30 Kasım 2010 Salı

İçimizde kimi saklıyoruz?

“Bizim büyük tüketimlerimiz çok sık yaptığımız küçük tüketimlerdir. Savmak da, yanına yaklaştırmamak da bir tüketimdir, - insan bu konuda yanılmamalı - , olumsuz amaçlar için harcanmış güçtür. İnsan sürekli bir savunma gereği duyunca, gücünü yitirir, sonunda kendini savunamaz hale gelir.” *

Eğer uğraşıp zaman içinde değiştirmedikse, çocukluğumuzda neysek şimdi de aşağı yukarı oyuz. Anne babaların da sık yaptığı bir şeydir çocukluğumuzla şimdimizi kıyaslamak. “Sen, çocukken de böyle inatçıydın”, “Meme emmek yerine biberondan içerdin, o zaman da tembeldin şimdi de tembelsin”, “Oyuncaklarını kendi aklınca gruplar öyle kaldırırdın”, ”Uykudan uyanır gülümserdin, hep güleç yüzlüdür benim oğlum”… Çocukluk, bir kısmını bizim de hatırladığımız, çoğunu ise büyüklerden dinlediğimiz; büyüklerin bize bakarak çocukluklarını hatırlamaya çalıştıkları, bizimse fiziksel yeteneklerimizi keşfettiğimiz, geliştirdiğimiz bir dönemdir.

Ergenliğimizi kendimizi/kişiliğimizi tanımaya çalışmakla, gençliğimizi kendimize maskeler edinip onlar sayesinde olmayı istediğimiz kişiymişiz gibi kurgu bir kişilik oluşturmakla, olgunluğumuzu da maskelerimizi bir kenara bırakıp kendimiz olmakla geçiriyoruz. Eğer tüm maske ve derilerimizden kurtululabilirsek, sanırım geldiğimiz gibi tek deri, tek yüzle gidiyoruz dünyadan. Belki de hayatın biricik amacı, kendimizi tanımak, hayatın içinde kaybetmek ve evrilip değişmiş olarak yeniden bulmak...

Bir süredir üstüme giydiğim kimliklerin, yüzüme taktığım maskelerin ağırlığını hissettiğime göre, gençlikten çıkmanın, evrilmiş kendimi aramanın vakti gelmiş olmalı. Nietzsche,“Bilgide her başarı, her ileri adım yürek ister, kendine karşı direniş ister, özen ister…”** diyor. Gerekli zamanda takmak için sırtımda taşıdığım maskelerim, her birini kendi derimin üstüne giydiğim ve zamanla hepsini ben sandığım kimliklerim… İçimde kimi saklıyorum? Tüm bunların altında ve arkasında bana ait olan, maskelenmeyen tek şey, karanlık ve derin bir mağaranın içinden dışarıya açılan yol: gözlerim. Bedenimi kanatmadan deri değiştirmek, oynamaya gerek kalmadan yaşamak, elimden tutup karanlık mağaradan çıkmak, gözlerime varmak…

Sahilde kumların arasındayım şimdi. Kumlar, su tanecikleri, balıklar, yapraklar, karıncalar, yosunlar, yıldızlar, deniz kabukları, lodosla savrulup dağılıyoruz. Az sonra, her parça kendi uykusunda diğerlerini görecek. Sabah, lodosta savrulan diğerlerinin parçasından birazını kendime katmış uyanacağım. Başkalaşmış, bir kat derimi soymuş, hafiflemiş, içimde sakladığım kendime yaklaşmış...




*-** Friedrich Nietzsche, Ecco Homo Kişi Nasıl Kendisi Olur (Say Yayınları), s.40 ve s.8
Çeviri: İsmet Zeki Üyüboğlu

29 Kasım 2010 Pazartesi

gitmek ve Tezer Özlü

“Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı “gitmek” olarak algılıyorum.”

Güneşli günde de, yağmurlu günde de aynı şiddette, yani diyeceğim havaya bağlı değil bu alıp başımı gitme isteğim. Annemler doğduğum sene, Adana’nın sıcaklarında bunalmayayım diye Toros dağlarında bir yayla evi yaptırmışlar. Çocukluğumdan gelir göçerliğim. Gitmek, yerleşir gibi yapıp toparlanmak, dönmek ve tekrar gitmeyi hayal etmek. Hiç bir yere ve her yere ait olmak... Yolda olmanın yalnızlığı, yalnızlığın kalabalığı...

