23 Şubat 2011 Çarşamba

Yalnız Yaşayanın El Kitabı (Öykü)

Sevgili Okuyucular
Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Görüşmek üzere..



-2-

İçimdeki gerilime dayanmakta zorlanıyorum. Her kasım, her sinirim, saçımın her teli ayrı ayrı çekiliyor, ne zaman kopacağı sınanıyor. Koyu ve ağır bir karanlık… Bükülüyorum karanlığa doğru. Işıksız, kıpırtısız, sessiz, uykusuz… Hiçbir duyguyu karşılamaya yetecek gücüm, kimse ilişmesin istiyorum. Hepimizi kızgınlığımdan koruyorum. Parlayan hayat enerjisinin tükenişi bu, hızlıca yere düşme anının kıpırtısızlığı. Ne kadar yükselirsem, o kadar şiddetli düşüyorum. Ne kadar uzun kalırsam yukarda, düşmenin sızısı o kadar geç iyileşiyor. Kabuğuma dönmeliyim. Kıvrılmalı, susmalı, kapanmalıyım. Çıt çıkarmadan dur ruhum.

Dönüş yolu için güçlü olmam lazım. Kızarmış ekmek, peynir ve kırmızı şarap, kutsal üçlü... Nedensizce liseyi hatırlıyorum. Soluk şeftali rengi duvarlar, gri beton bahçe, duvar dibinde çam ağaçları ve altlarında ahşap banklar, nöbetçi öğrenci kulübesi, kantin ve bahçede kol kola dolaşan kızlar, duvar dibine dizilmiş erkekler, failatun failatun failün… Beş dakikalık teneffüste aceleyle yenen tostların ilk ısırıkta ağza sıvanan yanık yağ kokusunu duyuyorum. Hâlbuki kızarttığım ekmeğe yağsız. Müziğin sesini sonuna kadar açıyorum. Art Tatum’un ihtirasla piyano tuşlarına dokunuşu kulaklıktan beynime akıyor. Müziğin beynimde patlamasıyla herşey susuyor. Dişlerimi sıktığımı fark edip gevşetiyorum.

Kafamın içindeki sorular böyle zamanlarda yankılanma ritimlerini artırıyor. Nedir zonk bu hayat zonk nereye zonk akıyorsun zonk zonk! Ortalıktaki tüm fotoğrafları toplayıp masanın üstüne yayıyorum. Bir yaşımın yanında, dağlarda mutlu pozlar veren otuz üç yaşım; burada bir aylık kardeşimi dizime yatırmış poz vermişim, diğerinde yanımda bir çocuk; annemle babam ne kadar genç bu fotoğrafta; neye gülmüşüm böyle, varla yok arası? ah! ne çok aşıktık, birbirimize bakışımız; tek başıma olduğum dört fotoğraf var: üç günlük, bir yaşında, dağda ve bir vesikalık, öbür fotoğraflarda hep birileri var. Ne güzel…Zonk! İstediğin ne? Zonk! Nerde okuduğumu hatırlamıyorum, “Hayatın sonunun illaki ölüm olduğunu kabul etmek istemiyoruz. Mutlu sonlar olsun istiyoruz. O yüzden hayatı evrelere bölüp her biri için ayrı mutlu sonlar yazıyoruz. Oysa ne yaparsak yapalım hepsinin varacağı tek bir son var: ölüm” diyordu. Yağmur hızlandı. Sokağa adım atmadan geçen on ikinci gün. Artık ofisten aramaktan vazgeçtiler. Beni her aradıklarında evde bulmaktan şaşkın patronum, hastalığımın geçmediğine inanmıyor. Son aradığında:“Bir bit yeniği var bu işte ama bakalım çıkar kokusu bir ara” dedi. Nasıl bir koku bekliyor acaba?

Merak ediyorum, seni ne kadar sevdiğimin farkında mısın? Değilsin! Yoksa başka türlü olurdu. Bu zonklamalar böyle sert gelmezdi, düştüğümde canım bu kadar acımazdı. Belki de daha çok acırdı, haklısın. Birinin beni tutacağı beklentisiyle daha savunmasız düşerdim. Tutmayacağın aklıma gelmezdi. Tıpkı nerdeyse hiç susmadan ağladığım o gün, annemin umursamadan evin işlerini yapacağının aklıma gelmediği gibi.

“Acılar da acılaşıyor gittikçe
Sanki
Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi
Ödünç alıyorum seni bazen
Çoğu kez geceleri
Niye almayayım —kaç güz geçti—
...
Seni sevdiğimi unutmuşum Hilmi Bey
Seni de unutmak istiyorum artık
Unutmak! Ama nasıl?”*

*Edip Cansever

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder