28 Ocak 2011 Cuma

gündelik

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..







“Bugün pazartesi mi? Kapının, pencerenin durumu
Salıyı gösteriyor.
Salondaki büyük saati sattım
Saatin ölçebileceği
Herhangi bir zaman parçası yok
Gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
Bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
Ne gereği var ki saatin”*

Zorunluluk kelimesi, sizde de isyan etme ve zorunlu olunan şeyden kaçma işteği uyandırır mı? Mesela iş yerinde çalışırken aklınız her fırsat bulduğunda “hadi sokağa çıkalım” der mi?

Kapalı yerde, dört duvar arasında bir daralma, kendini yollara vurma isteği duyar mısınız? Annem duymasın ama bendeki durum biraz da aileden geliyor olabilir. Annem babam için kargoyla bir şey satın aldım diyelim, teslimat adresi olarak onların adresini vermektense, bana getirsinler ben uçağa binip elden teslim edeyim daha iyidir. Hiç evden çıkmayacak bile olsalar, kargoyla göndersem cümlesini tamamlamadan, gezmeye gidebiliriz, ekmek almaya da mı çıkmayalım, saati belli mi ya dışarı çıkmak istersek, evde kalmak zorunda bırakma bizi cümleleri sıralanır. Aynen benim kafamın içinde de biri bıdı bıdı bıdı bıdı zorunluluklardan nefret ediyorum bıdı bıdı bıdı bıdı... Aaa, mantık! Off! Yine elini beline koyup bilmiş bilmiş söylenerek geliyor. “Şekerim sen nefret ediyorsun o nefret ediyor, kimse işe gitmezse n’olcak halimiz düşündün mü? Yok düşünmemişsindir, nasılsa senin yerine düşünen mantık var burda di mi? Sen ancak bana ne bana ne diye omuz silk yakın. Arabaya benzin, üstüne elbise bulamadığında, o bayıldım dediğin Beyaz Fırın eklerlerini yapma zorunluluğundan vazgeçtiklerinde, işte o zaman görmek isterim bu şımarık suratının halini!” Ben kimse bir şey yapmasın demiyorum ki, herkes bir şey yapsın. Yoksa zaman geçmek bilmez, sıkıntıdan patlarız cümleten. Herkes bir şey yapsın da severek yapacağı şeyi yapsın, mesai diye birşey olmasın diyorum. “Yani pastaneler, marketler, mağazalar, alış veriş yaptığın her yer gittiğinde kapalı ya da açık olabilsin, sürekli bir süpriz, şaşkınlık, hayal kırıklığı içinde dolan dur; otobüslerin, vapurların, uçakların saatleri belli olmasın; bankalar çalışanların canları istediğinde açılsın mı diyorsun?” Aman yaa! Tamam demiyorum. Bu düzen böyle sürsün, sen de ancak savunmak için uğraş e mi? Ne olurdu sekiz saat yerine beş, hadi tamam altı saat çalışsak; ya da günde sekiz saatte ısrarlıysanız, gün sayısını azaltsak, sadece haftada dört gün işe gitsek olmaz mı? Vallahi tembellikten ya da işimi sevmemekten değil ama Cervantes’in İspanyol Edebiyatı dersleri, yoga akşamlarımla çakışmasın; spor ve diğer yapılacaklar aynı akşamlara tıkışmasın; sokaklarda aylak aylak gezmeye, kaybolmaya vakit kalsın; yaşamak için kazanılan para, dar zamanlarda değil de, geniş zamanlarda keyif içinde harcansın; düşüncelerin özgürce salınacağı boş zamanlar olsun diye. İnsan boşta kalınca ne yapacağını bilmez olur, sonra yavaş yavaş kendi ritmini, yolunu bulur ya; işte yolumu ve ritmimi bulmaya boşluğum olsun diye.

Neyse ki bugün Cuma, hava günlük güneşlik ve haftasonu hayatımın kadını annemle, İstanbul’da felekten iki gün geçireceğiz. Yoksa herşeyi olduğu gibi bırakıp yola koyulmak işten değildi.
...
Bugün yazının başına otururken, neşeli şeyler yazmaya kararlıydım. Yine olmadı. Herşeye gözümü kapadım derken, kafamın içindeki zaman takıntılı gevezeye yakalandım. Neşeli yazı da haftasonuna kaldı.

“Yeniköy'de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
Bu sabah bu sabah
Oralı olmadı kimse —pazartesi miydi—“*

* Manastırlı Hilmi Beye Birinci Mektup, Edip Cansever

27 Ocak 2011 Perşembe

insan doğası ya da öğrenilen davranışlar

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..




“Doğru yol gergin bir ip boyunca gider; yükseğe değil de, hemen yerin üzerine gerilmiştir bu ip. Üzerinde yürünmek değil de insanı çelmelemek içindir sanki.”*

İnsan davranışında bir şeyi açıklayamadığımızda, aklımız almadığında, tartışmayı muğlak zemine çekmek için ya da kolayımıza geldiğinden, sık sık, olan şeyin insanın doğası gereği olduğunu söyleriz. Omuzlarımızı kaldırıp, ellerimizi çaresizce yana açarak, yüzümüze “yani” ifadesini yerleştirdikten sonra, kabullenmenin verdiği rahatlıkla: “İnsanın doğasında var”, “Bu erkeğin genlerinde olan bir şey”, “Kadınların yaratılışı böyle”, “Anne çocuk/karı koca/baba çocuk/erkek kadın ilişkisinin doğası gereği”, “Onun da doğası bu” deriz. Uçmanın kuşun doğasında olması gibi vazgeçilmez bir şey midir bu yapılan, yoksa öğrenilen/öğretilen bir davranış mıdır? Doğumla birlikte, anne karnının korunaklı sıvısından kurallar denizine akıyoruz. Denizi tek gerçek, kurallarını doğamız bellememiz bundan olsa gerek. Mesela öldürmek ve şiddet gerçekten yaradılışında mıdır insanın? Yoksa, “İnsan dediğin, kendince bir sebep bulur/bulmasa da olur, insan öldürür. Adem’in oğulları Habil’le Kabil’den yani ta başlangıçtan beri, yani doğası gereği” masalları insanın yaptığı kötülüğe bulduğu kılıf mıdır?

Siz içinizdeki kötülüğün genetik şifrenizde yazılı olduğuna inanıyor musunuz? Biri sorduğunda değil, kendinize sorduğunuzda buna ne cevap veriyorsunuz? Kötülük gibi cesaret de öğrenilir kanımca. İnsan, kolaya kaçmayı, genele uymayı, gözünü kapatıp susmayı da seçebilir; kendiyle/etrafıyla uğraşmayı, doğru olanı kaç kişinin arkasında durduğuna bakmadan söylemeyi, olanı biteni görmeyi de.


“Kötü olmak asla bağışlanmaz ama kötü olan yaptığı kötülüğü bilirse bu da bir meziyettir ve en iğrenç olanı aptalca kötülük yapmaktır.”*

*Franz Kafka



26 Ocak 2011 Çarşamba

pencere

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..







