30 Eylül 2010 Perşembe

Ölüm, öldüm, ölüyor, ÖLÜM

Ölüm, çek şu ışığı gözlerimden! Sana değil yaşama olmalı adanmışlığı bu uykusuz gecenin. Çek ışığı gözlerimden ki apacık göreyim seni. Süslü sözleri hayatın : ÖLÜM hayatı anlamlandırır, ÖLÜM doğal sonucudur hayatın, ÖLÜM varsa ancak o zaman doğum var olur. Zırvaları çok bilmiş hayat ahmaklarının. Çek şu ışığı gözümden! Gerçek yüzünü göster bana. Ölüm, ölüm, ölümüm, sevecen bir aşık gibi sokulma koynuma! Kokun akışını değitiriyor vücüdumdaki tüm sıvıların. Şükürler olsun dingin boşluğuna HİÇLİĞİN ve rüzgarla gelen suyuna göğün. Ölüm, çek şu ışığı gözümden! Çekil etrafımdan, çek dişlerini etinden sevdiğimin. Gidip başkasına anlatın sonsuz hayat yalanlarınızı, ben kimsenin cenazesine gitmeyeceğim. Gömmeyeceğim kimseyi kendimden önce. Neymiş aranıp durduğum amacı bu hayaTIN? Çek şu ışığı gözümden, çek! Hayatın da, amacının da hiçlik olduğunu gördüm zaman öncesi bir zamanda. Etini iştahla koparırken cümle börtü böcek, ben burda oturup dua okumayacağım, yedisi KIRKI ellisi diye günleri sayarak. Hayatmış! Ayna tuttum aynanın karşısına, çoğaltmak için kendimi, gelin yiyebiliyorsanız aynadaki beni de yiyin. Ölüm, çek şu ışığı gözlerimden, kusacağım! Hayatı  KUSACAĞIM, yaşandı sanılan anları, kahkahakarı, küfürleri, kızgınlıkları, bünyemdeki tüm ‘ka’ları kusacağım. Neydi alıp veremediğin benden? Hepsini kusacağım. Tuz döküp can çekişerek öldürdüğüm sümüklüböceklerin AHı tuttu, üstüme su döküyorlar CAN çekişerek ölüyorum. Ağlak kadınlar, yağmur yağınca susarlarmış. Bulutun ağlaklığı karşısında zavallı... Sümüklü böcekler intikam alabilsin diye, gömülünce ağlak bulutlarını sal üstüme. Çek şu ışığı gözümden! Damarlarımı kesip, en kalınından incesine, birer birer, kanımı saksıdaki sardunyayla hanımeline pay edeceğim. Kan kırmızı hanımeli, baharda kan kokulu çiçekler açacak, sana inat. Çek şu ışığını gözümden! Yüzünde BEN, beninde ölüm, ölümü güneşten.  Çek şu ışığı gözümden ölüm, balkondan aşağı DÜŞerken uçtuğumu göreceğim. Ve konduğumu, çam kokusunun sindiği bir dağ sabahında, bir ahşap evin çinko çatısına... Bana HAYAT döngüsünden, cennetten, cehennemden söz etme, var mı ölümsüzlük otun ya da ailecek çıkılan bir öte dünya yataklı vagon biletin onu söyle? ÖLÜM, ölüm, ölüm, çek şu ışığı gözümden, AĞLAYAMIYORUM düşerken.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Macbeth, William Shakespeare (Oyun Atölyesi)

“Fair is foul, and foul is fair.” (Witches)

“Erdemliyle kokuşmuş, birbirine karışmış
Gözgözü görmez iken, siste pusta buluşmuş” (Cadılar)

Sevgili Okuyucular,
Blogum bugün itibariyle www.rengarenkvesiyah.com adresine taşınmıştır. Yazılarımı yeni adresten yayınlamaya devam edeceğim.
Yeni yerimizde görüşmek üzere




Tiyatro sezonu 1 Ekim’de açılıyor. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın ve özel tiyatroların bu sezona yeni oyunlarla başlayacağını umuyorum. Anadolu yakasında yaşayan ve İstanbul trafiğinde ruh sağlığını pek koruyamayan biri olarak, tiyatroya gideceksem işten çıkınca on beş dakikada ulaşacağım bir tiyatro olsun istiyorum. Ya da haftasonu için Taksim’de bir tiyatro. Şehir tiyatrolarının Kerem Yılmazer, Müsahipzade Celal, Ümraniye, Haldun Taner sahneleri de, Oyun Atölyesi’nin sahnesi de; ses/ışık/ısıtma/soğutma sistemleri, sahne genişliği, izleyici kapasitesi ve dış mekan açısından gayet konforlu.

Bu tiyatro sezonuna, Oyun Atölyesi’nde, Macbeth’in prömiyer öncesi, seyircili son provasını izleyerek başlıyorum. İki perdelik bir oyun Macbeth, ilk perde bittiğinde keşke izlemeden önce oyunu okumuş olsaydım diye düşündüm. Çünkü, sözün az hareketin çok olduğu bir oyun.

“Look like the innocent flower,
But be the serpent under it.” (Lady Macbeth)

Shakespeare Macbeth’i 1600 lerin başında yazmış. Macbeth, İngiltere, İskoçya ve İrlanda kralları, beyleri, kadınları ve savaşçıları üstüne, ama en temelde iktidar olma hırsı üstüne bir oyun. İskoç kralı Duncan’ın, akrabası ve generallerinden biri olan Lord Macbeth ve eşi Leydi Macbeth tarafından evlerinde öldürülüşü ile başlayan, bir dizi iktidar cinayeti... İnsanın içindeki hırsı ve kötülüğü oyunda üç cadı ve Leydi Macbeth temsil ediyor. İyi düşünceler, soylu davranışlar ve sadakat , yazık ki sadece erkeklerce temsil ediliyor. Oyundaki tek kadın Leydi Macbeth, -erkek söylemiyle ifade edersem- tam bir Havva’nın soyu. Erkeği iktidar için, güç için kışkırtan, hedefe ulaştıracaksa öldürmeyi sadece ayrıntıdan sayan bir kadın.

“Kral olmak bir şey değil, aslolan güvende olmak” (Machbeth)


Sahne tasarımında yine sadelik tercih edilmiş. En az dekorla mekanları tanımlama, özellikle hareketin ve müziğin yoğun olduğu oyunlarda seyirci olarak beni rahatlatıyor, oyuna yoğunlaşmamı kolaylaştırıyor. Oyunda, nerdeyse beşer dakikalık aralarla sahneden hızla uzaklaşmalar/hızla sahneye dönüşler var. Bu kadar çok giriş çıkış yerine, bilmiyorum dekorla başka bir çözüm bulunabilir miydi? Geçen sezon izlediğim “7 Şekspir Müzikali”ni çok beğenmiş olmamdan,ya da her iki oyununda aynı tiyatronun iki ayrı Shakespeare uyarlaması olmasından, bilmiyorum;ama Macbeth’i izlerken sürekli 7 Şekspir Müzikali’ni hatırladım. Şarkılar, cadıların beklediği ve siyah tülle ayrılan mekan içinde mekan, aralara biraz zoraki sokuşturulmuş hareket çekmeler... Bir kez karşılaştırma yapmaya başlayınca da, Macbeth diğer oyunun daha kuru bir tekrarı gibi geldi bana. Ya da işin gerçeği “What's done is done. (Lady Macbeth)” dı da, benim içimdeki cadılar aklımı çelmeye çalışmıştı.

“Neydim, n’oldum, n’olcam!” (Cadılar)

“Double, double toil and trouble;
Fire burn and cauldron bubble.”(Witches)

Sahnede, oyunun çoğunun geçtiği, yuvarlak platformla, cadıların çaldıkları def/bendir benzeri aletin şekilsel benzerliği; kırmızı, yeşil ve mavimsibeyaz ışıkla sahne içi geçişler; cadıların şaman afrika yerlisi kızılderili karışımı kostümleri, keyifli detaylardandı. Oyuncular içinde gerçekten orda ve o kişiliğe bürünmüş etkisini seyirciye ulaştıranlarsa, sadece cadılar ve Leydi Macbeth’di. Onun dışında kalan oyuncular, biraz kararsız gibiydiler, ya da izleyici olarak ben biraz önyargılıydım. Çünkü içlerinde televizyon dizilerinde izlediklerim vardı, ve onlar oynarken zaman zaman “Dizideki karakterleri su yüzüne mi çıktı ne?” diye düşünmeden edemedim. Bu düşüncem oyunculara haksızlık, biliyorum. Onlar ne kadar dizide oynadıkları rolden sıyrılıyorlarsa; izlerken ben de aynı şekilde, onları hafızamdaki yerlerinden sıyırmalıydım. Oyunu izlemeden benim yapamadığım şeyi yapabilirseniz, daha keyifle ve konsantrasyonunuzu kaybetmeden izleyebilirsiniz diye düşünüyorum.

“Stars, hide your fires!
Let not light see my black and deep desires.”(Macbeth)

Detayları bir kenara bırakacak olursam, oyunda bana göre en önemli sorun, orjinal oyun ile günümüz arasındaki bağlantının zayıflığıydı. Diyeceksiniz ki, “Şart mıdır 1600’lerde yazılmış bir oyunun güncellenmesi?” kesinlikle şart değildir. Ancak izlediğim orjinal oyunun bir tekrar sahnelemesi değildi. Oyun başlarken sahnenin iki yanında, hemen seyircinin önünde, yüz üstü yerde yatan, üzeri gazete ile örtülmüş, oyun başlayınca cadı olacak cesetler; konuşma aralarına serpiştirilmiş ama pek de yerine oturmamış günlük espriler; onbir oniki yaşında bir çocuğun sahnenin içinde paten kayarak dolaşmasıyla sağlanmak istenen 1600/2010 geçişi; oyunu ne geçmişte ne şimdide arada bir yerde ve bütünlüksüz algılatıyordu.
“Life's but a walking shadow, a poor player
That struts and frets his hour upon the stage,
And then is heard no more. It is a tale
Told by an idiot, full of sound and fury,
Signifying nothing.”( Machbeth)

Nihayetinde, bir oyunu izlerken zevkten kendimden geçtiğim de olur, bir türlü konsatre olamayıp kıpır kıpır kıpırdadığım da. Ama şimdiye kadar bir tiyatro oyununda esneyip uyumak istediğim hiç olmadı. Çünkü, sahnede olanı, oyuncunun büründüğü role geçişini, ses ve hareketlerdeki anlık değişiklikleri izlemek, benim için aslolan. Sahnede kurulan dünyayı seyrederken, şanslıysam o dünyaya bir kaç saatliğine dahil olmak.

Hiç izlemedinizse, ilk seyriniz neden Oyun Atölyesi’nin sahnelediği Macbeth olmasın?
Oyunun web sitesi : http://www.oyunatolyesi.com/etkinlikler/oyun/oyun-atolyesi/macbeth-2010-2011 


Bu yazı okunurken, yazanın geçmiş seyirlerine dayanan, Oyun Atölyesi oyunlarına karşı yüksek beklentisinin; sözü fazla uzatmak ve oyunun heyecanını kaçırmak istemediği için beğenilerini yazmadığının; dün ve bugün sonbahar etkisiyle midir bilinmez biraz huysuz ve zor beğenir olduğunun, göz ardı edilmemesi gerekir, kanımca.

Son söz : Oyundan önce, tiyatrodaki Antre Cafe’de bir fincan kahve veya bir kadeh şarap içmek ıskalanmamalı.

28 Eylül 2010 Salı

tüketmek ya da tüketmemek

Tüketmenin sınırı var mı? ‘İnsanın yedikçe yiyesi, uyudukça uyuyası, kaşıdıkça kaşıyası gelir’ derler. Doğru laf! Aldıkça da alası geliyor. Tüketmek üstüne kurulu sitemin ritmine boyun eğ ve sınır tanımadan tüket, paran yoksa kredi kartın var. Sonra, tıka basa dolu giysi dolapları, her taşınmada elden geçirilip kapı önüne konan kutu kutu ıvır zıvır, bluzlara uygun ayakkabılar, ayakkabılara uygun çantalar, yeni modeli ile değiştirilen cep telefonları, arabalar... market raflarında görünce ihtiyaç duyduğumuzu sanıp aldığımız ürünler, tabakta artan ve çöpe dökülen yemekler… Günde sekiz saat kere ayda yirmi gün kere yılda elli hafta, kendini dört duvar arasına kapatıp çalışan akıllı küçük burjuvanın muhteşem hayatı!

Oysa dağda geçirdiğim televizyonsuz, gazetesiz, telefonsuz, şehirden uzak günlerde, apaçık görüyordum: biriktimeye gerek yoktu, geldiğim gibi çıplak gidecektim bu dünyadan. Tadına vararak yediğim bir tabak yemek, temiz ve koruyan bir kat giysi, uyurken üstümde bir çatı. İhtiyaçlarım bu kadar sadeydi ve tüketmenin sonu yoktu. Yazık ki, farkındalığım şehirin reklam panoları ve renkli vitrinleri arasında en fazla iki ay dayanabiliyordu. Belki de, kendim konuşup kendim dinlediğimdendir diye düşünüyorum. Belki birilerine anlatırsam, o birileri de aklına estikçe, “Ee, nasıl gidiyor bakalım tüketim orucun cicim?” diye, hafif eğlenir bir tonda sorarsa; ya da “Haklısın aslında” deyip onlar da tüketim orucuna başlarsa…Böylece, -kilo vermek konusunda doktorların kurduğu “kısa süreli, hızlı kilo vermeler yerine, beslenme alışkanlığını değiştirerek, bunu bir yaşam tarzı haline getirmek” cümlesinden uyarlarsak- kısa süreli, hızlı tatminler yerine, tüketim alışkanlığımı değiştirerek, ihtiyacıma göre tüketmeyi bir yaşam tarzı haline getirebilirim zamanla. Kim bilir?

Yapmam gereken BİRİKTİRMEMEK. Eşyalarımı, kullanılamaz olduğunda; giysilerimi eskidiğinde veya bedenime uymadığında yenilemek; yiyecekleri kolaya kaçıp çöpe dökmek yerine, sokaktaki hayvanlara vermek. Acaba bir de “yediğimin tadını beğendim deyip, obur obur mideme tıkıştırmak yerine; tadına vararak, sadece karnımı doyuracak kadar yemek” desem sınırlarımı çok mu zorlamış olurum? Denemeden bilemem.

Siz neyi tercih edersiniz, aklınıza estikçe nasıl gidiyor diye sormayı mı, yoksa haklısın deyip katılmayı mı? Sevgili okur, bu ortaya sorulmuş bir soru değil, aksine cevabı beklenen bir sorudur :)

Sayaç : ihtiyacım kadar tüketme denemesinde 1. Gün (28 Eylül 2010)

27 Eylül 2010 Pazartesi

Miguel Hernandez

El corazón es agua
que se acaricia y canta.

El corazón es puerta
que se abre y se cierra.

El corazón es agua
que se remueve, arrolla,
se arremolina, mata.
Şair: Miguel Hernandez

  
Kalp sudur
Durgun ve şarkı söyleyen

Kalp kapıdır
Açılan ve kapanan

Kalp sudur
Akan, coşan, dalgalanan ve öldüren.
Çeviri:Nilhan Coşkun



Bir ülkenin diğer ülkeyi sömürmesi; sömürenin ‘uygarlığı (?)’ ile sömürülenin yeraltı/yerüstü kaynaklarını ve insan gücünü takas etmesi; veya bir devletin kendi halkını sömürmesi... devlet olarak, başka bir halkı, kendi çıkarın için yok etmek veya kendi halkını kendi çıkarın için yok etmek... İkisi de içinde, diğerinin varlığına saygı duymamayı, diğerinin yaşam hakkını elinden almayı, yaşamın karşısına gücün yok ediciliğini koymayı içerir. Geçmişten bugüne kadar, dünyada yaşamış/yaşayan halkları düşünürsek, içlerinde resmen veya gayri resmi olarak diktatörlerce yönetilmemiş birini bulabilir miyiz acaba? Diktatörlüğün beslendiği şiddet, öncelikle, etrafında yaşananları görmezden gelmeyen, başka bir düzenin var olabileceğini söyleyen ve şiddeti kabullenmeyen kişilere yönelir. Baskının fazla olduğu dönemlerde, fiziksel karşı koyuştan daha etkilidir düşünsel karşı koyuş. Sözler, hızla yayılır; o halde sözü söyleyen susturulmalı, böylece dinleyenlere gözdağı verilmelidir. Öyle de yapılır. Kurşuna dizme, faili meçhul, hapishane şartlarında ölüm...

20.yy’da Avrupa’da yaygın olan diktatörlük rejiminden, İspanyol halkı da nasibini alır. 1931 yılında, İspanya krallığının devrilmesinden sonra başlayan antimilitarist dönem uzun sürmez. Bu dönemde görevinden uzaklaştırılan Franco, 1933’de tutucu güçlerin yömetimi tekrar ele geçirmesi ile göreve iade edilir. 1936’da da, askeri ayaklanmayı ilan eder. İspanya’da, iki yıl sürecek iç savaş böylece başlar. 36 yıl (1938-1974) boyunca İspanya’yı diktatörlükle yönetir ve kaldırılan krallığı ülkeye tekrar getirir, kendini de ömür boyu İspanya kralı olarak atar. Şimdi ki İspanya kralı Juan Carlos’u da, kendinden sonraki veliaht olarak 1969 yılında ilan eder.

Şair ve oyun yazarı Miguel Hernandez de, Franco döneminde hapishane şartlarında ölen kişiler arasındadır. İspanyanın güneyinde, Murcia yakınlarındaki Orihuela’da, çiftçi bir ailenin çocuğu olarak 30 Ekim 1910’de başlayan hayatı, 1942 yılında henüz 31 yaşındayken sona erer. Yoksul bir çocukluk geçirir, ekonomik kriz yüzünden, 1924-1925 yılları arasında devam ettiği Santa Domingo Koleji’ni, bırakmak zorunda kalır. Yazar Ramon Sije ile arkadaşlığı da Santa Domingo’daki öğrencilik yıllarında başlayıp, ikisinin de kısa yaşamları boyunca sürmüş. “Elegia” / Seçim adlı şiirini de, Ramon Sije’nin 1935’de ölümü üzerine yazar ve ona ithaf eder. Okulu bıraktıktan sonra, çobanlık, bahçıvanlık gibi işler yaparak ailesine destek olan Hernandez, Luis Almarcha halk kütüphanesi ve katedral kütüphanesinin sürekli ziyaretçisidir. Tiyatroyla tanışması ve arkadaşları ile küçük bir tiyatro grubu kurması da yine bu döneme denk geliyor. Şiir yazmaya 1925’de başlamış; arkadaşları Carlos Fenoll ve Ramon Sije ile birlikte doğaçlama edebiyat klübü, “Orihuela” nu kurmuş. İlk şiir kitabı “Peritos en lunas” /Aydaki uzman, 1933’de yayınlanmış. 1934’de Madrid’e ikinci gidişinde Alberti, Rosales, Aleixandre ve Neruda gibi dönemin büyük şairleriyle tanışmış.

Hernandez, İspanya Sivil Savaşı’nda Cumhuriyetçi taraftadır. Savaş süresinde hem cephededir, hem de bir yolunu bulup evlenir. Nisan 1939’da Franco savaşın bittiğini ilan eder, artık İspanya’da faşist dikta günleri başlamıştır. Aynı yıl sol görüşlerinden dolayı tutuklanır ve serbest bırakılır. 1940’da tekrar tutuklanır ve Lorca’nın idamındaki gibi dünyanın tepkisini çekmek istemeyen Franco rejimi, Hernandez’i idam etmez fakat 30 yıl hapse mahkum eder. Ülkenin değişik şehirlerindeki hapishanelerde mahkumiyeti devam ederken, tüberküloza yakalanır.

Hapishanede kağıtlara yazıp karısına yolladığı, daha çok şarkı formundaki şiirleri daha sonra “Cancionero y Romancero de Ausencia” / Hiçliğin Baladı ve Şarkıları adıyla bir araya toplanır. Bu şiirlerinde, sivil savaş ve hapishane günleri kadar, oğlunun ölümü ve karısının yoksulluk içindeki yaşamından duyduğu üzüntüyü de anlatır.