İstanbul’un bu güneşli kış gününde, ofise kapanmış, yolları hayal ederken aklımdan geçen tam da Tezer Özlü’nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabında yazan şu satırlar :

“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin "medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene (ayak uydurmak) o denli kolay ki...
...
Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.” (s.75-76)

Geri dönmek için gitmek veya sadece gitmek... Gittiğin yerde de uzun süre kalamamak ve başka yerleri belki de geldiğin yeri hayal etmek. Yerleşikliğinde birlikte yaşadığın insanları, yol boyunca düşüncende taşımak. Bazen gitme isteğimin, hayatın ne olduğu konusuna hala cevap verememiş olmamdan kaynaklandığını düşünüyorum. Sanki zifiri karanlıkta yürüyorum ve tam olarak ne aradığımı bilmeden, beni bütüne ulaştıracağını umduğum parçaları topluyorum. Durup beklediğimde karanlık soluğumu kesiyor, nefes almak için yürümeye devam etmek zorundayım.

"İnsan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü."

26 Kasım 2010 Cuma

hayata aşık olmanın tam sırası


Şiddetli burulma ve titremeyle başlayıp, yeterince dikkatimi çektiğine karar verince uysallaşan mide ağrım, üç günün sonunda geldiği gibi aniden gitti. Bu sabah, bulantı hissi yerine açlık hissiyle uyanınca, üç gün aralıksız hıçkırıyormuşum da birden hıçkırığım durmuş gibi hissettim. Şaşkın ve keyifli…

Ne ince belli bardakta taze demlenmiş çay, ne çikolatalı yumuşacık browni kek, ne pilav üstü kuru fasulye, ne sütlü tatlı… Bu defa midemi fena gücendirmişim, üç koca gün boyunca kuru ekmekle suya talim ettim. İnsanın canının yemek çekmesi, yediği yemekten tat alması ne büyük nimetmiş, hatırladım. Herşeyin değeri yokluğunda anlaşılır ya, midemin değeri de küslüğünde anlaşılmış oldu.

Güne, ağrısız sızısız, elim kolum aklım fikrim midem gözüm yerinde uyanmanın keyfiyle başladım. Sanırsınız şenlik günü! Bakışım değişince baktığım da değişiyor. Öndeki arabanın arka camında beş yaşlarında bir oğlan çocuğu, ne güzel bakıyor. Göz göze geliyoruz, arka koltuğa dayadığı elini kaldırmadan, sadece sol elinin parmaklarını oynatarak bana el sallıyor. Gülümsüyorum. Koltuktan kaldırıp sallıyor elini, ben de sallıyorum. Yol ayrımında o sağa ben sola dönüyoruz. Gülümsüyor, el sallıyorum. Arabanın camını açıyorum, sabah serinliği, ne güzel.

Rüzgara takılıp, trafiği fark etmeden ofise geldim. Tam aşk havası... İnsana, kediye, rüzgara, akla, gülüşe, bulutlara, kalbe, serçeye, ışığa, mideye, ez cümle hayata aşık olmanın tam sırası...

Buz Gibi

Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın
Hele don gömlek sabahları
Tıraş olacağını duyarsın
Yeni gömleğini giyeceğin gelir
Bir yeni biçim eklersin insan olacağa
Masaya, merdivene, aynalı dolaba
Derken ardından şıpın işi bir kahvaltı
Amanın dersin bu ne delice gidiş
Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı
Ispinoz düşünür müydü
Deli olan kaşınır mıydı
Kolların upuzun Walt Whitman'ı okumaktan
Ağzın desen bir karış açık
Sokaklar yok mu, o sokaklar
Önce bir yeşile işkilli
Evlerde büyümeler, alıp başını gitmeler olacak
Kızıp duracaksın üstüne başına konan toza
...
Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası
Alıp vereceğin olacak ille
Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın.
                           Edip Cansever
                          (Yercekimli Karanfil)

25 Kasım 2010 Perşembe

buluşma


On beş yıl öncesinde, cep telefonları ve internet ağlarıyla birbirimize bu kadar bağlı yaşamadığımız zamanlarda nasıl buluşurduk birbirimizle? Tabi ki daha da geriye gidip, “evlerimizde telefon da yokken…” diye soruyu genişletebilirim. Ama bu, bilmediğim zamanlar hakkında konuşmak olur.