“Kim yalnızlık içinde yaşar, ama yine de bazen insan arasına karışmak isteğini duyarsa, kim günün değişik zamanlarını, havadaki, iş durumundaki vb. değişiklikleri dikkate alarak fazla güçlük çekmeden tutunabileceği rastgele bir insan kolu görmek isterse, sokağa bakan bir pencere olmadan uzun süre yaşayamaz.”*

Aysız, yıldızsız, kapalı bir gökyüzü var bu gece. Sokak lambalarının turuncu ışığı gökyüzüne yansıyor. Adam piyanonun tuşlarına tutkuyla dokunuyor**. Şehrin şantiye semtlerinden birindeyim. Pencerenin sağında, dış boyası yazın yenilenen beş katlı eski bir bina; solundaysa ne zaman başladığını bilmediğim ama üç senedir içine tek bir ustanın girmediği ev inşaatı var. Onların arkasında, yüksek bloklar, güvenlikli siteler, aralara serpiştirilmiş yeni inşaatlar, evler, yollar ve insanlar… Uzaktaki evlerin arasından geçen eğimli, dar sokağın tepesinden aşağıya hızla inen arabaların farları, kayan yıldızlara benziyor. Sağdaki inşaatın sağından, çift gidiş gelişli ana cadde geçiyor. Bu, tüm mahalleyi boydan boya geçen, arabaların hız kesmeyip kedi köpek yavrularını ezdiği, insanları da eze yazdığı bir cadde… Görebildiğim iki ucunda, karanlıkta daha da irileşen, iki tane yüksek gerilim hattı direği var. Apartman tarlasında yolunu şaşıran bir kaç kargayı korkutmak için dikilmiş, demir korkuluklar... Gözün gördüğü hiçbir yerde, apartmanların bahçelerine serpiştirilen, bodur ağaç fidanları dışında, tek bir ağaç yok. Köpek sürülerinin sabaha kadar sokakları dolaşıp, bir zamanlar işaretledikleri ağaçları aramalarına bakılırsa; burası binalarla dolmadan önce belki de bir koruluktu. Sokağın başında, beyaz bir servis minibüsü durdu. Zayıf, başını omuzlarının arasına çekmiş bir adam indi içinden. Sigarasını yaktı, hızlı adımlarla gözden kayboldu. Şimdi aynı yerde, ağacını arayan dört köpek…

“Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki, ben Ruhi Bey
Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım.”***


*Sokağa Bakan Pencere, Kafka
***Ben Ruhi Bey Nasılım, Edip Cansever

25 Ocak 2011 Salı

gece, uykusuzluk ve yağmur

“Dedem şöyle derdi hep:”Hayat şaşılacak kadar kısadır. Şimdi belleğimi yokluyorum da, örneğin bir gencin ata atlayarak, mutsuz rastlantılar bir yana, mutlu bir akış izleyerek normal bir yaşam süresinin bile böyle bir şey için yetmeyeceğinden korkmaksızın, en yakın köye gitmeye nasıl karar verebildiğini anlamıyorum”*

Hayatın anlamı ve zaman üstüne uzun düşüncelere dalmak, duvarları gözle görülmeyen bir labirentin içinde kaybolmak gibi. Durduğun yere, baktığın yöne göre sonuçlar değişiyor. Sevgi, hiçlik, sonsuzluk, çaresizlik, bir solukluk, paylaşmalık, anlamsızlık… İnsan düşünmeyi biraz uzatsa, sonuçların çeşitliliğinden, dolaştığı yolların karmaşasından tüm algısı şaşacak diye korkuyor.

Yağmur, aşk, güneş, arkadaşlar, aile, deniz, çocuklar, iş, hobiler algımızı labirentin içinde uzun süre kalıp kaybolmaktan alıkoyar, neyse ki.
Bütün gün “Şöyle bardaktan boşanırcasına yağsa, sokaklar, çatılar, ağaçlar, insanlar bir güzel ıslansak, elimizin yüzümüzün tozu kiri aksa” diyerek beklediğim yağmur, sabaha karşı nihayet başladı. Sitelerin güvenlik görevlileri ve biz birkaç uykusuz çıkarıyoruz, sessizliğin ve yağmurun keyfini.

Yağmur, dağları hatırlatır bana. Çinko çatılı tahta evin içinde günler geceler boyu konuşup duran yağmuru dinleyerek uyumalarımı /uyanmalarımı. Çam dallarından sicim gibi süzülen, ahşabın içine işleyen, çatıda tıpırtısı bitmeyecek sandığım sağanakları. Üç odalı ahşap evin içine hapsolan üç çocuğun, üç ayrı pencerenin pervazına çenelerini dayayıp seyrettiği kırmızı çamur derelerini, çam ağacının kabukları arasında dolanan salyangozları, uzaktaki yoldan tek tük geçen arabaları, saçak altına saklanan serçeleri... Annemin pişirdiği mis kokulu mercimek çorbasını, şekere bulanan ekmek balıklarını, uzun sabah kahvaltılarını; babamın anlattığı masalları; yüzüstü yere uzanıp, dirsekler yerde, eller çenede, pür dikkat dinlenen TRT radyosu çocuk saati programını; uzun zamanları ve sebepsiz neşeyi...

“Sonunda başbaşa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum.”**


Hamiş: Bu yazıya, okuyan herkes kendi yağmur anısını yerleştirsin diye fotoğraf eklemiyorum.

*En Yakın Köy, Kafka
**Bilmez miyim Hiç, Edip Cansever

24 Ocak 2011 Pazartesi

Yaratma Cesareti

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..







Önsöz’den


“Yaşamım boyunca yaratıcılığın büyüleyici soruları aklımdan çıkmadı. Bilim ve sanatta özgün bir fikir, bilinçdışından niye şu anda "fırlayıveriyor?" Yetenek ile yaratıcı edim (act) ve yaratıcılık ile ölüm arasındaki ilişki nedir? Bir mim ya da bir dans, neden böylesi bir tad veriyor? Homer, Truva Savaşı gibi külliyetli bir olguyla karşılaştığında, bunu nasıl tüm Yunan uygarlığının ahlakı için yol gösterici olan bir şiire inceltti?

Bu soruları kenarda duran biri olarak değil, sanata ve bilime bizzat katılan biri olarak sordum. Bu soruları, mesela, kâğıt üzerindeki iki rengin önceden tahmin edilemeyecek bir üçüncüyü doğuruşunu görmenin heyecanından çıkarıp sordum. İnsan olmanın ayırdedici özniteliği, onun, evrimin yakıcı koşuşturması içinde bir an için durup, Altamira ya da Lascaux'daki mağara duvarlarına bizi hâlâ hayranlık ve huşu içinde şaşkınlığa düşüren şu kahverengi-kırmızı geyik ve bizonları resmetmesi değil mi? Bizzat güzelliğin kavranışının, doğruya giden bir yol olduğunu düşünün; "zarafet"in –fizikçilerin buluşlarını anlatmada kullandıkları anlamda– nihai gerçekliğin bir anahtarı olduğunu; Joyce'un, sanatçının, "soyunun yaratılmamış vicdanı"nı yarattığını söylerken doğruyu söylediğini düşünün!”

Bölüm I’den

“Bir çağ ölürken, yenisinin henüz doğmadığı bir zamanda yaşıyoruz. Cinsel törede, evlilik biçimlerinde, aile yapılarında, eğitimde, dinde, teknolojide ve modern yaşamın neredeyse tüm diğer yüzlerindeki kökten değişiklikleri görmek için çevremize bakınınca, bundan şüphemiz kalmıyor. Ve tüm bunların gerisinde biraz uzağa çekilmiş olan ve asla yok olmayan atom bombası tehdidi var. Bu sarsıntı çağında duyarlıkla yaşamak gerçekten cesaret istiyor.

Bir seçimle yüz yüzeyiz. Dayanaklarımızın sarsıldığını hissedince kaygı ve panik içinde geri mi çekileceğiz? Tanıdık sularda demir taramanın ürküntüsüyle kaskatı kesilip, tutukluluğumuzu duygusuzluğumuzla mı örtüp saracağız? Böyle davranırsak geleceğin biçimlendirilmesine katılma şansımızdan feragat etmiş olacağız.: Kendi evrimimizi, kendi farkındalığımızla etkileyebilmeyi. Tarihin kör silindirinin önüne uzanıp, geleceği daha insanca ve asil bir toplum kalıbına dökme şansımızı yitireceğiz.