Yayınlanmış olan şiir kitapları :
• Perito en lunas/Aydaki Uzman (1934)
• El rayo que no cesa / Durmayan Işık (1936)
• Vientos del pueblo me llevan / Halkın Rüzgarları (1937)
• El hombre acecha / Gizlenen Adama (1938-1939)
• Cancionero y Romancero de Ausencias / Hiçliğin Baladı ve Şarkıları (yamamlanmamış, 1938-1942)

Şairin ailesi, Temmuz 2010’da, suçsuzluğunun ilan edilmesi için İspanya Yüksek Mahkemesine başvurmuştur.

(1) Yazının kaynak alındığı metin : Miguel Hernandez Vakfı’nın internet sayfasıdır. http://www.miguelhernandezvirtual.es/
(2) İspanyolca’dan serbest çeviriyi yapan : Nilhan Coşkun

25 Eylül 2010 Cumartesi

Rilke'den Adelheid von der Marwitz'e

Adelheid von der Marwitz’e (1)


Saglio (Bergell, Groubünden) (2)
11 Eylül 1919
                                                                                      Benim sevgili genç arkadaşım,

Mektubunuz bana çok yanlı sevinçler verdi, bırakın da size, hiç değilse, bir kaçını sayayım: her şeyden önce, tek tük insanların acıya katlanmış yüreklerinden aldıkları taze güç ve inançla yaşamlarını yeni baştan kurmaya başlamaları sevindirici bir olay, çokları da, yerlerinde dikilip geriye bakarak kara düşüncelere ve sonunda umutsuzluğa ve miskinliğe düşecekleri yerde böyle yapmayı bir deneseler. Kafamızla da duygularımızla da düşünsek, tez elden yapılacak tek şey: doğaya, güçlüye, ilerleyene ve aydınlığa tam bir güvenle sarılmak, en küçük, en güncel işte bile ileriye yönelmektir. Hevesle atıldığımız her yeni iş, önümüzde henüz tam açılmamış ufukları araştıran her bakış, yalnız şu anı ve bundan hemen sonrakini değiştirmekle kalmaz, içimizdeki geçmişi de değiştirir ve dokularımıza işler ve hani şu ‘acı’ denen ve neden oluştuğunu bilmediğimiz yabansal nesneyi - belki de içerdiği yaşamı hızlandıran öğeleriyle – eritir ve kanımıza katar.

En derinden duyulmuş ölümler bile, arkasında kalanın yaşamını sürdürmesini engelleyememiştir, çünkü o (ölüm) özünde, bizim karşıtımız değil, - kimi zaman düşündüğüm gibi – ancak, bizim en canlı dakikalarımızda duyduğumuzdan daha çok yaşamı bilendir. Bana öyle gelir ki, tüm korkunç ağırlığıyla üstümüze çökerten sanki bizi yaşamın daha derin, daha içerikli katlarına itme görevini yapmaktadır ki, böylelikle bu derinlerden daha bir güçlü çıkıp kalkınalım; çok genç yaşta edindiğim bu deneyimin doğruluğuna, sonraki deneyimlerimde, başım acıdan acıya çarptıkça inandım.

Buradaki yaşam bize bir kez verilmiş, bunu yaşamamız gerekiyor, karşılaştığımız her şeyi, iyi karşılayıp benimsemek zorundayız, böyle yapmazsak eğer, yalnızca onu (yani yaşamı) anlamak ve ona egemen olmak için, olağanüstü bir yapıya sahip duyularımızla nereye yönelebiliriz? Sonra, Tanrının bize hayranlık duymamız için bağışladıklarını nasıl görmezlikten gelebiliriz? Bu hayranlık da geleceğe, sonsuz hayranlığa bir hazırlık olamaz mı?

Sizin canlı ve sevinçli satırlarınızı bu anlamda okuyup tüm yüreğimle düşüncelerinize katılmak, sevincimin geniş ve ayrı bir açısını oluşturuyor. Ve bu görüşte sanıyorum ki sizi iyi tanıdım: Böylesi kararlı bir atılımla yükseklere uzanacağınızı, nasıl olduysa çok önceden sezmiştim ve işte: düşündüğüm oldu şimdi, eski mektuplarınızı iyi anladığımı ve geleceği gördüğümü düşünmekle, içimde bir doyum ve onur duymaktayım.

Çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin uzun yıllarını geçirdiğiniz ve alışık olduğunuz bir yere yeni bir görevle gitmiş olmanız ve orada yeni ödevler ve çalışmalara istek duymanız, günlük çalışmaların başarısının sağladığı rahatlıkla yaşamdan duyduğumuz tadın artması… bunlar öyle güzel şeyler ki, arkadaşınıza ancak tüm bunların süregitmesini dilemekten başka bir şey kalmıyor ki bunun garantisi de gençliğiniz, iyi niyetiniz ve cesaretle atıldığınız yolun doğallığıdır. Sizin yaşınızda ve sizin tuttuğunuz yolun tutmuş gençlerin arasına katılıp, onların havasına girmek, son kerte güzel, son kerte övülmeye değer bir davranış ve bunun nasıl ödüllendiğini de, şimdiden, görmeye başladınız. Yazdıklarınızdan, çevrenizdeki küçük topluluğun sempatisini kazandığınız anlaşılıyor; onların bu yakınlığına siz de – benim anlayışımla – karşılık verin: Topluluğunuza katılıp aranızda bir saat geçirmeyi ne kadar isterdim. Sevinç ve içtenlik içinde, sizlerin her birinize bir şeyler vererek ve yine sizlerden bir şeyler alarak…

Çalışmalarım, bu ara, hiç de verimli değil. Bunun suçu ne yazık ki, bende. Son yılların molozlarını üzerimden silkip, yeniden süren dallarımı, yapraklarımı dışarıya uzatamıyorum, içimde kımıldamalar var, ama dıştan bakınca molozdan ve boşluklardan başka bir şey görünmüyor, görünüşte hiçbir gelişme yok. Herhangi bir yerden yola çıkıp yürümem gerek, hemen şimdi şu anda başlamam… bunu bildiğim halde, bir türlü başlayamıyorum. Umduğum kimi şeylerden garip bir yardım bekliyor gibiyim. Ne bileyim, doğa ile geçmişe değinen kimi şeyle, uzun süre baş başa kalacağım, küçük, eski bir ev, eski bir bahçe, böyle bir yardım olmaksızın, ruhumun en derin yerlerinden, yeniden fışkıracak olan kaynakları bulamayacağımı sanıyorum. Erkek kardeşiniz Bannie’ye (3) de bu gereksinmemden söz ettim; bana candan bir içtenlikle hak verdi.

Her hangi bir köşede, böyle bir yeri arayıp bulmam gerekiyor. Şimdi bulunduğum yer de, aşağı yukarı düşündüğüm gibi bir yer. Ancak, kuşkusuz, geçici olarak: Bu dağ köyünde (İtalya sınırına bir saatlik uzaklıkta) eski bir Palzzo Salis, onbeş yirmi yıldır otel olarak kullanıldığı halde, eski mobilyalarını, biçim verilmiş şimşirlerle çevrili eski bahçesini olduğu gibi korumuş bir yer. Üstelik bana Kontun başka konuklara gösterilmeyen kitaplığını da açtılar: tam istediğim gibi, büyük bir oda. Benim eski odama benziyor, tertip ve düzen bakımından. Esen kalın! Ben, kalabildiğim sürece İsviçre’de kalacağım. Mektubunuzu bekliyorum. Bu adrese gelenler her zaman elime geçer.

En dost duygularımla
Rilke

(1) Adeelheeid von der Marwitz (1894-1944) : Beernhard von der Marwitz’in küçük kardeşi. Rilke kendisine bu mektubu yazdığı sırada keman öğrenimine kendini vermişti. Yaşamının son yıllarında ‘Halle’ kentinde başhemşireydi.
(2) Graubünden : İsviçre’nin en büyük ve en dağlık kantonu.
(3) Banni, Bernhard von der Marwitz (1880-1918). Birinci Dünya Savaşı sonlarında Valenciennes (Fransa’da) aldığı yara sonucu, savaş alanındaki gezici Asker Hastanesinde yaşamını yitiren genç ozan.

Kaynak : Rilke Seçme Mektuplar (Cem Yayınevi), Çeviren Melahat Togar

24 Eylül 2010 Cuma

Öykü (3. mektup)

A’cım,

Annenin, yemeye doyamadığım sakızlı kurabiyelerini de, senin mektubunu da bu sabah aldım. Pamuk şekerini, tombul yanaklarından, her bir kurabiye için ayrı ayrı öpüyorum. Yolladığı tarife göre pişen ilk kurabiyeleri de, sana postalayım diyorum. E, artık ilk denenen yemekleri tatma şerefi benden sana geçmiştir.
Ruh halim ve sağlığım, yavaş yavaş toparlanıyor. Öğleden sonranın bir kısmını, bahçedeki küçük söğüt ağacının altında, kitap okuyarak geçiriyorum. Zorunda kalmadıkça, gündüzleri sokağa çıkmıyorum, insanlarla konuşmaya, tanışmaya zırnık kadar isteğim yok. Küçük yerin dedikodusu bol olur, gerçi büyük yerin dedikodusu da boldur ama kalabalıktan pek duyulmaz , o başka. Ben hava kararınca çıkıyorum sokağa, herkes evine çekilip, sokaklar kediler, köpekler ve bana kalınca.

Düşünüyorum da, şimdiye kadar ki hayatımda, sadece ana yolların, geniş kavşaklarını görmüşüm gibi geliyor. Ancak o zaman, sağıma soluma bakmış, ne yöne dönsem diye durup beklemişim gibi. Görmeden, burnumun dikine, bir telaş geçtiğim ara yollar belki de başka kavşakları gizliyordu. Kim bilir? Sonsuz olasılık içinde bir olasılık mı aranan, yoksa karşıma çıkan her olasılık aslında aradığım mıdır? Karışık bir ip çilesi işte. Cılız sokak lambalarının aydınlattığı yollarda, yönsüz, ağır adımlarla yürürken ucunu bulup çözeceğim diye oynayıp duruyorum. Hangi yolu seçersen seç, başladığın yere geri dönmek kötü müdür? Zamanın, yolun, hayatın, hep ileriye doğru aktığı, içinde yaşadığımız kültüre ait bir bilgi değil mi? Doğaya bakınca gördüğüm bir döngü, ritmik bir salınım. Bitiş ve yaşanmışlık bilgisiyle yeniden başlayış... Tüm isimlerimden, kimliklerimden ve bilgilerimden önce, en başta sahip olduğum, şüphesiz ki doğamda olan. Öyleyse, ileri, hep ileri diye inat etmektense, kendimi bu salınıma bırakıyorum. İşte burdayım, bitişte, çıktığım yolun olabildiğince başında.