O zamanlar, çarşılarda gözde buluşma yerleri olurdu. Şu gün, şu saatte Kızılay’da Yeni Karamürsel’in önünde… Kalabalığın içinde kendine bir yer bulup beklerken, buraya buluşmaya gelen tanıdıklarla karşılaşmak kadar, randevuyu unutan arkadaşlarca mağazanın önünde ağaç edilmek de yaygındı. Sanki zamanımız geniş, ömrümüz uzun, hayatımız telaşsızdı. Birini yirmi dakika beklemek de, bekletmek de konu edilmeyecek kadar normaldi. Bir defasında iki arkadaş birbirimizi mağazanın ayrı kenarlarında yarım saat bekledikten sonra, gitmeye karar verince karşılaşmıştık. Gecikmeli buluşmalarda da, zamanında buluşmuş gibi, neşeyle kucaklaşır, görüşmediğimiz zamanlarda neler olduğunu anlatarak sokağın kalabalığına bırakırdık kendimizi.

Bir de yolda karşılaşmak, karşılaşacağını bilerek yolda olmak vardı. Sevgilim saat kaçta okula gitmek için evden çıkar, hangi yoldan geçer; arkadaşım okulu kırınca hangi pastaneye gider; babam nereden alır sebzeyi, hangi dükkanlara uğrayarak gelir eve; bunları bilir, görmek isteyince oralara gider ve çoğu zaman onları orda bulurdum. Sevdiklerimin rutinlerini biliyor olmanın verdiği sıcak güven hissi...

Şimdi, görmek istediğimde tam da olduklarını düşündüğüm yerde bulabilecek kadar, ne ben sevdiklerimin rutinlerini biliyorum, ne de onlar benimkini. Artık bir çekirdeğin etrafında belirli yörüngede dolaşan değil, belirli zamanda herhangi bir yerde olabilecek elektronlarız. Hayatımızdaki pek çok kesin doğru gibi, rutinlerimiz de yerini olasılıklara /olabilme ihtimallerine bıraktı. Olasılığın verdiği özgür alandan vazgeçmeden, sevdiklerimizle telefonlaşmadan karşılaşabileceğimiz bir rutinimizin olması çok mu imkansız?

24 Kasım 2010 Çarşamba

havadan sudan

Yine Adana’dayım, bu defa bayramın aksak ritminde salınıp duruyoruz. İlk iki gün, telâşlıydı. Amcalar, yemek hazırlıkları, teyzeler, kurabiyeler, kekler, kuzenler, aile içi tatlı dedikodular, ince belli de gidip gelen çaylar, şen kahkahalar, yeğenler, oyuncaklar, masallar; mutfakla misafir odası arasında gidip gelen tepsiler, tabaklar, bardaklar… Üçüncü gün, tembellikti evin efendisi. Uyku, muhabbet, sabah kahvaltısı, taş kadayıf, çay, muhabbet, içli köfte, balkonda mayışma, muhabbet, halka tatlı, çay, arkadaşlar, balkonda keyif, muhabbet…

Bilmem başka evlerde böyle midir, ama bizim evde tek başına yarım saat sessiz vakit geçirmek mucize gibi bir şeydir. Annemle babamın, evde kim nerde ne yapıyor sayımında aranmak için on dakika gözden kaybolmak yeterlidir.

“Bir şey mi oldu?”
“Hayır.”
“O zaman tek başına ne yapıyorsun burada?”
“Hiç, öyle oturuyorum, etrafı seyrediyorum.”
“Gel içerde bizim yanımızda otur.”
“E, siz de televizyon seyrediyorsunuz”
“E, tamam sen de seyret.”
“Tamam, geliyorum.”