Yoksa gerekli cesareti toplayıp, kökten değişiklik karşısında duyarlılığımızı, farkındalığımızı ve sorumluluğumuzu koruyabilmek için zorunlu olduğumuz cesarete sımsıkı sarılabilecek miyiz? Küçük ölçüde de olsa yeni toplumun biçimlendirilmesine bilinçle katılabilecek miyiz? Umudum seçimimizin bu ikinciden yana olması, çünkü söyleyeceklerimi buna dayandıracağım.

Yeni şeyler yapmaya çağrılıyoruz, ayak basılmamış bir toprakla yüzleşmeye, kimsenin gidip de bize yol göstermek için dönmediği bir ormana dalmaya çağrılıyoruz. Bu, varoluşçuların hiçliğin kaygısı dedikleri şey. Geleceğe doğru yaşamak bilinmeyene sıçramak demektir; bu da, hâlihazırda emsali olmayan ve pek az kişinin kavradığı dereceden bir cesaret gerektirir.

Bu cesaret, umutsuzluğun karşıtı olmayacaktır. Tıpkı bu ülkede yaşayan her duyarlı kişinin son 20-30 yılda karşılaştığı gibi, umutsuzlukla sık sık yüz yüze geleceğiz. Bu yüzden Kierkegaard, Nietzsche, Camus ve Sartre cesaretin umutsuzluğun yokluğu olmadığını ortaya attılar; cesaret, daha çok, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir.

Gerekli olan cesaret salt inatçılık da değildir –mutlaka başkalarıyla birlikte yaratmak durumunda kalacağız. Fakat eğer kendi özgün fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız. Bütüne katkıda bulunmadığınız için ihanetiniz toplumumuza da karşı olacak.”

Yaratma Cesareti, Rollo May, Metis Yayınları (2008)
Orijinal Basım: The Courage to Create (1975)



22 Ocak 2011 Cumartesi

"anlat birer birer tut ellerimden"

Sevgili Okuyucular
Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..




“Kim bilir neler neler geçti başından
Kimse böyle yalnız olamaz
Anlat birer birer tut ellerimden
Kimse böyle küskün olamaz”*

Hatıra fotoğraflarımızı siyah beyaz çektirmiyoruz. Dijital teknoloji çağında olduğumuz için, renkli film de kullanmıyoruz. Artık mektuplarımızı, sohbetlerimizi, aşklarımızı, anılarımızı ve fotoğraflarımızı sanal ortamda saklıyoruz. Kâğıt israfından kurtulduk, bedenlerimizi sanal ortama taşımayı da başarırsak, Tamtasarrufludijitalteknolojiçağı’na geçmiş olacağız. Çocukluğumda evin hazinesi bellediğim fotoğraf kutularını önüme alıp hayal kurmayı çok severdim. Şimdiyse e-postalarla gidip gelen fotoğraflarım, bilgisayar ekranında sararıyor.


“Her bahar öncesinde
Kardelene dönüşmeyi
Kopmayı koparılmayı anlat”*

Ama, gündelik hayatı bilgisayarsız ve internetsiz düşünemeyen biri olarak, dijital teknolojilere haksızlık da etmek istemem. Hele de bu hafta Vivian Maier’in muhteşem siyah beyaz fotoğraflarıyla beni  tanıştırmışken. Bin dokuz yüzlerin ortasında, Şikago’da yaşayan insanlardan şimdiye yansıyan anılar... Yaşamın hiçliği içinde süreklilik… Çekilip saklanan yüz binden fazla fotoğrafla birlikte yeniden hayata dönmek. Bedensiz, siyah beyaz, etkileyici bir dönüş…

Saat 01.35. Sanal dünyada bir fotoğraf kutusu açıyorum. Ben ona Şebnem Ferah dinletirken, Vivian Maier de bana Şikago’yu gezdiriyor.



“Karanlıkla dans etmeyi
Sonra ölmeye yatmayı
Kahpe dünyayı anlat”*


*Şebnem Ferah’ın “Yalnız” şarkısını dinlemek için:

Görseller: Google Image

21 Ocak 2011 Cuma

“Yakındoğu’da İhanet” Galata Perform’da

“Human being are members of a whole,
In creation of one essence and soul.
If one member is afflicted with pain,
Other members uneasy will remain.
If you've no sympathy for human pain,
The name of human you cannot retain”*

Sevgili Okuyucular,
Blogum bugün itibariyle www.rengarenkvesiyah.com adresine taşınmıştır. Yazılarımı yeni adresten yayınlamaya devam edeceğim.
Yeni yerimizde görüşmek üzere

Bu hafta Istanbul, kış ortasında günlük güneşlik. Biz aldanmaya dünden razı insanlar, fırsat bu fırsat deyip bıraktık kendimizi parlaklığa, maviye, toz pembe hayallerimize. Her çağda, her ülkede yaşam ağır gelmiştir birilerine elbette. Ama ben yaşadığım yılları, ülkeyi, dünyayı bilen olarak, arada bir aldanışa bırakmasam kendimi; güneşin parlaklığını eşyanın parlaklığı, insanın aydınlığı sanmasam, soluksuz kalıp ölmekten ya da aklımı yitirip divane olmaktan korkar oldum.

İnsanın durup kendine ve yaşadığı zamana baktığı, gerçekle gözgöze geldiği anlar, yaşamın karadelikleridir. Tüm enerjiyi soğuran, içine düşünce dönüşeceğiniz, karanlık, güçlü bir hiçlik... Biliyordum, bu akşam ne güneşin enerjisi, ne de zamana ve şehre yabancılaşmak için Galata’da saatlerce dolaşmak işe yaramayacaktı. Çünkü bu akşam, “Yakındoğu’da İhanet”in içinde, göz göze gelip, tükenerek dönüşmeyi seçmiştim,.


Özen Yula’yı okuyanlar bilir melodik bir yazı dili vardır yazarın. Okurken, seçtiği kelimelerden çıkan müziği, kelime değişse tınının değişeceğini anlayacak kadar net duyarsınız. Yormayan, sade, katmanlı ve etkili bir dil... İlk kez okuyorsanız, cümlelerin akıp gittiği bu keyifli okumada neyin etinizi çimdiklediğini, iç organlarınıza kimin tırnaklarıyla çizikler attığını hemen anlamayabilirsiniz. Hatta kitap bittikten sonra duyduğum müzikten geriye kalan acı da neyin nesi dersiniz. Ancak dikkatli okur, o müziğin kulakta ve kalpte başka duyulduğunu fark eder. Duyduğu acı, yazarın, başkalarının acılarından bize ulaştırdığıdır. Dışlanmışlık, başkalık, toplumun yükledikleri, iktidar, insanın insanlıktan çıktığı haller, sıradan insan halleri, görmezden geldiklerimiz, her gün sokakta yanımızdan geçen kadınlar adamlar çocuklar, ülke ve dünya dertleri... Şen tınıların altında akıp giden pis kokulu deredir midemizi buran. Görmezden gelmenin utancı, bir şey yapamamanın çaresizliği, geleceği düşününce hissedilen umutsuzluk tırnaklarını geçirir etimize.

“Yakındoğu’da İhanet”i izlerken tanıdık coğrafyalarda, tanıdık insanlar, tanıdık kelimeler, tanıdık ölümler, tanıdık acılarla yüzleşeceksiniz. Ne kadar acı verse de insanın kendiyle ve yaşadığı yerle yüzleşmesi iyidir. Kendi adıma, içimde biriken iltihabı katılaşmadan akıtmanın yoludur bu. Oyundan sonra metinden kelimeler dönüp duruyor zihnimde. İç organlarımda tırnak izleri… Yakındoğu’da doğmuş herkes gibi hayatın acı olduğunu, tesadüfen yaşadığımı ve tesadüflerle lutuflar arasında bedenimi hırpalamadan yerleştirecek bir alan açmak için çırpınıp durduğumu, ne yazık ki bundan sonra da nereye gidersem gideyim buralılığımı yanımda taşıyacağımı kavrıyorum, bir kez daha. Bir kadeh şarap etimin sızlamasını, “Pazar Sabahı Klasikleri” de beynimdeki uğultuyu azaltacak. Dinlenmeliyim, çünkü yarın, Yakındoğu’da yeni bir sabah kendini tekrarlayacak.