Bak şimdi sana, buraya geldiğimden beri elimden bırakmadığım Edip Cansever kitabından bir şiir yazayım. Biliyorum çok seversin Cansever'i, bu kitap da senin kitaplığından aşırma zaten.

“Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen
Soluğu sende olan
Yeni bir başlangıç vardır
Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.
Nedensiz bir çocuk ağlaması bile
Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır. “

Hamiş: Rilke'nin Duino Ağıtlarını burdaki kitapçıda bulamadım. Belki halk kütüphanesinde vardır, neden şimdiye kadar aklıma gelmedi ki?

Öpüyorum, özlemle.
t.

23 Eylül 2010 Perşembe

Ah, hayat!


Bazı sabahlar bir şey oluyor, sihirli bir şey. Belki uyanmadan önce gördüğüm rüyadan güne akan bir histen, belki dinlenmiş uyanmaktan, belki gün ağarırken evin içine dolan serin havada ürperip battaniyenin sıcağına sokulmaktan, belki bedenimde salgılanan bir hormon veya kimyasaldan, belki ... Daha miskin miskin gerinip, uyumak istiyorum derken bile içimde bir sevinç... Böyle sabahlarda, balkondaki çiçekler ha konuştu ha konuşacak, gökyüzü ışık oyunlarında, karbon monoksitli nefret saçan trafikte önüm hep açık. Rüzgarı, hareketlerimi, nefes alışımı, çöpü karıştıran kediyi, insanları, evleri, bulutları herşeyi gerçekten görüyorum, gerçekten hissediyorum. Böyle sabahlarda var olan hiç bir şey sıradan değil, fizik kurallarını ilk kez farkediyormuşum gibi, sarsılıyorum. Kızarmış ekmek kokusu, karpuzun tadı, çayın rengi, havanın serinliği, ciğerlerime dolan nefes, dünyayı görünür kılan ışık, etrafımda var olan herşey/herkes... Ah, hayat! Sihirlisin, muhteşemsin, mucizesin! Sevdiğim insanların hepsini bir defada kucaklayıp göğüs kafesimin içine saklıyorum. Yolumun geçtiği tüm şehirler, içinde olduğum tüm zamanlar, içinde şekillendiğim dünyanın tüm halleri, gözüme dokunan tüm görüntüler, hepiniz şimdimdesiniz.

22 Eylül 2010 Çarşamba

“ben bir gün giderim ki neyim kalır”

Doğum günüm yaklaşıp da hayat muhasebesi yapmaya başladığımda veya ara ara hayatla uğraşmaktan sıkıldığımda hep aynı soruyu soruyorum kendime. Bu hayata yükleyebileceğim bir amaç var mı; yoksa tesadüfen doğmuşum, e öleceğim de kesin, öyleyse amaç falan arama, yaşa gitsin mi? Terazide ‘yaşa gitsin’ kefesi de göz ardı edilmemekle birlikte, şimdiye kadar hep ‘bir amaç olmalı’ kefesi ağır bastı. Bu amaç, olgunlaşmak ve ruhumu evriltmek için öğrenmem gerekenleri bulmak ve öğrenmek gibi daha sufi bir noktayla; milyonlarca yıldır dünya üstünde evrim geçiren insan türünün, milyonlarca yıl daha yaşayacağı varsayılıyorsa o zaman bari evrimde aklıyla iyiyi seçerek evrilenlerin yanında olmaya çabalayayım gibi daha deneysel bir nokta arasında salındı durdu. Henüz de emin olunarak bir cevap verilemedi.

Tüm bu sorgu sualin, arayayım illa ki bulurum bulamasam da ararken yolda olurum halinin sonunda, genelde yorgun düşüp, amacı boşver anlama bak, diye koyuyorum noktayı. Neyse ki, anlam konusunda uzun uzun sorular sorup, analizler yapmaya, ruhumu ters yüz edip içine bakmaya gerek kalmadan veriyorum kararımı: Sevgi.

Sevgi ama, sevginle yanıyorum, çocuğumu/annemi çok seviyorum, kendimizi sevelim, en sevdiğim futbol takımı, ya sev ya terk et, seni sevmeyen ölsün, evimi seviyorum ... ve onlarca benzerini sıralayabileceğimiz kalıplarda geçen, birleyen, bencil, sevgi kelimesinin kenarına sürtünen ama içine giremeyen ‘sevgi’ değil bu. Hayatın anlamı dediğim ‘sevgi’, çoğaltan/çoğalan, varlığını kendimize ve şartlarımıza bağlamadığımız, sınırları olmayan/akışkan, ruhumuzun masum zamanlarına ait, var olan herşeye/herkese/her canlıya/her cansıza doğru akan, sevgi kelimesinin içini dolduran bir sevgi.

Keşke sevgi1, sevgi2, sevgi3 diye bilmiş bilmiş tanımlamak kadar kolay olsa sevgi(∞) u içimde var etmek. Azıcık rehavete düşsem, mesela okulların açıldığı sabah İstanbul trafiğindeki gibi, hoop hemen içimdeki bencil canavar çıkıyor ortaya, zar zor toparladığım bir avuç temiz sevginin içine bir tutam karbon monoksitli nefret serpip kaçıyor. Hadi, dön başa. O yüzden bu sevgi(∞)ye ulaşmak istiyorsam, anladım ki sürekli başa dönecek sabrım, bu tuhaf durumlarla baş edecek bol bol enerjim de olmalı. Yani bir çeşit, dünyayı sırtlayan Atlas durumu.

Cansıza, bitkiye, hayvana karşı; huyu suyu hormonlarına, iş stresine, çayın demine, yatağın solundan kalkmasına, canı tatile gitmek istemesine, pişirdiği yemeğin dibinin tutmasına, giydiği ayakkabının ayağını vurmasına, öptüğü kişinin gözünü kapatıp kapatmamasına, havanın nemine ... göre nerdeyse tamamen değişen insan?

“Bunca yapılacak iş, bunca öğretilmiş kural, bunca telaşe/kızgınlık/neşe, bunca hayalden; benden sonraya neyim kalır, neyim kalsın isterim?” ya da “Hakkıyla, keyfimce, zevkimle yaşadıktan sonra, şart mıdır geriye bir şey bırakmak?”

“ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim kalır
genişlerim dağılırım beyazım
ben bir gün giderim ki neyim kalır
ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır”
                          Turgut Uyar

21 Eylül 2010 Salı

Rilke'den Lisa Heise'ye

Lisa Heise(*)’ye

Soglio, Graubunden, İsviçre
2 Ağustos 1919
Size, kaleme aldığınız satırları yazmaya iten dürtüyü çok iyi bildiğimi söyleyerek söze başlamakla, mektubunuza en iyi ve en yerinde yanıtı verdiğimi sanıyorum, saygıdeğer hanımefendi.

Sanat eseri hiçbir şeyi değiştiremez ve hiçbir şeyi düzeltemez. Yaratılıp ortaya çıktıktan sonra, o da, tıpkı doğa gibi, tutarlı ve kendi işlevi içinde yeterli (bir fontain gibi), -başka bir deyişle- dışla hiçbir ilişkisi olmaksızın, karşımızdadır. Ama böyle, karşımızda, bize uzak duran, kendini yaratan iradenin dışına çıkmış bu ikinci doğanın (yani sanat eserinin) insan elinden çıktığını, sonsuz acı, sonsuz sevinçlerle yoğrulduğunu bilmekteyizdir. İşte bu bilinçle onda tükenmez avuçların yattığı hazineyi açacak anahtarı bulduğumuza inanırız, hele yapayalnız olan insan bu inançla ona sahip çıkmakta kendini haklı görür.

Kendimizi yapayalnız hissettiğimiz böyle anlar, belki de yıllar vardır ki- ah bunları ne kadar iyi bilirim- bunlardan, bu anlarda çekilen acıların dayanılmazlığından, bilinçsizce yaşayan toplulukta söz açacak olsanız kimseyi inandıramazsınız.

Doğa bize kendiliğinden yaklaşamaz, ulaşamaz. Biz kendi gücümüzle onu anlamaya, kazanmaya, diyelim ki, onun dilini insan diline çevirmeye çalışmalıyız; ama tam anlamıyla. Yalnız, kişinin en yapamayacağı şey de, işte budur. Salt yalnızlığı içinde o, bağış bekler, kendisi hiçbir şey y apmadan, ona sunulsun ister; yaşamını yitirmek üzere olan kişinin uzatılan lokmayı ağzına alacak mecali kalmadığı gibi…

Bize yaklaşmasını istediğimiz, umduğumuz şeyin (yani sanat eserinin) bizi özlemişçesine, bizi içinde bulunduğumuz düşkün halimizden çıkarıp, kendi egemenliğine almaya ve her bir atamomuza sahip olamaya can atar görmek bizi şaşırtır. Ancak, böyle görmekle de, fazla bir şey değişmiş olmaz. Bir sanat eserinden yardım beklemek de fazla olur. Ancak, onun kendisi dışa açılmadığı halde, özündeki yoğunluğuyla, salt vaoluşuyla bizden ilgi, sevgi, merak, heyecan beklediğini sanabiliriz, ki bu da onun bir bağışı sayılabilir, -sanat eseri ile yalnız- kişi arasındaki bu yanlış yorumdan, din adamları, ta ilk zamandan beri faydalanmış ve insanları Tanrıya yöneltmişlerdir.

Sözlerimi fazla uzattım, ama mektubunuz, benim adımı taşıyan herhangi birine değil de, asıl bana seslendiği için, bundan duyduğum heyecanla size boş laflar yazmaktan kaçındım ve –sizin gibi-açık bir dille düşündüklerimi belirttim.