Nerdeyse tüm gün mutfakta ve balkonda geçiyor. Annem kımıl kımıl sürekli bir şeyler yapıyor, aralarda benle konuşur gibi kendi kendine konuşuyor. “Bunu şuraya mı koysam?”, “Yemeğe tuz attım mı?”, “Bu da tam buna denk geldi”,”A! Tüh, bak unuttum işte!”, “Çayın yanına ne yapsak ki?” “Bu mutfak işleri de adamın anasını ağlatıyor”…

Bayramın üçüncü, tatilin altıncı günü bitti, hala oturup iki satır yazamadım. Annem baktı bu konuda şikâyet etmeye başladım, yine o meşhur cümlesini söyleyiverdi: “İki günlüğüne geliyorsun, iki çift muhabbet edilmiyor seninle de. Yazı yazacağına, otur şuraya anlat bir şeyler. Yazını evinde yazarsın.” Belki de haklıdır.

Hamiş: Bayram tatilinin yarısını babaannelerinin yanında geçiren yeğenlerim, Adana’ya gelir gelmez kendi aralarında oyuna daldılar. Ve kendimi “Ne var biraz yanıma gelip, tatil nasıl geçti, kuzenlerle neler yaptınız anlatsanız” derken buldum.

23 Kasım 2010 Salı

tarif defteri

Bazen yaşadığım ülkede, şehirde, zamanda hayat zormuş gibi geliyor. İnsanların yaptıklarına, düşündüklerine, insafsızlıklarına hayret etmek, üzülmek, olan biteni değiştirememek, aklımı, kalbimi, bedenimi, gözümü, gönlümü yoruyor. Sonra bir an oluyor, ya hayatımda olmazsa eksiklenirim dediğim birinin varlığı, ya karnımın tokluğu, ya havanın rengi, hayat güzel diyorum, hem de tam şu zamanda, bu ülkede ve bu şehirde, güzel. Boşuna dememişler dertsiz insan yoktur diye, bize küçük gelen başkasına büyük dert, ya da benim küçük burjuva hayıflanmalarım aslında dertsizin dertlenmesi, ne ben bilirim, ne siz, gerçekte kim kimden daha dertli. Geriye dönüp bakınca ve anlatılan kadarıyla, epey bir nesil hep dertliymiş kendince. Bu kadar evrimleşmeye, bu kadar teknolojiye rağmen, kimsenin derdi bir gıdım eksilmediğine göre, acaba insanın içinde dert ister, dert sever, dert çeker, dertli bir kısım mı var? Bilmem ki, belki de...

İçimizdeki sevinci, gözümüzdeki ışığı artıran, yaşamı anlamlandıran, yüreğimizdeki dertlerin yanı başında durup bize güç veren "iyi şeyler" de yok mu?  İşte, sorunları görüp kafa yorduğumuz kadar, bu iyi şeyleri de görüp çoğaltalım, paylaşalım ki hayata dair umudumuz ve yüreğimizdeki sıcaklık artsın, diye düşündüm. "İyi şeyler" başlığı altında toplanayacağım bu yazıları, belki okuyanlar da, kendi hayatlarındaki veya etraflarındaki iyi şeyleri paylaşırlar, birlikte çoğalır/çoğaltırız, kim bilir.

İyi seyler...

Annemin orta okuldan beri bir kez bile küsmediği üç yakın arkadaşı vardır. Doğduğum günü bilen, annemin ne zaman sıkışsam, ne zaman hasta olsanız yanımdalardı dediği, gözlerinin içi gülen üç güzel kadın... Onları tanıdığımdan beri bu dört arkadaşın birbirlerine sevgisi saygısı hiç eksilmedi. Birbirlerinin özel hayat sınırlarına izinsiz girmediler, tıpkı evlerine habersiz gitmedikleri gibi. Üç gün arka arkaya görüştüklerinde de, bir kaç ay ayrı kaldıkları yaz tatillerinde de, hep aynıydılar. Çocukluğumda, onlar hayatları hakkında konuşurken bir yandan oyun oynayıp bir yandan onları dinlemeye bayılırdım, bir de hazırladıkları kurabiye kek poğaça ve tatlılara. Örgü modelleri, yemek tarifleri, gündelik hayat tüyoları değiş tokuş edilir; hemen oracıkta üç beş sıra örülüp alınan örgü modelleri, eve gelince, ilerde kullanılmak üzere örnek torbasına konurdu. Küçük not kağıtlarına yazılan yemek/pasta/kek tarifleri de, aman kaybolmasın diyerek, mutlaka aynı akşam, evdeki "tarif defteri"ne yazılırdı. Hala en sevdiğim kurabiyeler ve poğaçalar o defterde yazılanlardır.