Yazarın, "Yakındoğu" üçlemesinin ilk oyunu olan "Yakındoğuda İhanet"i, Melis Tezkan ve Okan Urun’den oluşan "biriken" topluluğu (http://www.biriken.com/), video ve oyuncunun birlikteliği olarak tasarlamış. Galata Perform’da (http://www.galataperform.com/) sahnelenen “Yakındoğu’da İhanet”i, Ocak ayında izleyemedinizse; Şubat ayı gösterimlerini kaçırmayın derim.

Ve, oyunu izleseniz de izlemeseniz de, ara sıra açıp okumak, kim olduğumuza ve nerde yaşadığımıza dair düşünmek için oyun metni kütüphanemizin bir köşesinde durmalı, kanımca.


Hamiş: Pazar Sabahı Klasikleri’nin içindeki müziklerden kısa bölümler dinlemek isterseniz:

* Fars edebiyatının en iyi şairlerinden biri olarak kabul edilen Saadi Şirazi (1184-1283)'in bir şiirinden alıntıdır. Maalesef şiirin adını bulamadım.

Görseller: Galata Perfom'un web sitesi ve Google Image'den

20 Ocak 2011 Perşembe

El Pais 2010 Yılı Kitap Seçkisinden

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..


Adettendir sene sonunda “Yılın Kitapları” adı altında bir seçki yayınlar edebiyat dergileri, gazeteler. Türkiye’de yayınlanan listelerde, değerlendirmenin nasıl yapıldığını bilmiyorum. Bu sene, biten yıla ait her tür listeye aklımı ve gözümü kapattığım için bizde hangi kitaplar, yazarlar seçilmiş haberim de olmadı. Çok satanlar ve popüler yazarlarla okur olarak aram pek yok. Önyargıların kötü olduğunu biliyorum. O yüzden tamamen görmezden gelmiyorum. Ama çoğu zaman hızlı tüketilen kitaplar beni beslemekten çok yoruyormuş gibi geliyor. Neyse... Onun için, yeni kitaplarla ve yazarlarla tanışmam ya kitapçıda dikilip elime aldığım kitapları aralardan okuyarak, ya beğenisine güvendiğim birinden duyarak, ya da tesadüflere kendimi bırakarak oluyor.

Bu kadar uzun girizgah, bu yazıya bir liste eklemek içindi. Hem ciddiye almam deyip, hem de liste eklemek de neyin nesi diyeceksiniz? Açıklamaya çalışayım. Malum, dilimiz dünya ile aramızdaki sınırı çiziyor. Her dilde, dünyanın her ülkesinde basılan kitaplardan, ancak yayınevlerinin seçip Türkçe bastıkları bize ulaşıyor. O yüzden arada bir başımı çevirip anlayabildiğim dilleri konuşan insanlar ne yazmış, neler okumayı seçmiş bakmak bana iyi geliyor. Aşağıdaki liste İspanyol gazetesi El Pais’in kitap eki Babelia tarafından, 55 eleştirmen ve edebiyat/kültür dergisi yazarının fikirleri temel alınarak hazırlanmış. Beşer kitaplık sekiz altbaşlık, toplam 40 kitap. Merak edenler, bu listeye ve daha detaylı bilgi yazının aslına bu adresten ulaşabilirler: http://www.elpais.com/especial/libros

“I would that we were, my beloved, white birds on the foam of the sea!
We tire of the flame of the meteor, before it can fade and flee;
And the flame of the blue star of twilight, hung low on the rim of the sky,
Has awakened in our hearts, my beloved, a sadness that may not die.”*

Listedeki yazarlardan isim olarak tanıdıklarım var ama okuduğum hiç olmamış. İçlerinden on eseri paylaşayım. Eğer okuduğunuz yazarlar varsa, yorumlarınızı okumak beni mutlu eder.

1- “Verano” (Yaz); J. M. Coetzee (Anı); Yazarın pek çok kitabını Can Yayınları basmış.
2- “Poesía reunida” (Tekrar Birleşmenin Şiiri); William Butler Yeats (Şiir); Şairin “Kelt Şafağı” adlı kitabı Dost Yayınları, “Dibbuk” adlı kitabı İz Yayıncılık tarafından yayınlanmış.

3- “Blanco nocturno” (Beyaz Gece); Ricardo Piglia (Roman); Yazarın “Suni Teneffüs” adlı kitabını Ayrıntı Yayınları basmış.

4- “El sueño del celta” (Kelt’in Rüyası); Mario Vargas Llosa (Roman); Yazarın pek çok kitabını Can Yayınları basmış.

5- “El amor verdadero” (Gerçek Aşk); José María Guelbenzu (Roman)

6- “Retratos y encuentros” (Portreler ve Buluşmalar); Gay Talese (Günlük)
7- “Algo va mal” (Kötü Şeyler); Tony Judt (Deneme); Yazarın “Savaş Sonrası” adlı kitabı Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış.

8- “Dublinesca” (Dablinli); Enrique Vila-Matas (Roman); Yazarın “Bartleby ve Şürekası” adlı kitabı Doğan Kitap tarafından basılmış.

9- “Tarde o temprano” (Erken ya da Geç); José Emilio Pacheco (Şiir)

10- “Esencia y hermosura” (Varlık ve Güzellik); María Zambrano (Ders Notları)


Ben isterdim ki deniz köpüklerinde beyaz kuşlar olalım!
Sönüp giden meteorun alevi bezdirdi bizi, sevgilim;
Ve tükenmez bir keder uyardı kalplerimizde, seherin o mavi
yıldızının, sevgilim, göğün çerçevesinden ufka inen alevi.”**
 

* The White Birds, William Butler Yeats
** Çeviri : Osman Tuğlu



19 Ocak 2011 Çarşamba

kendime


“Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi
Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş”*

Gözlerimi kapatıyorum, gül bahçesindeyim. Yumuşak yapraklı pembe güllerin hemen üstünde incecik bir buğu... Güneş doğalı çok olmamış. Kokuyu içime çekerek yürüyorum, her yer pembeye kesmiş, başı sonu görünmüyor. Bahçenin sınırlarını bilmemek beni rahatsız etti. Bu anılarımdaki görüntülerden çağırdığım bir bahçe değil, o yüzden nerdeyim bilmiyorum. Hayalin ilk dakikasında hissettiğim huzur yerini, zihnimi dolduran sorulara ve tedirginliğe bıraktı. Ya acıkırsam, ya akşama kadar burdan çıkamazsam? Sabaha kadar burda bahçede uyumadan...yolu bulmalı. Güllerin kokusu telaşlandıkça midemi bulandırmaya başlıyor. Koşuyorum. Telefon çalıyor. “Yes, I sent those documents by e-mail. Two hours before. Oki, will send them again”

Hayatı akışına bırakamamak bu olsa gerek: Hayalin için de bile olduğu yeri, nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeyi istemek. Belki de düşünmeden, planlamadan çıkıp gitme isteğim, bilmeye takıntılı aklımdan bıkmış ruhumun hayali. Herşeyden emin olup, kendimi sağlama aldıktan sonra bu hayatın döngüsünden başka bir döngüye adım atacaksam, bu aslında bir esaretten özgürlüğe geçiş değil de, yine detay detay kendimin oluşturduğu başka bir esarete geçiş olmuyor mu? Kozanın rahatlığı, rutinin kolaylığı, bilmenin verdiği salıvermişlik... Tedirgin olmayacak kadar kısa süren hayallerle avunmak. Bir ömre sığmayacak şeyleri isteyip, kendimi ömür törpüsü bir rutine bırakmak. Yoksa herşey bir zaman sonra rutine ve döngüye dönüyor da, bana konfor mu batıyor?