Mektubunuzun sonunda çocukluğunuzdan söz etmeniz, ona daha bir içtenlik kazandırmış; bu içtenliği candan kabula hazır olduğumu bildirmekten başka elimden bir şey gelmiyor.

Eğer sizi rahatlatacaksa, bana bu çocuktan ve kendinizden uzun uzun yazabilirsiniz. Ben, mektubu, insanlar arasında en iyi, en verimli iletişim araçlarından biri sayan, eski kafalı insanlardan biriyim. Bu anlayışım yüzünden, mektuplaştığım sayısız kişilere yanıt vermek, çoğu zaman, altından kalkamayacağım bir iş haline geliyor; kimi zaman da –aylar süresince- işim (özellikle savaş yıllarında olduğu gibi), bir türlü üzerimden atamadığım bir "sécheresse d'ame" (ruhun kuraklığı, ruhun verimsizliği), beni susturuyor; bereket versin ki, insan ilişkilerini, hep sayıya vuran hasis birinin ölçüsüyle değil, doğaya bakarak değerlendiriyorum, şunu da söyleyeyim, eğer istiyorsanız, bundan böyle, aramızda hep ilişkili ve anlaşmış kalalım, uzun bir süre görünmeyebilirim, ama, siz isterseniz, her zaman yanınızda olurum bildiklerimle, ya da –bugün olduğu gibi- sizden öğrendiklerimle…

Rainer Maria Rilke

(*)Lise Heise (1895-?) ‘Genç Bir Kadına Mektuplar’daki genç kadın
Kaynak : Rilke Seçme Mektuplar (Cem Yayınevi), Çeviren Melahat Togar

20 Eylül 2010 Pazartesi

sevgi mi, öldürme mi?

Belki de, ölümün doğmak kadar hayatın bir parçası olduğunu kabullenmeye çalıştığım gibi –elbette düşünerek varılan bir kabul değil, duygusal kabul... Hani yüz yüze geldiğin anda, eskilerin ölüme karşı tevekkül dediklerinden – ; öldürmenin de insanın doğasında olduğunu kabullenmeye çalışmalyım. Belki böylece aklım huzura erer; nasıl, neden sorularını bırakırım; ve dikkatimi doğal yolla ölecek kadar yaşayabilmek için öldürülmekten sakınmaya veririm.

Kötülüğün –sadece masum kötülüklerin değil, işkence etmek ve öldürmenin de – her insanın içinde olduğunu kabul etmek... Kendimi diğer insanlardan soyutlayıp, daha olgun, ermiş, masum bir yere koyamayacağıma göre – elbette koymak istemeyeceğimden değil, hatta duygusal anlamda nerdeyse herkes gibi, ben de dünyanın en iyi ve en masum insanı olduğumu düşünmeyi seviyorum. Ama eğer “doğa”mızda var diyorsak – öldürme dürtüsü içimde bir yerlerde olmalı. Ürkütücü!

Diyelim öldürme/yok etme bir içgüdü olarak insanın içinde var; peki iyi insan davranışı dediğimiz şeylere kaynaklık eden sevgi içgüdü olarak doğamızda yok mu? Etrafımda ve dünyada olan bitene, savaşlara ve şiddete bakınca yok galiba diyorum. Ya da, varsa bile öldürme içgüdüsü karşısında yok sayılacak kadar güçsüz. Bunu söylerken, yaşayan tüm insanların toplamındaki oranı düşündüğümü söylemeliyim. Yoksa, içinde sevgi güdüsü, yok etme güdüsüne baskın kişiler de vardır. Hem de azımsanmayacak sayıda. Ama sanırım, yok etme isteği aynı zamanda iktidar ve yönetme gücünü de getiriyor. Oysa, insan, doğaya, yaşayan tüm canlılara sevgi beslerken, kendini onların üstünde, onlara hakim ve efendi görmüyor. Böylece içinde hayata ve dünyada var olan herşeye / herkese sevgiyle bakan kişi ile; hayatı ve dünyada varolan herşeyi/herkesi yönetmek/yaşam hakkını kontolünde tutmak isteyen kişi karşı karşıya geliyor. Hangisinin doğal seçimle türünü devam ettirdiğine, hangisinin çoğalıp diğerine sayıca baskın olduğuna verecek bir cevabım yok.

Ama, patlayan bombaların öldürdüğü masum insanları; savaşların getirdiği sonsuz şiddetin içinde, bir saniye sonra ölebileceğini bilerek yaşamaya çalışanları; evindeki/hayatındaki erkekten şiddet gören kadınları; sokaklarda veya evlerinde tacize uğrayan, şiddet gören ve bununla yaşamak zorunda bırakılan çocukları düşününce göğsüme saplanan acı... Haberlere kulaklarımı tıkayıp, gazetelerden gözümü kaçırınca hissettiğim huzursuzluk... Bunlar öğretilmiş tepkiler olmasın istiyorum. Çümkü, böylece, içimdeki sevgi güdüsünün, yok etme güdüsünden daha güçlü olduğunu bilmiş olacağımı sanıyorum.

İnsanların neşeli, mutlu ve sevgiyle yaşadıkları; savaşın nasıl bir şey olduğunun unutulduğu; doğaya karşı değil, doğayla uyum içinde bir hayat, çok mu sıkıcı olurdu? Bu gerçekten ütopya mı?

18 Eylül 2010 Cumartesi

günün yemeği

Çocukluğumdan beri, nerdeyse her akşam, eğer akşam cevap alamamışsa kahvaltıdan sonra, annemden şu soruyu duydum : “Yarın/Bugün ne yemek pişireyim?” . Çok nadir bir yemek ismi duydu cevap olarak. Genelde, ev ahalisi olarak verdiğimiz cevaplarsa “Canın ne isterse onu…”, “ Ne malzeme istiyorsan söyle alayım ama bana yemek sorma!”, “Ya, anne acaba saatlı maarif takviminin arkasındaki yemekleri mi pişirsen, bulma derdin olmaz”, “Anne, bir ay boyunca pişirdiğin yemeklerin listesini yapalım, sen de evdeki malzemelere göre burdan seç”... İnsan bir şeyi gerçekten, aynısı veya benzeri başına gelince anlıyor. Bloğa başlarken, kendi kendime “her gün yazmalı” diye bir kural koydum, iyi güzel de, her gün yazmak için konuyu nasıl bulurum, düşünmemişim. O yüzden sürekli kafamda, yarın/bugün “Ne yazmalı?” sorusu.

Şöyle dönüp yazdığım yazılara bakınca, çoğunluğu kasvetli ve düşünceli geldi. Buna şaşmıyorum, çünkü, bloğa başlama motivasyonum üzüntüydü. Yazarak üzüntümün, ölümün, dolayısıyla hayatın izini sürmekti. Hala da o iz üstünde yürümeye devam ediyorum ama insan hep dertlenip, hep kendi kendine söylenemeyeceğine; her gün hayat üstüne yeni düşüncelere dalamayacağına; e, hayat da güzel ve yaşanılası olduğuna göre, yürürken etrafa bakmalı.

Kendimle konuşmalarımın yanın da bir de, bana hayat içinde hayatlar yaşatan, istersem odamın içinde dünyayı gezdiren, kimi kendi dilimde, kimi anlamaya çalıştığım dillerde büyülü kitaplarım var. Bu kitaplardan alıntıların veya kitap üstüne yazıların olduğu yazılarımı, uzayın içinde bir yerlerde salınan, rengarenk ve siyah odamın kütüphanesi olarak kurguluyorum. Bazen acele içinde, hemen oturup, tüm sevdiğim kitaplar ve yazarlar üstüne yazasım geliyor. Neyse ki, zaman sıkıntım yüzünden bu mümkün değil. Böylece, uzay kütüphanem, yavaş yavaş ve keyifle dolacak. Yapabildiğimce, İspanya’da yayınlanan edebiyat dergilerine dayanarak, henüz Türkçe’ye çevrilmemiş veya sınırlı sayıda eseri çevrilmiş latin edebiyatı yazarlarını ve kitaplarını da kütüphaneye eklemeye çalışacağım. İspanyolca Türkçe çevirilerim, hep yazdığım gibi acemice, becerebildiğimce aslına uygun ve serbest stil… Zaman içinde, bloğu teknik olarak daha etkin kullanmaya başladıkça, gezi yazılarımı da bir çeşit yan blog olarak ekleyebilirim.

Öyleyse, acelesiz, kesintisiz, keyif alarak ve umarım okuyanlara da keyif vererek diyeyim. Gökten üç elma düşmüş, biri okuyanın, biri yazanın, biri de acıkanın başına.

Hamiş : Günün yemeği de, yanında illa ki şehriyeli pirinç pilavı ile, zeytinyağlı taze fasulye veya imam bayıldı olsun.

17 Eylül 2010 Cuma

Sonbahar

Sonbahar geldi. Ruh halimin, en dip ve en tepe noktalara yolculuk ettiği; anlık değişimlerin aklımı, duygularımı silkelediği, dengesizliğimin mevsimi, hoşgeldin! Doğduğum mevsim olduğu için, gönlümde yeri başka sonbaharın. Benim için, bir yılda olanı biteni, görüleni, duyulanı elden geçirmenin; tozunu alıp parlak güneşinde bakmanın; değer biçip yerine koymanın vakti... Durup uzun uzun kendimi izlemenin, hayal kurmanın, saçlarımı okşamanın, ruhum diplerden tepelere, tepelerden diplere salınıp dururken kaybolmayayım diye elimden tutmanın, yağmurlarla yıkanmanın vakti... Seçtiklerimi gözden geçirmenin, bir tepeye çıkıp yolları seyretmenin, gülmenin ve ağlamanın vakti...


“Bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru, bu kadar yalın
bu kadar el değmemiş
sıradan bir gerçeği daha kolları bağlı hayatımızın
bir şiire nasıl dahil edilir bir yılın son günleri
her sonda her başlangıçta ve her defasında
alır gibi bir başkasını karşımıza
perdeler çekip, ışıklar söndürüp
oturup yatağın içinde bir başımıza
sorgulamak kendimizi
öğrenmek ikizin anadilini, ikinci belleğimizi
öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
bu aynaların dehlizlerinde gezinirken görürüz
karanlık günlerimizin kenar süslerini
biterken bir yılın son günleri
biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
gençlik ikindilerini
kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri”
                            Murathan Mungan


Doğanın, yeniden doğmak için, ölüme yakın karanlığa çekilmesini seyretmenin; ölüm ve hayat hakkında düşünmenin, hayata bir anlam bulmaya çalışmanın vakti... Ayağımın altındaki kuru yaprakların sesine kulak vermenin, serinleyen havada ürpermenin, denizin karşısına geçip üstündeki kocaman gemileri nasıl kaldırdığına bir kez daha şaşmanın vakti... Kendimle yanlız kalmanın, yalnızlığımda çoklanmanın, kendime masallar anlatmanın vakti...

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ülkenin birinde masallara inanan, kurbağaları prens sanan, zümrütü anka kuşunu istediği zaman çağırıp kaf dağının arkasına giden, devlerle, cücelerle, tek gözlülerle, üç gözlülerle, kuşlarla, balıklarla, peri padişahları ve kızlarıyla arkadaş bir tuhaf insan yaşarmış. Kimi gün, kendine görünmez iplerden kafesler örer, farketmeden içine girip sonra da eyvah hapsoldum, biri beni burdan kurtarsın diye söylenip durumuş. Kimi gün de, zamanları kişileri birbirine karıştırır, önceye sonraya gidip gelirmiş nerde olduğunu bilmeden dolanır dururmuş oturduğu yerde. Günlerce sustuğu da olurmuş, günlerce konuştuğu da. Bunca yıl, Yerdeniz Ülkesi’nden habersiz yaşadığı için, kendisine gerçek adını verecek bir büyücü ile karşılaşmamış. O yüzden de kimse ona istediğini yaptıramazmış. Mevsimin yazdan kışa döndüğü, dünya üstündeki tüm canlıların karanlık tarafa bakıp, aydınlığa giden yolları gözden geçirdiği, sarı mevsimdeki günlerden bir gün, oturduğu yerden telaşla kalkmış - Acelesi olduğundan mıdır, yoksa tuhaflığından mıdır bu teşası bilinmez- ve yürümeye başlamış. Önce, yönsüz bir yürüyüşmüş bu, o yüzden aynı yoldan bir çok kez geçmiş. Sonra, durmuş ve dinlemiş, etraftaki sesleri, kalbinin tıp tıplarını. Bir şey duymamış. Olduğu yere oturmuş, beklemeye başlamış. Beklerken de gelen geçen mahlukatla, esen rüzgarla, gökyüzüyle ve yıldızlarla, toprakla konuşmuş. Niye telaşla yerinden kalktığını, neden dolanıp durduğunu ve birden buraya oturduğunu sormuşlar, anlatmış. Ne kadar zaman geçti bilinmez, konuşacak konular bitmiş, herkes susmuş ve kendi içine dönmüş. Tam o sırada, bir ses duymuş tuhaf insan. Dışardan değil, içinde bir yerden... Bilmediği bir dilde konuşuyormuş ses, hep aynı şeyleri tekrarlayarak, sakin sakin, yıllar sonra nihayet sıra ona gelmiş gibi durdurak bilmeden... Sesin konuştuğu lisanı çözüp, ne dediğini anladığında yerinden kalkmış, doğmadan önce bile bu yolu biliyormuş kadar emin yürümeye başlamış.

Yürüdüğü yol nereye mi varmış?

Doğmadan önce bile bu yolu biliyormuş kadar emin yürümeye başladığından beri, hiç konuşmadığından bunu şimdilik kimse bilmiyormuş.


16 Eylül 2010 Perşembe

Julio Cortazar, “El Perseguidor”

“Cortazar okumamış insan bir kader kurbanıdır. Eserlerini okumamak korkunç sonuçları olan, sinsi ve ölümcül bir hastalıktır. Hiç şeftali yememiş bir insanın durumu gibi. Kişi yavaş yavaş mutsuzlaşır... ve belki de azar azar saçları dökülür.” Pablo Neruda


“El Perseguidor” / “İzleyici”, eserleri klasik olarak kabul edilen, 20.yy Latin Edebiyatının önemli isimlerinden, Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın, çeşitli zamanlarda yayınlanmış öykülerinden oluşuyor. Kitabın bu haliyle henüz Türkçe çevrisi yok, ancak içindeki öyküler Türkçe yayınlanan başka öykü kitaplarında olabilir. Kitaba adını veren öyküde yazar, hayatı yıkımla ihtişamın kesişiminde sürüp giden, saksafon virtiözü Johny Carter’in ölümünden önceki son gününü, gerçek bilgilere dayanarak, ustaca bir arka planla anlatır. Caz, uykusuz geceler ve Paris…

Kitap, ‘Los buenos servicios’, ‘Las babas del diablo’, ‘El perseguidor’, ‘La autopista del sur’ (Kaliteli Hizmet, Şeytanın Salyası, İzleyici, Güney Otoyolu) adlı dört öyküden oluşuyor. Bu öykülerden ilk üçü, ilk kez 1959’da, sonuncusu ise 1966’da yayınlanmış. Toplu olarak yayınlanış tarihi ise 2009.

“El Perseguidor” un ilk sayfasından bir bölümü, serbest çeviri yapıp, paylaşayım.

< Dédée öğleden sonra, Johny'nin kendini pek iyi hissetmediğini söylemek için beni aradı. Hemen otele gittim. Bir kaç gün önce, Johny ve Dédée, Lagrange caddesinde bir otelin dördüncü katında bir odaya yerleşmişlerdi. Odanın kapısını görmem bile, Johny'nin ne kadar yoksullaştığını anlamama yetti. Odanın penceresi, nerdeyse karanlık bir arka bahçeye bakıyordu ve öğleden sonra gazete okuyabilmek veya birinin yüzünü görebilmek için bile ışığı yakmak gerekiyordu. Hava soğuk değildi ama Johny'i geniş, kenarları sarı, kirli bir koltukta; battaniyenin altında olmasına rağmen donmuş bir halde buldum. Dédéee yaşlanmıştı, üstündeki kırmızı elbise çok kötüydü; çalışırken giyilen elbiselerdendi; sahne ışıkları için olanlardan; bu otel odasında sadece iğrenç bir giysiydi. Johny beni görünce, dirseklerini çenesine kadar kaldırarak -Ortağım Bruno, kötü bir nefes gibi sadıktır- diye selamladı. Dédéee oturmam için bir sandalye getirdi, cebimden bir paket Gauloisis sigarası çıkarttım. Çantamda bir şişe de rom vardı ama neler olup bittiğini öğrenmeden onu ortaya çıkartmaya niyetim yoktu.>
Çeviri: Nilhan Coşkun

Latin edebiyatını seviyorsanız, Cortazar’ı okumamış olmanız imkansız. Ama oldu da henüz hiç okumadınızsa, mutsuzlaşıp, azar azar saçlarınız dökülmeye başlamadan önce,Türkçe’de yayınlanan kitaplarınından birini alıp hemen okuyun derim.

[Bir Sarı Çiçek (Can, 1996), Seksek (Can, 1988), Andres Fava'nın Güncesi (Notos, 2006), Mırıldandığım Öyküler (Can, 1985), Büyüdükçe (Alan, 1984), Açıklayıcı Bilgiler Elkitabı (Altıkırkbeş, 1997), 62 Maket Seti (Ayrıntı, 1997) ve Güney Otoyolu (Gendaş, 1998). Ayakizlerinde Adımlar (Metis, 1995), Lucas Diye Biri (Metis, 1996), Gizli Hava Müzesi (Altıkırkbeş, 1995), Sürgün Edebiyatı, Edebiyat Sürgünleri (Bağlam, 1996) ve Güney Taşı Şiir Anıtları 5 (Çekirdek, 1996)]

Cortazar’ın öykülerinden alıntı şu cümlelerle bitireyim yazıyı.

-“Hep söylenir, ve insan gülümsemekten kendini alamaz: ‘Kullandığım dil düşüncelerimi, duygularımı dile getirmemi engelliyor.’ Doğrusu şu olurdu: Düşüncelerim, duygularım benim dile ulaşmamı engelliyor.”
-“Büyük şairlerde sözcükler düşünceleri yanlarına almaz; zaten sözcükler düşüncelerdir. Böylece, kuşkusuz onlar artık düşünce değil yalnızca sözdür.”
-“Yazarın çektiği varsayılan ‘acılar’ üzerine birkaç şey daha. Gerçekten de acı çekeceksen, bu, yazdıklarından değil yazma biçiminden olsun.”


İlgilenenler için, öykünün ilk sayfasının İspanyolca aslı :
"Dédée me ha llamado por la tarde diciéndome que Johnny no estaba muy bien, y he ido enseguida al hotel. Desde hace unos días Johnny y Dédée viven en un hotel de la rue Lagrange, en una pieza del cuarto piso. Me ha bastado ver la puerta de la pieza para darme cuenta de que Johnny está en la peor de las miserias; la ventana da a un patio casi negro, y a la una de la tarde hay que tener la luz encendida si se quiere leer el diario o verse la cara. No hace frío, pero he encontrado a Johnny envuelto en una frazada, encajado en un roñoso sillón que larga por todos lados pedazos de estopa amarillenta. Dédée está envejecida, y el vestido rojo le queda muy mal; es un vestido para el trabajo, para las luces de la escena; en esa pieza del hotel se convierte en una especie de coágulo repugnante. -El compañero Bruno es fiel como el mal aliento -ha dicho Johnny a manera de saludo, remontando las rodillas hasta apoyar en ellas el mentón. Dédée me ha alcanzado una silla y yo he sacado un paquete de Gauloises. Traía un frasco de ron en el bolsillo, pero no he querido mostrarla hasta hacerme una idea de lo que pasa."

