntılarını kuşlar yemeden yola koyulmalıyım, ya da Yerdeneniz ülkesindeki Ged gibi doğadaki canlıların kadim dildeki gerçek adlarını öğrenip onlarla konuşmalıyım.

12 Ağustos 2010 Perşembe

“beni izleme ben de kayboldum”

“beni izleme ben de kayboldum”
–kamyon arkası yazılarından-

İlk soluğumu, ayva sarısı, nar tanesi günlerin, serin akşamların, uzun uzun susulan, yağmurun içinden geçilen gecelerin birinde almışım. Üstünden, otuz beş sonbahar geçmiş. Otuz beş kez, ağaçların uykusuna şahitlik etmişim. Bir kez daha, geçen yılın hesabını yapmakla, gelecek yıl için hayaller kurup, hedefler koymakla nereye varır ki insan? Ya da bir akşam kendini eve kapatıp, bundan sonra nasıl bir hayatta, nasıl bir insan olarak yaşamak istiyorum diye düşünüp karar verince değişir mi herşey? Babaannemin küçüklüğümde beni severken söylediği gibi, bu günden sonra Narin olsa adım, daha narin mi davranır zaman bana? Şaşkın. Kendini kandırma şaşkın. Masalların, gerçeklerin epey uzağına düştüğünü öğrenemedim mi bunca yıl? Öğrenemedim. Ben masal dinlemeyi sevdim, herkes de masal anlatma hevesindeydi. Kimse de bunlar masal değil demedi. Hatta masal mı dinliyorum acaba soruma “Ne masalı güzelim, istersen herşey olur. Bak saçlarını bu renge boyamayı iste, göreceksin etrafında herkes pervane olacak. Hatta bu arabayı satın almayı istersen, işte o zaman göreceksin hayatının ne biçim değiştiğini” veya “ Elbette sabah erkenden uyanıp işe gideceksin, tatil için para biriktirip, bir yıl çalışarak hakettiğin üç beş günü zevk-ü sefa içinde geçireceksin. Mutluluktan çıldıracaksın tatilde, hatta aşka düşüp yanacak, baştan yaratılıp döneceksin, evine, işine. Esaretine mi döneceksin? Esaret diyen oldu mu şimdi?” ve benzeri sözlerle karşılık verdiler. Çok da fazla itiraz etmeye hevesim yoktu. O da doğru ya...

Bu şehir üstüne üstüne geliyor insanın. Yok canım şehir değil, üstüme üstüme gelen, insanlar. Reklam panolarında inci dişlerini göstererek gülen, otobüslerin içinde yorgun biteviye dolanıp duran, taksilerde bir kolu dışarı sarkarak çile çeken çile çektiren, kah sallana sallana, kah uygun adım yürüyen, boyalı, terli, jöleli, tıraşlı, sakallı kocaman bir keşmekeş. Masal şehri Istanbul’un masal yorgunu insanları.

Madem esaretten kurtulmuş hayatım, o zaman masallardaki gibi bir kutlamayı hakettim. Hadi, yol nereye götürürse oraya gitsin ayaklar. Kaf dağı çıkarsa karşıma aşılsın, peri padişahının oğlu ile karşılaşırsam öpülsün, ejderhalar keserse yolumu keloğlan gelsin diye beklensin. Otobüs gelirse binilip gidilsin. Nereye olduğunun ne önemi var, nasılsa her şey masal.

”Nice istasyonlarda,nice limanlarda,havaalanlarında durakladım.Her gidenle gitmek istedim.Her yolculuğa çıkmak.Hiçbir yere gitmesem de,sürekli yolculuklarda olduğumu algılamakla geç kalmadım.Ama genç yaşlarda,henüz bana,yaşamı yaşanır kılan bu duyguya varmadan önce,gidememek,derin,derin,derin bir acıydı.” Tezer Özlü-Yaşamın Ucuna Yolculuk

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Yazdıklarımdan (3)

“Sen gökyüzünde doğan güneş, ben yollarda çilekeş”
–kamyon arkası yazılarından-

“Seni hiç kimse terk etti mi?”
“Hayır”
“Hiç kimse mi?”
“Hiç kimse”
“Peki hiçbir yerde unutuldun mu?”

O sabah da şaşkınlık içinde uyandı. Uzun zamandır, “içimdeki boğuntu bu gece soluğumu kesecek” diye düşünüp ölmeye yatıyordu. Bu umarsızlığının sebebi beklentisizlik mi, yoksa ölmeye yattığı gecelerin çokluğu mu emin değildi. Tıslayarak güldü. Düpedüz dalga geçiyordu işte. Umursamadıkça hayat inatlaşıyor, hayat inatlaştıkça o sabahları daha bir şaşkın uyanıyordu.