Rengarenk ve Siyah’a yazı yazmak, aslında omuzlarımdan tutup kendimi silkelemek. Yollara düşmek, düne ait herşeyi dünde bırakıp, ince ince planlamadığım bir hayatta “ben”i ve “anlamı” aramak, hiçlikte kim olduğumu sormak kendime... Yazmak, biraz da kendimi ikna etmek. İkna olur gidersem, yanımda yine yazı olacak. Bize, korkmamak için yüksek sesle kendime anlattıklarımı yazacağım.

“Dünle beraber
Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım”*

* Hergün Bir Yerden Göçmek, Mevlana


Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..





18 Ocak 2011 Salı

“Vira vira demir aldı dünya”

Sevgili Okuyucular
Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere...



“Balıklar için deniz lazım
Sevişmek için işsiz olmak
Ve geceleri yatakta
Duymamak için tabanların sızısını
Zengin olmak lazım”*
 

İşte kış ortasında bahar. Dün, yağmurda, ruhumun kuytu köşelerine bakarken, bu sabah bile isteye baştan çıkıyorum. Şaşkın kayısı ağaçları gibi çiçeklenesim, başımı gökyüzüne kaldırıp ha düştüm ha düşeceğim diye avare dolaşasım var. Güneş yokken çirkinliği, sakatlığı ile apacık duran herşey, akşamdan sabaha yundu yıkandı parladı sanki. Pencereyi açınca yüzüme vuran soğukla, bahçedeki yapraksız ağaç da olmasa, hepten kanacağım güneşe.

Bugün ne iş sıkıntısı, ne gelecek kaygısı, ne uykusuzluk, ne memleket meseleleri, ne yorgunluğum, ne içimdeki umutsuzluk gelecek günlere dair... Bugün, içimde kaynağı güneşten bir ışıltı, hayatta olduğuma minnet... Bugün avareliğe adandı, taze demlenmiş çayın tadına, göğün mavisine, sebepsiz gülüşlere...

“Oysa ıslık çalmak için
Bir şey lazım değil”*

*Islık Çalmak,Melih Cevdet Anday

17 Ocak 2011 Pazartesi

kaybolmak güzeldir

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..




“Yol bulunmayan yerde dolaşın. Kaybolmak gibi güzel bir armağan olamaz. Bir yolun birçok ifade tarzı olduğunu fark edin: yaratıcılığı aramak, sezgiye teslim olmak, bir ilişkinin izini sürmek. Birini seçin ve bugün yolu olmayan yolda kaybolun.”

On sene önce, Remzi Kitapevi’nde geçirdiğim bir günün sonunda, kendime, üstünde Budizm, Şamanizm, Hinduluk, Müslümanlık, Yahudilik, Hıristiyanlık, Kızılderili ..vs inançlarından alıntıların yazılı olduğu, resimle süslenmiş 50 kartlık bir deste hediye etmiştim. Bazen, gözümü kapatıp, içinden bir kart seçiyorum. Cuma akşamı seçtiğim kartta, “kaybolmak güzel bir armağandır” yazıyordu. Çin felsefesinden bir alıntı…

Kart, tarifle yol bulamayan, on dakika uzakta bir yere giderken kaybolup, saatler sonra “köprüden önce son çıkış” okuyla karşılaşınca “Yaşasın! Bildiğim bir yere geldim.” diye sevinen, şehrin sokaklarına asla hâkim olamayacağını bilip, yıllardır yaşadığı şehirde turistliği kabul etmiş birine “yolu olmayan yerde kaybolun” diyordu. Kaybolmak ve olduğum yerin keyfini çıkarmak…

Düşüncenin dolambaçlı yollarında değil de şehrin sokaklarında ve zamanda kaybolmayı seçiyorum. Kapalıçarşı’da, 64 cadde, iki bedesten, 16 han, 22 kapı, 3600 dükkânın arasında, şimdide ve 550 yıldan beri süren akışın içinde...

İç Bedesten ya da Cevahir Bedesteni kesin kabul görmese de büyük olasılıkla Bizans’tan kalma bir yapıymış. Yeni Bedesten ya da Sandal bedesteninin inşasına ise 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet döneminde başlanmış. Asıl büyük çarşı, Kanuni Sultan Süleyman tarafından ahşap olarak inşa ettirilmiş. Eski zenginlerin mücevher , kıymetli maden , kürk ve murassa silah gibi değerli eşyalarının yanı sıra devlet hazinesinin büyük kısmı da buralardaki kasalarda muhafaza edilirmiş. 1461 Çarşının kuruluşu olarak kabul ediliyor. 550 yıllık bu ticaret merkezi, yirmiden fazla yangın ve deprem görmüş, bugünkü halini ise 1894 depreminden sonra yapılan tadilatla almış.

Camlar, ipekler, halılar, çiniler, altınlar; renkler ve diller arasında, yüzlerden bir yüz oldum. Bilmeyenin kendi başına asla içinden çıkamayacağı bir labirent olduğu söylenen Fez Kapalıçarşı’sının dar sokaklarını hatırladım. Etrafımdaki yüzlere, beş yüz elli yıl boyunca İstanbul’a gelen, çarşının sokaklarında dolaşan ve bu dükkânlarda yaşayan insanları düşünerek baktım. İstanbul güzel bir şehir, kaybolmak bir armağandı. Sokaklardan birinde, çarşının ritmini dinleyerek bir fincan türk kahvesi içtim. Yaşadığım şehir ve bana verilen armağana minnetle…

14 Ocak 2011 Cuma

“Tanrının gölgesi kavuştuğunda, yeryüzü tarafından uyandırılır insan”

“İnsan duvarları olmayan tapınakta
Bir gece uyusa
Sanıyor ki kederi azalacak.
Ama yetmiyor”*

Bazen size de hayatı yaşamak yerine ıskalamayı, seyretmeyi seviyormuşsunuz gibi geliyor mu? Camın korunaklı kısmında durup dışarıyı izlediğinizi, bilgisayarda dünyalar kurup dünyalar yıktığınızı, televizyonun karşısında omurgayı yerçekimine bırakıp hımbıl hımbıl oturup saatler geçirdiğinizi düşünüyor musunuz? Bir heyecanla seyretmek istemiyorum, işte ayağa kalktım hayata karışacağım derken, güçlü bir elin, iç sesinizin, tembelliğin, tedirginliğin, adı neyse bilmediğiniz bir şeyin sizi yavaşça omuzlarınızdan tutup yerinize oturttuğu, usulca sırtınızı okşayıp, gözlerinize uykunun mahmurluğu çökünceye kadar mırmır birşeyler söylediği oluyor mu?