15 Eylül 2010 Çarşamba

kapılar

Bazen kendimi uçsuz bucaksız bir labirentteymişim gibi hissediyorum. Ama bu, sadece bir çıkış yolu olan, onu bulamazsan sonsuza kadar içinde dönüp durulan, bildik labirentlerden değil. Aksine, kendini gizleyen, yanıltıcı, çoktan seçmeli, tüm dünyayı kaplayan bir labirent. Nasıl mı? Çok kapılı, birbirine koridorlarla bağlı, geniş odalar var burda. Bulunduğum odadaki kapıların bir kısmını açmışım, ordan işime, arkadaşlarımın evine, başka şehirlere gitmişim ve tekrar odaya dönüşü biliyorum, kısa gidiş gelişler. Tabi ki, şimdi bulunduğum odaya da başka kapıları açarak geldim. Bir süre yaşadığım her odada, açmadığım kapılar bıraktım ve geçtiğim odalarda da açtığım kapılar çok sınırlı. Farkındayım, bir ömürde her kapıyı açıp, her odayı göremeyeceğimin; ve bir odaya farklı kapılardan girince farklı zamanlarda, farklı kişilerle karşılaşacağımın. Herkesin etrafındaki kapıları ne kadar gördüğünü, açtığı kapıları ne kadar bilerek açtığını, geçtiği odalardan ve vardığı yerden ne kadar menun olduğunu bilmiyorum. Sanırım ben, bir süre, bulunduğum yerde bu kadar çok kapı olduğunu bile farketmedim. Bunda benim cahilliğim/dikkatsizliğim kadar, kapıların görünürlük farkları da etkili, sanırım. Dikkatsiz zamanlarımda, bana gösterilen kapıları gördüm, arkasında ne olduğunu anlatanları dinledim, kapıları açtım ve geriye de dönmedim. Kapıları açtıkça, koridorda yanımdan geçenleri duymaya başladıkça, okudukça ve görmeyi öğrendikçe, odalarda nerdeyse sonsuz kapı olduğunu anladım. Hala odadaki tüm kapıları görebildiğimi sanmıyorum. Bilmiyorum zaman geçtikçe, diğer odaları görme isteğim azalacak mı? Bunu, zamana bırakıyorum. Şimdi, odadaki renk renk, boy boy kapılardan birini seçip, başka bir odaya geçmeli. Yoksa, odada durup kapıları seyretmeye devam mı etmeli?



----
<< “Arren, bunları düşünerek sessizleşti. Sonra büyücü yavaşca konuşarak, “Yapılan bir eylemin, öyle gençlerin zannettikleri gibi, insanın bir taşı yerden alıp fırlatmasından, o taşın bir yere çarpması veya sıyırıp geçmesinden, böylece de bu işin bitmiş olmasından ibaret olmadığını görebiliyor musun Arren?” dedi. “Taş yerden kaldırıldığında, yer hafifler; onu tutan el de ağırlaşır. Fırlatıldığında, yıldızların dolanımları tepki verir ve vurduğu veya düştüğü yerde evren değişmiş olur. Her eylem, bütünün dengesine dayanır. Rüzgarlar ve denizler, suyun, yerin, ışığın gücü ve bunların hepsinin yaptıkları; tüm hayvanlar ve yeşilliklerin yaptıkları iyi ve doğru olarak yapılmaktadır. Muvazene’nin içindeki tüm bu eylemler. Tayfunlardan, büyük balinaların seslerinden kuru bir dalın düşmesine ve sivrisineğin uçmasına kadar her şey, bütünün dengesi içinde yapılmaktadır. Fakat bizim, dünya ve birbirimiz üzerinde gücümüz olduğuna göre, yaprağın, balinanın ve rüzgarın kendiliğinden yaptığı şeyi öğrenmemiz gerekir. Aklımız olduğuna göre, cahilce hareket etmemeliyiz. Seçme şansımız olduğuna göre, sorumsuzca davranmamalıyız. Ben kim oluyorum da –bunu yapabilecek gücüm olmasına rağmen- insanların gelecekleriyle oynayarak onları ödüllendireyim veya cezalandırayım?”>>
                                                                                               Ursula K. Leguin, En Uzak Sahil, sayfa 74

14 Eylül 2010 Salı

Öykü (2. mektup)


Sevgili A,


Üç mektubunu da aldım. Az önce de telgrafın geldi. Sessizliğim seni fazlaca meraklandırmış, üzgünüm. Günler, tamamen içe dönük geçiyor. Söylediğin “Sağlığım iyi, beni merak etme.” notunu yazıp yollamayı bile akıl edememem, bu yüzden. Cevap yazmadığım mektup tarihlerine bakarak, şimdi hesaplıyorum, on yedi gündür evden dışarıya adım atmamışım. Bu sürenin ne kadarını karanlıkta geçirdiğimi bilmiyorum. Bir sabah yataktan kalkamadım. Kollarım, bacaklarım, beynim, tüm varlığım orda, yatağın içinde hareketsiz, bilinçli bir uyku halindeydi sanki. Rüyalar, sesler, karanlık... Uyanma, uyuma, uyanma, uyuma...Karanlık.

Başlangıcıma dönmeyi dilerken, bu kadar geriye gideceğimi, yaşamın kenarında dolaşacağımı düşünmüş müydüm, bilmiyorum. Ha, bilsem bir şey değişir miydi? Hayır. Yarım yamalak geri dönüşlerden, yalpalamalardansa, dibe vurmak yeğdir. Arafta ne olacağını beklemektense… Hayatın dışına çıkmak diye bir şey varsa, bu oydu. Kaybolmuştum. Geri dönmek için serptiğim ekmek kırıntılarının nerdeyse hepsini, zaman yemişti. Ama tek bir kırıntı bile yönü göstermeye yetti. Mevsimsiz bir hanımeli kokusu… Uyandım. Dönmek güzeldi, günlerdir uyuduğum halde yorgundum. Herşeyi yeniden öğreniyor gibiydim. Parmaklarımın, bacaklarımın, ağzımın kıpırdanışı; sesim, herşey yeniydi. Günün çoğunu camın önündeki berjere oturup dışarıyı ve hareketlerimi seyrederek geçiriyordum.

Bir zaman sonra canım ekmek balığı çekti, hani, yumurtaya bulanıp kızartılmış tombul ekmek dilimlerinden. Çocukluğumda çok severdim. Okuldan geldiğimizde, annem çayı demlemiş, ekmekleri kızartmaya başlamış olurdu, birimiz balkonu yıkardık, yazın sıcağında kuruması on beş dakika sürerdi en fazla. Serinlemiş balkon betonuna ince bir yolluk atar, ekmek balıklarının, çayın ve bir arada olmanın keyfini çıkarırdık. İşte bir ekmek kırıntısı daha! Hatırlıyordum, artık tamamen bu taraftaydım. Evet, tabi ki ekmek balığını yaptım, yanına da bir demlik taze çay. Bu defa balkon yerine, günlerdir kuduz gibi sudan kaçan bedenimi yıkadım. Sonra, keyfime eşlik etsin diye, mektuplarını açtım okudum.

Bu yazdıklarımın seni endişelendirmesini istemiyorum. Gücüm yerine geldi sayılır, yemeğimi de ihmal etmeyeceğime söz veriyorum. Nihayetinde, bu mektubu postalamak için, az sonra sokağa da çıkacağım.

Hamiş: Postaneye gitmişken “İyiyim” diye telgrafımı da yollayacağım :)

Sevgiyle kucaklıyorum seni.
t.

13 Eylül 2010 Pazartesi

ipler ve yeniden doğuş hayali

Bazen bir süreliğine bildiklerimi unutsam, sistematik düşünmeyi bıraksam diyorum. Neden, nasıl, niye diye sorup durmadan sadece karşıma çıkan durumları rastgele seçerek yaşasam. Öğrendiğimin bilincinde olarak öğrendiklerimle değil derdim. Farkına varmadan öğrendiğim, düşünce sistematiğime sızmış bilgilerden şikayetçiyim. Toplumsal değerler, kültür, ahlak, insan doğası, aile terbiyesi diye diye çocukluk masumiyetimin canını okumuşlar. Şöyle “eeeh! yettiniz artık!” diye bir hışımla kalkıp, tüm tanımlarımdan, kurallarımdan, bağlarımdan, bağcıklarımdan silkinesim var. “Çok mu çektin bu saydıklarından?” diye soranlar için cevap : Bilmiyorum. Tam, ülkede yaşayanların genel haline bakarak, o kadar da aklım fikrim bağlanmamış, gözüm kör, ayağım sek sek değil, demek ki fazlaca ezilmemişim diyecekken, vazgeçiyorum. Neden? Çünkü akılla paranın kimde olduğu belli olmaz demiş hazırcevap atalarımız. Hem kişi en iyi, kendini bilir. Boşverelim etrafa bakınmayı, kendimize bakalım o zaman. Bir kere doğduğum ülke, dünyanın toplum baskısı, töresi, adeti bol yerlerinden biri. Ne yapsan başlarken eksi birdesin. Sonra, milattan önce üç binli yıllarda bile çeşit çeşit insanın yaşadığı bir toprak parçasında, bilmem kaç bin yıl olmuş, hala senin ırkın bu, sen bu topraklara şurdan göç ettin diye insanlar ırksal gruplara, onlar da kendi içinde alt gruplara ayrılıyor. Bir tek ırk mı, din var, dil var, şehir var, köy var, okul var, sınıf var... Elbette, istemesen de bu grupların tanımları, kuralları, sıralamaları da bir şekilde kafana tıkıştırılıyor. Etti mi sana bir eksi daha. İnsanı cennetten kovduracak kadar fettan, akıllı, kurnaz, bu yüzden de kontrol edilmeye, ezilmeye yazgılı kadın olunca cinsimiz ... Erkek değilsin ha, e, o zaman hakettin sen bir eksiyi daha! Hepsinin üstüne bir de toplumda pek makbul evlilik kurumuna dahil değilsen, hele de kendini bilmezce tek başına yaşamaya kalkıyorsan eksilerden eksi beğen kendine. Ne yapalım, hazırcevaplar atalarımız ne demiş : “Battı balık yan gider”.

Durum böyle olunca da, aklım fikrim etrafımdakilerin yapma/yap/doğru/yanlış cümleleri, kuralları ile doldurulmuş gibi geliyor. Bir yaşa kadar öğretilse bunlar belki neyse diyeceğim ama ölüyorsun hayat bitiyor bu toplum/ahlak kuralları/ kültürel zorunluluklar bitmiyor. Elbette şikayetim, insandan insana aktarılan yaşanmışlık bilgisinden değil; insanı bağlayan, sadece yaşadığı topluma ve güne ait toplum kurallarından, kültürel zorunluluklardan.