Akvaryumdaki kaplumbağaların tıkırtısı ile kendine geldi. Hazırlanmalı diye düşündü. Bedenini sürükleyerek tuvaleti banyoyu dolaştı, eline ilk geçen kıyafetleri isteksizce giyerken aynadaki görüntüsüne, düşmüş omuzlarına, duruşundaki bezginliğe, kadınsılığı çekilip gitmiş bedenine bakıp daldı bir süre. Kaplumbağalar acıkmış olmalı, taşların tıkırtısı iç odaya kadar geldiğine göre. Bu hal üstüme yavaş yavaş yayıldı diye geçirdi aklından. Gün be gün bu şehrin sokaklarından kokusundan sesinden uzaklaştım. Sokaklardan uzaklaşmak odalara kapanmak, odalara kapanmak şehirden sonra kendimden de sıkılmak oldu. Hoş hiç hayata kök salmadım ya.

10 Ağustos 2010 Salı

Bunalmış bedene, serin bir ruh!


Tüm Türkiye gibi, İstanbul da en sıcak yazlarından birini yaşıyor. Islak kıyafetler, terde birbirine sürtünmekten yavaş yavaş aşınıp incelen bacaklar, rengarenk yelpazeler, Boğaz kıyısında suya atlayan veya kenarda kuruyan göbekli göbeksiz kıllı parlak kavruk bakır tenli genç çocuk delikanlı yaşlı erkekler, çantadan eksik edilmeyen yedek tişörtler, soğuk su ister misin abla soruları, kliması olan mağazalara girip iki dakika serinleyenler, balık istifi dolmuşlarda sırtını başkasının sırtına dayayıp yüzünü camdan gelen serinliğe çevirenler... Terle karışık bir sisin içinde devinip duran İstanbul.

Kafe ve restoranlarsa, kapalı klimalı yerde değil de sıcağa rağmen bahçede yemek yemek isteyen müşterileri bir nebze serinletebilmek için, masaların aralarına vantilatör yerleştirmek veya mekanik açılır kapanır tentelerin arasından pısss pısss diye sular püskürtmek – evet, evet tam da Migrosların sebze reyonlarında yeşillikleri ıslattıkları sistem- gibi yollar deniyorlar. Benim hayalimse binbir gece masallarındaki gibi, beyaz tunikler giymiş bakır tenli garsonların, duraksız salladığı büyük yelpazelerle serinletilen bir bahçede yemek yemek. Bakalım, sıcaklar geçmeden bunu yapan bir girişimciye denk gelecek miyim?

Bu havalarda akıl sağlığını korumak için en gerekli şey, kanımca serin bir ruh! Nasıl mı olur ruhun serini? Gezenti olur, sıcak soğuk yağmur sis gibi doğa olaylarına fazlaca takılmaz. Tek başına dolaşmayı sevmem, tiyatroya konsere sinemaya gitmek için illa ki yanıma birini isterim demez. Bulunduğu yerde ve anda olmayı bilir, içtiğinin yediğinin tadını alır, teleşaye getirmez. Kafasını kaldırıp gökyüzüne bakınca bulutları veya ayı göreceğini bilir, bilmekle kalmaz kafasını kaldırıp bakar. Serin ruh, siz de başka haller çağrıştırıyor olabilir. Mesela?

5 Ağustos 2010 Perşembe

Yaşama Baktığımız Yer (3)

İnsan haftanın beş gününü sabahtan akşama kadar ofiste, bir bilgisayarin karşısında geçirince, dışarda devinen hayattan uzaklaşıyor. Çalan telefonlar, yazılması gereken e-postalar, hazırlanacak raporlar hayatın kendisi haline geliyor. Biz de tüm bu yapılması gereken işlerin efendiliğine boyun eğmiş, mekanik kölelere dönüşüyoruz.

Benim kölelik yaptığım yerin, neyse ki, uzaktan Haydarpaşa garını ve denizi gören, geniş ve açılabilir camları var. Böylece, günde bir kez bile olsa, yüzümü rüzgara verip on dakika meditasyon yapabiliyorum. Veya ince belli cam bardaktaki çayımı, martıları, bulutları ve sakin sakin kıpırdanan sokağı seyrederek içebiliyorum. Ama yine de, ruhum nasıl bunalıyorsa bu kıstırılmışlıktan, sürekli alıp başını gitme hayalleri kuruyor. Biliyorum, sanki çok uzun bir ömür yaşayacakmışım gibi, hayatımı ertelediğimi. Ömrümün yirmi yılını büyümek ve okumakla; diğer yirmi yılını bilgisyarın karşısında ofis hapsinde geçirdikten sonra geriye ne kalacak acaba benden? O zaman hayata yeniden başlamak diye bir şey var mı? Yani bu hayat dilim dilim de ben seke seke dilimden dilime mi atlayacağım?