Kış, doğanın yeniden doğmak için uykuya çekildiği, renklerin solgunlaştığı, herşeyin/herkesin soyunduğu, böylece çirkinliklerin ve kusurların açık edildiği mevsimdir bana göre. Kışın güneş, dokunduğu her şeyi parlatıp, olduğundan güzel göstermez. Solgun ışıkta herşey olduğu gibidir, çıplak. Işıltılar, iç gıcıklayan kokular, halüsülasyonlar yoktur. Nasıl yapraklarını döken ağaçların cılız, hastalıklı dallarırı budanır; baharda güçlenmiş ve arazlarından arınmış olarak yeniden filizlenmesi beklenirse; ben de yansımaları, korkuları, hastalıklı düşünceleri buduyorum zihnimden. Üstümden ‘ama’ları, ‘çünkü’leri, satır aralarıma gizlenmiş mazeretleri çıkarıyorum. Solgun ışıkta kendime, etrafa, insanlara bakıyorum. Çıplaklığın açık ettiği çirkinlikleri, sakatlıkları, kafası dizlerinde, aklı parmak ucunda, gözü felfecir, dişleri törpülenmiş, bedenleri yaralı, akılları kayıp insanları görüyorum. Ah! Baharda güçlenmiş, arazlarımızdan arınmış olarak filizlenmek için, yetmiş milyon toplansak söyle memleketin orta bir yerinde; birbirimize yardım edip teker teker aklımızı, gözümüzü, vicdanımızı yerlerine koysak; hastalıklı düşüncelerimizi ortaya döküp bir güzel süpürsek; paranoyaları, yanılsamaları, pisliği temizlesek üstümüzden; topluca ölmeye değil tazelenip yeniden doğmaya deyip dönsek kendimize. Günlerce yağmur yağsa, bir ay kar kalkmasa sokaklardan, biz yunsak, arınsak, bahar güneşi yüzümüze vurduğunda tomurcuğa dursak. Bazen size de hayatı yaşamak yerine ıskalamayı, seyretmeyi seviyormuşsunuz gibi geliyor mu?


“Orada uyudu öylece.
Gözlerine kara bir fular çekti ve taşın huzurunu istedi taşlardan.
Duvardaki ağzı açık kartallara ve dili olmayan dişsiz kurtlara baktı.
Ve çatıya çevirdi başını.
Çatıda gizlenen eski ay.
Güneşi tanıyan.
Onu bırakıp bırakmayacağımı sordu.
Bin yıl.
Aynı gün, aynı uyku.
Tanrının gölgesi kavuştuğunda,
Yeryüzü tarafından uyandırılır insan.”**

*Beyaz Mesela, Bejan Matur
**Taşın Huzuru, Bejan Matur


Görsel (2): NASA web site

13 Ocak 2011 Perşembe

Kalabalıklar, Baudelaire

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara www.rengarenkvesiyah.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..





“Çokluk denizinde yunmak herkese vergi değildir: bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak; beşiğinde bir periden kılık değiştirme ve maske zevkini, ev kinini, yolculuk tutkusunu almış kişi, yalnız o kişi, insan tütünün sırtından bir canlılık sarhoşluğuna dönüştürür bunu.

Kalabalık, yalnızlık: etken ve verimli ozanın birbirleriyle kolayca değiştirebileceği eşit deyimler. Yalnızlığını kalabalıkla doldurmasını bilmeyen kişi telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.

Ozan şu benzersiz ayrıcalığın, gönlü istedi mi kendi kendisi, istemedi mi başkası olabilmenin tadını çıkarır. Diledi m herkesin kişiliğine bürünür, kendilerine bir beden arayan, başıboş ruhlar gibi. Yalnız ona açıktır her şey; kimi yerlerin ona kapalı gibi görünmesiyle, onun için girmek çabasına değmediklerindendir.

Yalnız ve düşünceli gezgin bu evrensel kaynaşmada eşsiz bir sarhoşluğa erer. Kalabalıkla kolayca kaynaşan kişi ateşli hazlar tadar, kutu gibi kapalı bencil ile istiridyeler gibi evine çekilmiş tembel bu hazlardan yoksun kalacaktır. Yalnız ve düşünceli gezgin karşısına çıkan bütün uğraşları, bütün sevinçleri, bütün yoksunlukları kendininmiş gibi benimser.

Bu anlatılmaz şölenle karşılaştırılınca, ortaya çıkan beklenmedik olaya, geçen yabancıya kendini bütünüyle, bütün şiiri, bütün yardımseverliğiyle veren ruhun bu kutsal orospuluğuyla karşılaştırılınca, insanların aşk dedikleri şey çok küçük, çok sınırlı, çok zayıf kalır.

Bu dünyanın mutluluklarına bazı bazı kendi mutluluklarından daha üstün, daha geniş, daha derin mutluluklar bulunduğunu anımsatmakta yarar vardır, sırf budala gururlarını sarsmak için bile olsa. Sömürge kurucuları, halk önderleri, dünyanın ta öbür ucuna göç etmiş misyoner papazlar bu gizemli sarhoşluğu biraz bilirler kuşkusuz; dehalarının sağladığı geniş ailenin kucağında, çok sallantılı yazgıları, çok arı yaşamlarından dolayı kendilerine acıyanlara da gülerler herhalde.”

Kaynak: PARİS SIKINTISI, Charles Pierre Baudelaire; Çeviri: Tahsin Yücel (Adam Yayınları)

12 Ocak 2011 Çarşamba

Ütopya

Sevgili Okuyucular
Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..


“Bırak sökük kalsın rüzgâr, bu zırdeli düşün içinde
gerçeğin ne anlamı var.
Biz zırdeli bir düşün içinde kavrulmuş kurumuş iki fıstık gibi
Yatalım uyuyalım uyanalım kalkalım”*

Ütopya hem okunurken tınısını, hem de aklıma getirdiklerini sevdiğim bir kelimeydi. Olmayacakmış gibi gelen şeylerin olabileceğine inandırırdı beni. Bir şey hayal etmek değil; hayalin ötesinde, yeni bir yaşam kurmak, o yaşama inanmak ve olması için uğraşmaktı. Tüm sihirlerin içine saklandığı küçük, göz kamaştırıcı bir damlaydı.

Hayatın toz dumanında, o küçük ışığı görmez olmuşum. Üstüne düşünmeyince, kelimeyi de unutmuşum. Bu akşam, kitaplıktaki romanlardan birinin arkasında karşıma çıktı. Aklıma ilk gelen ütopya fikri: “Adil ve açık bir devlet düzeninde yaşayan, önyargısız, güleç yüzlü, birbirini dinlemeye ve anlamaya açık insanlardan oluşan bir ülke”, bana ne kadar da umutsuz olduğumu gösterdi. Yazık, on yıllardır ülkede yaşanan ağır, pis kokulu, karanlık, seviyesiz, karamsar ve acı dolu olayların yorduğu ruhum, ütopyasını da küçültmüştü. Bazı ülkelerde yaşanan hayatın bizim için bir ütopya olması… Midem, beynim ve boğazım buruluyor sanki. Bir yandan bağırarak ağlamak, bir yandan kusmak, bir yandan avazım çıktığı kadar bağırıp önüme çıkan herkesi omzundan tutup silkeleyerek “Ütopya değil bu, mümkün, hatta bazı ülkelerde sıradan bir durum!” demek istiyorum.

Üniversite bittikten sonra, yurtdışına gidecek arkadaşlarla kalacaklar arasında şuna benzer konuşmalar olurdu.

- Bu ülkedeki insanların vergisiyle okuduk. Kalıp burada üretmeli, burada bilim yapmalı, bu toplumdan aldığımızı geri vermeliyiz.
- İyi de bu ülke bana üretmek, bilgimi ve eğitimimi kullanmak için ortam sağlamıyor ki. Benim düşündüğümü bile duymaya tahammülü yok, bilgi ve üretim sadece yaşadığın toplum için değil insanlık içindir. Kim imkân, ortam hazırlarsa, kim seni duymaya istekliyse, oraya gider ona anlatırsın.
- Evet, haksız sayılmazsın ama hepimiz gidersek, bir gün bu ülkede her şey daha da kötüye gitmez mi? Kalmak, uğraşmak, değiştirmek, bunlar ütopya değil, mümkün.
- Sen bunu tercih ediyorsan saygı duyarım, umarım değişir bir şeyler, o zaman ben de dönüp burada düşünmeye ve üretmeye devam ederim. Ama bu dünyaya bir defa geliyorum, kendim olabildiğim, bilgimi kullanıp üretebildiğim yerde yaşamak istiyorum.