Farkına varmadan öğrendiklerimi çıkarsam, acaba geriye “ben”den ne kalır? Karmaşanın içinde kaybolmuş, kurallarca düzene sokulmuş, bastırılmış tutkularım, hırslarım, korkularım, kötülüklerim, zayıflıklarım ve gücüm ortaya çıkar mı? Doğar mıyım yeniden? Yoksa çoktandır içimde kendi ölü ceninimi mi taşıyorum?

11 Eylül 2010 Cumartesi

Rilke'den Lou Andreas-Salome'ye


Lou Andreas –Salomé’ye


Paris, 26 haziran 1914
…..
Dünyayı benim bu güne dek yaptığım gibi salt göz yoluyla kavrayıp içine sindirmek, bir ressam , bir heykeltraş için daha az tehlikelidir, diye düşünüyorum, çünkü bunlar aldıklarını maddeye dönüştürüp ortaya koymakla rahatlayacaklardır.

Ben kendimi, Roma’daki parkta gördüğüm Anemone’a benzetiyorum : Çiçeğinin yapraklalarını gün boyunca, alabildiğine açmış ve gece olduğunda onları bir türlü toparlayıp kapayamamıştı. Akşamın karanlığında, akıllı kardeşleri, dıştan aldıkları kadarıyla yetinip yaparaklarını kapamışken, onu hala delicesine açılmış yapraklarıyla, bitip tükenmeyen geceden bir şeyler almaya uğraştığını görmek, insanı ürkütüyordu.

Ben de öyle çaresizce dışa dönük, dağınık, hiçbir şeyi itip geri çevirmeden yaşamaktayım; duyularım bana hiç danışmadan, hep rahatsız edici şeylere yönelik…

Ama kim kendisini, önce paramparça etmeden yenileyebilmiştir.

Rainer Maria Rilke

Not: Fotoğrafta Rilke ve Lou Andreas-Salomé , şair Spiridon Drozin ile birlikte Rusya'dadır. (1900)

8 Eylül 2010 Çarşamba

"Sait Faik İçin"

<<
Yaşı kırkı geçti. Geçti ya, on beş yıldan fazla bir zamandan beri adı genç hikayeci diye anılır. Bizim de, hala, genç şair diye anııldığımız gibi. Geçelim…

Bu yazımda neyi anlatmaya çalışacağım? Sait Faik’i mi? Buna pek lüzum yok sanıyorum. Öyle ya, adı sanı duyulmadık bir yazar değil ki. Onu Yaprak okuyucularının hepsi tanır. Bu yazım, olsa olsa, onun yeni çıkmış kitabından haber vermeye yarayacak. “Eh! İşte söyledin söyleyeceğini; bir de kitabın adını ver, yeter.” Diyeceksiniz. Bir bakıma doğru. Bu kitaptaki hikayelerin özellikleri de eski kitaptaki hikayelerinin özelliklerinden pek farklı değil. Ama ne yapalım ki adet olmuş; bir kitaptan bahsederken birkaç da söz söylemek gerek. Yalnız bu iş, Sait Faik’ten bahsedildiği zaman tehlikeli bir iş olabilir. Güçtür çünkü Sait Faik’ten konuşmak; hoşlanmayabilir. Kendisi de bir hikayesinde yazmış ya “Hikayelerimi beğenmezler, üzülürüm; beğenirler, kızarım.” diye. Öyledir, gerçekten.

Ama bırakalım biz onun hırçınlıklarını bir yana da bildiğimizi okuyalım. Gerçi Sait’i sevenler, beğenenler çoktur; bununla beraber sevmeyenler, beğenmeyenler de yok değildir. Mesela derler ki: “Çok savruk. Yazdığını okumuyor. Bir yazar, okuyucunun karşısına çıkarken, kendine biraz çeki düzen verir. Okuyucuya biraz saygı gösterir. Mecburdur buna.” Sait Faik için söylenen sözlerin, galiba en haklısı bu. O savrukluğu sait’te zaman zaman ben de görüyorum. Bir cümlesini anlayabilmek için uzun uzun düşündüğüm oluyor; “Şu cümleyi şöyle kursaydı daha iyi ederdi…” dediğim oluyor. Oluyor ya, bir yandan da biliyorum onun ileri bir dil anlayışına vardığını. Bir sanatkara, fesli redingotlu Babıali dilinin yakışmayacağını anlamış bir yazar, bir sanatkarın halkın dilinden, konuşma dilinden faydalanması gerektiğine inanmış bir yazar olduğunu biliyorum. Onun, dili, tadı tuzu kalmamış, beylik kalıplardan kurtarmaya çalıştığını. Kelimelerle değil de halk dilindeki cümle oyunlarıyla, türlü evirip çevirmelerle zenginleştirmeye çalışıyor. Ama bunu her zaman beceremiyormuş, ne yapalım? Biz beceriyor muyuz sanki? O da bana kaç defa çıkışmıştır. “Böyle kelime kullanılır mı? Böyle Türkçe yazılır mı?”diye. Çoğu zaman hakkı da vardır.

Bir de onun avare, başıboş bir hayat sürüşüne, kahramanlarını da hep o hayatın içinden seçişine tutuluyorlar. İyi ama, ya aradığı insanı o hayatın içinde buluyorsa? Hem Sait Faik’i sırf bu bakımdan beğenenler de az mı?

Kahramanlardan söz açtım da aklıma bir şey geldi. Bir aralık bir yazar ona, gene bu konuda, büsbütün tersine ispatla çatmıştı. Üniversitede edebiyat okutan, ünlü gazetelerimizden birinde de makaleler döktüren, saçı biraz uzun, aklı biraz kısa bir bayandı. Kibar bir bayandı ama! Sait Faik’in kahramanlarını, aşağı tabaka dedikleri, ayak takımı dedikleri, halkın içinden seçmesini hoş görmüyordu. Bayağı buluyordu o işi. O bayan, üşenmese de şu son kitaptaki Baba-Oğul adlı hikayeyi bir okusa. Belki Sait Faik’in, insanı onlar arasında aramasının sebebini bir parçacık anlar. O hikayenin konusunu okuyucularıma kısaca anlatayım :

Bir gazete müvezziinin iki çocuğu varmış. Biri mahalle çocuğu imiş, bir türlü okumuyormuş; öbürü kibar olmak sevdasındaymış, uslu uslu mektebine gidiyormuş. Müvezziin ümidi de o kibar çocuktaymış. Mahalle çocuğu okuyamadığı için gazete müvezzii olmuş, kibar çocuk okumuş. Tıbbiyeyi bitirmiş. Avrupa’ya gidip gelmiş, yurda da büyük bir doktor olarak dönmüş. Dönmüş ama, ne fayda? Külüstür bir gazete müvezzii olan babasını tanımamış bile. Babasına gene, kendisi gibi gazate müvezzii olan çocuk, o okumayan mahalle çocuğu bakmış.

Babası, öbür oğlan için “doktor oldu ama adam olamadı” diyor, hakkı yok mu?

Sair Faik’in anlattığı kibar çocuğu da sevemiyoruz. O da sevmiyor zaten. Sevmiyor sınıfını inkar eden, ona bağlanamayan çocuğu. Bu, kolay kolay küçümsenecek bir şey değil. Muhakkak ki, sınıfını inkar eden kişi, babasını inkar edenden daha kötü kişi. Az mı böyleleri aramızda?

“Peki” diyeceksiniz, Sait Faik o doktor çocukları sevmiyor da kimi seviyor? Açın aynı kitabın elli dördüncü sayfasını. O sayfada “Kınalıada’da bir ev” adlı bir hikaye başlıyor. O hikayede, yazar, uzaktan uzaktan tanıyıp da hoşlanıverdiği bir kızdan bahsediyor. Bilmiyor kızın nenin nesi olduğunu; ama, kendi kendine, şöyle tahminler yürütüyor; diyor ki :

“Küçük kaplamaları simsiyah kesilmiş bir ahşap evde otuduğunu sanıyorum. Evin alt katında kendileri oturur,üst katını yazın kiraya verirler. Arkadaşım dediğim kızın kendi başına bir odası yoktur.

Onu vapurda, ikinci mevkiin tahtaları üzerinde Rumca konuşurken dinlerim.”

Demek Sait Faik, sevdiği insanı, ihtiyar müezziin doktor olmuş oğluna benzeyen kimseler arasından seçmiyor. Fakir fukara arasından, kara ahşap evlerde oturan, geçinebilmek için evlerin iki odasını kiraya veren, bir saatlik vapur yolculuğunu ikinci mevkiin tahtaları üzerinde geçiren kimseler arasından seçiyor.

Şimdi meseleyi daha bir kendimize göre kapatayım. Daha doğrusu Sait Faik için kendime göre bir hüküm vereyim. Hani bir fil hikayesi vardı; körlere filin türlü yerlerini tutturmuşlar da sonra “Anlatın bakalım nasıl hayvanmış şu fil?” demişler. Bacağını tutan “fil bir direktir” demiş, kulağını tutan “ fil bir kumaştır” demiş, dişini tutan “fil bir kemiktir” demiş; benimki de biraz ona benzeyecek. Yazıma başlarken Sait Faik’in gençliğinden, ihtiyarlığından bahsettim. Sonra da muhabbetle anlattığı kahramanlardan birinin bir mahalle çocuğu olduğunu söyledim. Mahalle çocuğu, Sait’in hikayelerinde bir iki tane değilidir; bir çoktur. Bunu, onun bu yaşa kadar değilmemiş mizacına veriyorum. Bence Sait Faik ne genç hikayecidir, ne ihtiyar. Bence o, kırkını aşmış bir mahalle çocuğudur.

Ama sakın bu hükmü onu kötülemek için söylenmiş bir söz sanmayın. Çocuk deyişim ona gençlikten daha genç bir yaş biçişimden, mahalle çocuğu deyişim de onu, ekseri mahalleden yetişenler gibi, halktan bir insan, halka bağlı bir insan sayışımdan ileri gelir.>>

Orhan Veli Kanık, Yaprak, sayı:19, 1950
Orhan Veli, Nesir Yazıları - Varlık Yayınları

Not : Fotoğraftakiler sırasıyla; Sait Faik, Orhan Veli, Sabahattin Eyüboğlu