Sistemin içinde, ofisin rutininde hayatı ıskaladığınızı düşünür müsünüz sizde? Bezginlikten veya yorgunluktan etrafımdaki mucizeleri görememekten; algımın daralmasından, hayatın sunduğu hediyelerin yanından geçip gitmekten korkuyorum. Evet evet, camı açıp hayata bakmalı, şimdi.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Buraya neden yazıyorum?

Buraya neden yazıyorum? Günlüğümün yerine geçsin diye mi? Yoksa okuduklarım, izlediklerim ve biraz da düşündüklerim hakkında arşiv oluşturmak için mi? Her gün yazma alışkanlığı kazanmak için mi? Ofiste sıkıldığım zamanlarda öylesine söyleşmek için mi? Bilmiyorum. Aslında bir aydır yazdıklarıma bakarsak, tam olarak hiçbiri. Ama yaklaşık olarak arşivcilik.

İstediğimin bu olduğundan emin değilim. Bir yerden başlamalıyım, başlamalı ve devam etmeli. Ama nerden ve nasıl?
...

Bazen hayal kurmayı unuttuğumu hissedip panik oluyorum. Hayal kurmamak, ne kadar memnun olsam da bu hayatı, sürekli tekrarlarlayarak yaşamak gibi geliyor. Hani sinemada pek sevilen, zamana hapsolma filmlerindeki gibi.

Cep telefonunun saat alarmı.
Hayır daha uykum var. Biraz daha...
Israr, ısrar... Ah!
Gel bakalım yatağa, on dakika daha uyuduktan sonra uyandırırsın.
Alarm. Alarm. Ruhumun güne alarmla başlaması tüm gün titreştiriyor onu. Yani sanki, öyle. Gibi.
On dakikaya sıkıştırılmış bir duş. Balkondaki çiçeklere su, bir bardakta bana. Anahtarlar. Yine geç kaldım, trafikte herkes önümü kapatıyor sanıp huysuzlanacağım. Tamam, sakinleş. Sakinleş.

Hayır bu yataktan kalkamayışları sürekli yaşayamam. Hayal etmeliyim, uyandığım zaman güne başlanacak bir hayat olmalı. Sabah uyanacağım diye değil, uykum geldiği için uyuduğum bir hayat. Ve duvarlarla sınırlanmayan. Belki o zaman da ofiste geçen günlerimi özler, geri dönmeyi hayal ederim. Olsun. Önemli olan hayal etmekten vazgeçmemek.

3 Ağustos 2010 Salı

Anahtarlarımız

“Siz ne iyisiniz, ben sizi bir şeylere benzetiyorum
Bilmem bir testi, bir bakır sahan kolay mı sizinle
Çok rahat bir gökyüzü mü var sizinle
Güneş bir pazartesi olarak mı duruyor burnunuzda
Yoksa bükülmüş bir nehir gibi mi küpelerinizde
Siz küçük adıyla mı çağırırsınızz sessizliği
Öyle mi, ya kim uyandırır sizde
Bu sevişme dalgalarını, aşk seslerini
Bak'ları, duy'ları, okşa'ları, evet'leri
Hele bu elleri, ayakları bu
Gözleri gözleri.”
Edip Cansever (Yerçekimli Karanfil)

Ursula K. Le Guin’in “Bağışlanmanın Dört Yolu” kitabının içindeki öykülerden birinde anahtardan bahsediyordu. Kitap yanımda olmadığı için tam cümleleri yazamayacağım –belki yarınki yazıya eklerim-

Anahtar kelimesi hem gerçek hem de mecazi anlamı ile dolaşıyor zihnimde. Tek başına işe yaramayan ama kilitle birlikte beni dışardan ayıran evimin anahtarı; alarm sistemleri, çelik kapılar ve güvenlik kameralarının olmadığı, şimdiden bakınca masalımsı gelen ama aslında yarım ömür öncesine ait dökme demirden basit kapı anahtarları; otel odalarının şifreli tek müşterilik kart anahtarları; yurt dolabının ve lab dolabının hep bir arada duran küçük anahtarları...Sırları açık eden anahtarlar, zihnimdeki anı kutucuklarının anahtarları, kimini bildiğim kimini farketmediğim ruhumun anahtarları...

Belki de hayatta yol alırken yaptığım, bir yandan yeni kutulara bir şeyleri saklamak, öte yandan eski kutuların anahtarlarını bulup kutuları açmak. Belki de bir gün ulaşmayı hayal ettiğim dinginliğe ve genişlemiş ruha, tüm anahtarları bulup kutuları açtığımda ulaşacağım.