Kalanlar neyi değiştirdi, bilmiyorum. Kalanlar, ruhlarını beslemek şöyle dursun, sadece soluk aldırabilmek için bile uğraşmak zorundalar, biliyorum. Değdi mi, sanmıyorum. Gitmek için ya da sihrini içinde saklayan göz kamaştırıcı ütopyalar için geç mi, asla.

“Değil mi ki, bir yere kilitlenmiş
Bir küçük iyiliktir aşk,
Değil mi ki, billurdan bir yalan dünya
Bırak ersin o tamama
Gel bak tepeden bir nehir manzarası
göstereceğim sana.”*

*Nehir Manzarası, Birhan Keskin

10 Ocak 2011 Pazartesi

“Tehlikeli Oyunlar”, Seyyar Sahne’de

---

Sevgili Okuyucular,
Blogum bugün itibariyle www.rengarenkvesiyah.com adresine taşınmıştır. Yazılarımı yeni adresten yayınlamaya devam edeceğim.
Yeni yerimizde görüşmek üzere


“Tehlikeli Oyunlar” romanını da yine “Tutunamayanlar” gibi Beyoğlu’nda bir evde yazar Atay. Uğur Ünel’in Yeniçarşı Caddesi 52 yer alan dairesidir bu. Uğur Ünel de Oğuz Atay gibi yeni bitmiş bir ilişkinin arkasından yalnızdır. Gerçi Atay’ın Ayazpaşa’da Sevin Seydi ile birlikte oldukları dönemde kiraladıkları daire duruyordur ama evin her tarafına sinmiş olan yalnızlık onu bunaltıyordur. Büyükçe bir dairedir Ünel’in evi. Evin içinde ilk göze çarpan, büyük bir cam masa, raflardan taşan klasik Batı müziği plakları ve ressam Sevin Seydi’nin duvarlarda asılı tablolarıdır. “Sabahlara kadar daktilo sesleri geliyordu odadan. Gündüz Akademi’deki işine gidiyordu, ikinci iş olarak da Meydan Larousse’da çalışıyordu; akşam meyhane, içki faslı oluyordu. Gece ise yazmaya oturuyordu. Her sabah hasta kalkıyordu; bitkin hırpalanmış…” diye anlatıyordur Uğur Ünel. Odasında, üstünde eski model büyük siyah daktilonun durduğu bir yazıhane, bir koltuk, bir de yatak vardır; çıplak bir odadır. Zaten, salonun yer aldığı evin orta bölümünün dışındaki odalara, bekâr evinin yaşanmamışlığı sinmiştir. Geceleri hummalı bir çalışma içine giriyordur odasında; arada bir daktilonun sesi kesildiğinde, sözlüklerin, başvuru kitaplarının arasına gömülüyordur. Geceleri yazının dünyasına yaptığı bu yolculukları ise kimseyle paylaşmamaktadır. Nasıl içinde bulunduğu büyük mutsuzluğu kimseyle paylaşmadan yaşıyorsa, aynı günlerde yazmakta olduğu romanını da özel alanının sınırları içinde titizlikle gizliyordur Atay. Yaşadığı büyük acı ve yazdığı satırlar, özsuyunu aynı kökten almaktadır”
(1)
---

“Sabahları kimseyi uyandırmadan sessizce yola koyulurdum; gezici din adamları gibi. Yalnızlığın dinini yayıyordum.”(2)

Seyyar Sahne, bir süredir oyunlarını uzaktan takip ettiğim, izlemek için heyecan duyduğum ama sarsaklığımdan olsa gerek, bir türlü de izleyemediğim bir topluluktu. Oğuz Atay’ın da etkisiyle, Cumartesi akşamı şeytanın bacağını kırdım, “Tehlikeli Oyunlar” ı izledim. Tiyatro da sınırların zorlanması, farklı şeylerin denenmesi, seyirciyi durduğu yerden alıp bakışını –hem gerçek anlamda hem düşünce anlamında- başka bir yere taşıyor. Böyle zamanlarda, oyunu izlerken ve sonrasında, zihnimde bir pencere açıldığını hissederim. Taze hava, sokağın sesi, görüntüler ve kokular... “Tehlikeli Oyunlar” da böyle bir çalışma; geçişleri, iç sesleri, kişileri alt okumaları yoğun bir roman, tek kişilik bir oyun olarak sahneye taşınmış.

“Söyle evladım, diye teselli ederdi annem beni. söyle de içine hicran olmasın.”(2)

Oğuz Atay’a toz kondurmayanlardansanız, merak etmeyin, hayal kırıklığına uğramayacaksınız. Aksine, metni sahneye taşıyanların, Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet Benol’unu, Albay Hüsamettin Tanbay’ını, Bilge’sini, Sevgi’sini, evlerini, sokaklarını, rüyalarını, mırıldanmalarını, son yemeğin kalabalık misafirlerini, suskunluğunu, koşturmacasını, yaşamı ve ölümü tek bir kişide, iki salıncak üstünde bir araya getirmesinden keyif alacaksınız. Erdem Şenocak, iki perde 130 dakika boyunca, nerdeyse hiç durmadan kişiler, ruh halleri ve mekanlar arasında dolaştı/dolaştırdı. Seyircinin oyuna ilgisini hep yukarda tutmak kolay bir iş olmasa gerek, hele de boş bir sahnede, çıplak ayak betonda dolaşıp, sadece iki salıncaklık dekoru kullanarak. Ama nasıl yaptı bilmem 130 dakika, pür dikkat bedenim, mekan mekan dolaşan aklım ve Oğuz Atay’a özlemle, fark etmeden geçti gitti. Iki salıncağın işlevselliği –masa, koltuk, sandalye, sokakta kadınlar, yatak, oda ...-; kol, parmak ve ayağın kişileştirilmesi; tonlamalarla kişiden kişiye, içsese, sokak seslerine, uyku hallerine metni ve izleyeni bölmeden geçişler; bu kadar uzun bir metnin nerdeyse soluksuz oynanması... bence mükemmel bir performanstı.

“Herhalde bir süre, hiç kımıldamadan beklemeliydim; sonra hayata yavaş yavaş atılmalıydım. Oysa bana birdenbire işte evlendin ya, hayatını kazanıyorsun ya, o halde hayata atıldın, dediler. (Tam atıldığım sırada söyleselerdi ya.) (2)

Eğer siz de benim gibi sarsaklıktan, uzun süredir Seyyar Sahne ile tanışmayı erteledinizse; Tehlikeli Oyunlar güzel bir buluşma olacaktır. http://www.seyyarsahne.com/adresinde, topluluğun geçmişi, diğer oyunları ve en önemlisi tiyatro üstüne düşüncelerini/yöntem tartışmalarını bulabilirsiniz.






(1) “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, Yıldız Ecevit (İletişim Yayınevi)
(2) Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay (İletişim Yayınevi)
Görseller : Seyyar Sahne internet sitesinden alınmıştır.


Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay

Sevgili Okuyucular,
Blogum bugün itibariyle www.rengarenkvesiyah.com adresine taşınmıştır. Yazılarımı yeni adresten yayınlamaya devam edeceğim.
Yeni yerimizde görüşmek üzere


Oğuz Atay’ın günlüğünden, Tehlikeli Oyunlar kitabı üstüne notlar içeren iki bölüm...

27 Nisan 1970
İkinci kitabımda, herkesin saldırdığı ve saldırmakta haklı olduğu bir adamla (bir bakıma adam haklı görüyor onları) herkesin hor gördüğü bir kadının maceralarını yazacağım(1). İkisinin de tek tek yaşantıları, onların birleşmesini zorunlu hale getirecek. Kimse adama acımayacak. Adam ise her zaman kötü değil. Gene de acımaya layık görülmüyor hiçbir zaman. Her zaman, başkalarının üstün olmalarının acısını yaşamış ve başını kaldırmadıkça küçümseyici bir hor görüşle izin verilmiş nefes almasına. Biraz direnip, ben de bir şeyler yapmalıyım dediği zaman binmişler tepesine; hem de, aldırmadan, yaptıklarını fark etmeden, hemen unutarak yapmışlar bunu. Adam hiç unutmamış kendine yapılanları. Kendi yaptıklarını da aşağılığını da unutmamış, unutamamış. Kadın biraz başka türlü, hep almaya çalışırken, kendine akılsızca güvenmiş. Haksızlık saymış başına gelenleri. Hep beklemiş cennete girmeyi. Adam, bir cennet gibi görünüyor ilk zamanlar ona. Sonra –ne yazık- birbirlerine eziyet ediyorlar. Adam bilmeden, iyi olduğunu sanarak; fakat bir miskinlik ve derinden kadının yanlış olduğunu sezerek… kadın da bir didinme ile. İkisi de yoruluyorlar. Hikâyeyi, kısmen adam anlatıyor. Kısmen başkaları. Kadın anlatmıyor. Yalnız adamla konuşuyor ve onu da anlatıyorlar. Sonunu şimdilik düşünemiyorum, fakat birçok bölüm yazabileceğimi hissediyorum şimdiden. Adam, kendini çok didikliyor ve her yıkılışında, daha önceden yalnız kendinin bildiği küçük hesaplardan, küçük günahlardan dolayı bu yıkılışın olduğuna inanıyor. Adam sonra ne oluyor? Belki başka bir kitabın konusu olur bu. Onun yıkılışının sonuyla başlayan bir kitap. Onu herhalde daha sakin bir devremde düşüneceğim. Gene sondan başlamayı düşünüyorum. Bu sefer, formu daha esaslı düşünmeli ve yoğun, sıkışık bir şey olmalı bu hikâye. Çok uzun olmayabilir. Özellikle dağınık olmalı. Onun için ne yapacağımı iyi bilmeliyim başından.

6 Ağustos 1970
Bu günlerde kendimden bahsetmek isteği yok. Bu deftere ikinci kitabım (1) hakkındaki düşüncelerimi yazmak istiyorum. Aklımdan bir şeyler geçiyor ara sıra. Unutuyorum. Geldiği anda bu deftere yazmalıyım. “Tutunamayanlar” gibi sayfa bir diye başlamak olmaz. Çok dağılıyorum.

Çoktandır aklımda; Perşembe günlerini sevmem diye başlayacak adam anlatmaya. Küçük hesapların ve kesintisiz kuruntuların hikâyesi…Tutunamayanlar’da şöyle bir dokunup geçtiğim konular var. Nazmiye Erdoğru aslında ilginç ve genişletilebilir. Selim’le oldukça güç bir tip, yani olumlu insan –bir bakıma- denemiştim. Şimdi sürekli olumsuz bir tip düşünüyorum. Küçük hesapların olumsuzluğunu… Kimsenin okumadığı kitapları okuyan, kötü yaşayan bir adam… Bu sırada zaten kendimi o kadar olumsuz hissediyorum ki kafamın yükünü alır biraz. Tutunamayanlar’dan çıkardığım Burhan, uygun bir biçimde ele alınabilir. Selim’in küçük gazetedeki yazı işleri müdüründe de bu adama uyan bir yön var. İsimleri bulalım. Adamın adı: Hikmet, kadının adı: Sevgi (sonradan değişebilir, şimdilik kolaylık sağlasın da). Hikmet, kendinde kötü gördüğü –ve engel olmadığı- her özelliği açıkça belirtiyor. Aşağılık bir adam. Self-concious olmalı. Hem de nasıl! Hikâyedeki bütün güzellikler, Hikmet ve Sevgi’nin ilişkisi. Sevgi bunu hiç anlamıyor. Hikmet farkında. Fakat kötülüklerine engel olamıyor. Gene de ilişkinin başından itibaren aralarında geçen her olayın küçük yönlerini görüyor. Son okuduğum Games people play(2)’in deyimiyle “bad games” oynuyor birbirlerine. Underworld(3) –Dostoyevsky’nin anlamında- games. Kitabın başında Hikmet Sevgi’den ayrılmış. Daha iyi de olmamış. Beter olsun! Olmak da istiyor. Çocukluğundaki bütün kötü huylarına dönüyor. Dolayısıyla ortalıkta ve hatırlıyor. Küçük şeyler yaşıyor. Sevgi ile yaşadığından daha küçük şeyler. İçki, tartışmalar… sonra bırakıyor, hatırlama yoğunlaşıyor. Yalnız hatırlama kalıyor. Delirebilir. Ya da onun gibi bir şey. Kafasının sürekli çalışması ve insanlar için kötü şeyler kurması gittikçe sırf fanteziden ibaret bir yaşantıya götürüyor onu. Bu arada, tutunamayanlar ile bir sürü ilişki.

(1)İkinci kitap:Tehlikeli Oyunlar- Kişiler: Sevgi ve Hikmet
(2) Games People Play (Hayat Deenen Oyun), Erich Berne (Altın Kitaplar)
(3) Underworld (Yeraltından Notlar), Dostoyevski
Kaynak: Günlük, Oğuz Atay (İletişim Yayınları)

7 Ocak 2011 Cuma

bakış

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..




"Sonra ki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
Nasılsa
Sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
Sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
Üşüyorum da
Bende herkes var, diyen bir kızın titrek
Sesleri dökülüyor kucağıma"*


Camdan bakan ve camın arkasındaki... Bütünü ya da detayı ya da her ikisini de ayrı ayrı görmek, bizim tercihimiz değil midir? Baktıklarımın içinde gördüklerim, görmeyi seçtiklerim, gördüklerimden sakladıklarım...


* Alıntı: Manastırlı Hilmi Beye Birinci Mektup, Edip Cansever


6 Ocak 2011 Perşembe

Baudelaire'den

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..




PENCERELER
“Dışarıdan, açık bir pencereden içeriye bakan kişi, kapalı bir pencereye bakanın gördüğü kadarını göremez hiçbir zaman. Bir mumla aydınlanmış bir pencereden daha derin, daha gizemli, daha verimli, daha karanlık, daha göz kamaştırıcı nesne yoktur. Güneş altında görülen şey bir cam ardında olup biten kadar ilginç değildir hiçbir zaman. Bu karanlık ya da ışıklı delikte yaşam yaşar, yaşam düşe dalar, yaşam acı çeker.

Çatıların dalgaları ötesinde, yüzü şimdiden kırışmış, her zaman bir şey üzerine eğilen, hiç dışarı çıkmayan, olgun, yoksul bir kadın görüyorum. Yüzüyle, giysisiyle, hemen hemen hiçbir şeyle, bu kadının öyküsünü, daha doğrusu masalını yeniden kurdum, bazı bazı ağlayarak anlatıyorum kendi kendime.

Zavallı bir yaşlı adam olsaydı, onun masalını da aynı kolaylıkla kurardım.

Sonra, kendimden başkalarında yaşadığım, kendimden başkalarında acı çektiğim için gururla yatıyorum.

“Bu masalın doğruluğuna güveniyor musun?” diyeceksiniz belki. Yaşamama, var olduğumu ve ne olduğumu duymamaya yardım ettikten sonra, dışımdaki gerçeğin ne olup ne olmadığı vız gelir bana.”

Kaynak: PARİS SIKINTISI, Charles Pierre Baudelaire; Çeviri: Tahsin Yücel (Adam Yayınları)