Defterden, sevdiğim bir tarifi aynen paylaşıyorum. Afiyet olsun!

Güler Teyzemin fındıklı kurabiyesi :

İki fırın tepsisi kurabiye için malzeme :
2 yumurta (birinin akı ayrılacak)
Bir su bardağı yoğurt
Yarım paket margarin
Yarim kilo şeker
Yarım su bardak sıvı yağ
1,5 paket kabartma tozu
Bir tutam tarçın
Biraz kuru üzüm
Alabildiği kadar un
Biraz dövülmüş fındık

Yapılışı:
Margarini eritip, sırasıyla yoğurdu, sıvı yağı, yumurtayı, şekeri, kabartma tozunu ekleyerek iyice çırp. Sonra tarçın ve üzümleri ekle. Kurabiye hamuru kıvamına gelinceye kadar un ekle.

İstediğin büyüklükte yuvarladığın kurabiyeleri önce yumurta akına sonra dövülmüş fındığa batırıp tepsiye diz. İstersen, fındıkların içine biraz toz şeker de ekleyebilirsin.

*Fotoğraf Google Image (23/11/2010)

21 Kasım 2010 Pazar

Öykü (9. mektup)

Canım,

Dükkâna gitmek için evden çıkıyordum, kapının arasından bir kâğıt düştü. Pis bir gazete parçası… Şekilsiz yırtılmış, yazıların arasında kalan avuç içi kadar boşluğa da, mavi tükenmez kalemle " Evime gelme burnunu sokma oruspu yoksa pişman ederim " diye yazılmış. Hemen, polise gittim, bu kimseyi suçlamaya yetmez dedi.

Sakın meraklanma canım. Vazgeçtim A. Dönüyorum. Yel değirmenleriyle savaşacak da değilim. Dışarıda olan biteni gazeteden okuduğum, televizyondan duyduğum ama asla gerçek kabul etmediğim, izole ve güvenli hayatıma geri dönüyorum. Altı aylık, başa dönüp kendini bulma macerasının hazin sonu… Ne yapalım.

Mektubu postalar, ev sahibine gidişimi haber verir, vedalaşmak için k.’ya uğrarım. Üç gün sonra yanındayım. Mektuptan önce… Yarın da gelebilirdim aslında ama ders konusunda b.’ye söz vermiş bulundum. Bir de, sanırım ne kadar korksam da kaçmak değil istediğim, geri dönmek. Yılın ilk karını sahildeki kahvede seyredeceğime inanabiliyor musun?

Özlemle…
t.


-----------------------------------------------------------------------------------------------------------


sayfa 3                          22 Kasım 2010

Karısı k.b ve komşusu t.’yi öldüren m.b kasaba karakolunda verdiği ifadesinde “Karıma da o kadına da yaparım dedim, söylemeden yapmadım, söyledim. Ama dinlemedi ikisi de. Nerden geldiği, kim olduğu belirsizdi. Erkeklerle dostmuş. Burnunu sokma dedim. Ben öldürdüm.Söylemeden yapmadım. Söylemiştim.” dedi.



17 Kasım 2010 Çarşamba

"biz burda iyiyiz"

“Biz burda iyiyiz, biz burda çok iyiyiz
Biz burda kırk yaşındayız hepimiz
Dördümüz bir kişiyiz de ondan
İçimizden biri uyuyor olsa, falan filan
Onu bekliyoruz bir kişi olmak için”*

Burası, yüksek tavanlı, iki duvarı boydan boya ayna, bir duvarı boydan boya cam olan, yerleri parke döşeli, yaklaşık oniki metrekarelik bir spor odası. Tam karşısında, bir apartmanın girişi var. Odanın cam duvarıyla, apartmanın girişini birbirinden çimenli dar bir patika ayırıyor. Işıklar kapalı, yağmur sesi, kuş cıvıltısı, dalga sesi ve lirden oluşan bir müzik yayılıyor odadan. İçerde, ikisi erkek, dokuz kişi, bir saat süren yoga çalışmasını henüz tamamlamış, sırtları aynaya yüzleri cama dönük bağdaş kurmuş oturuyorlar. Bir kişi hariç hepsinin gözleri kapalı, nefes alışları uyku halindeki gibi, belli belirsiz. Gözlerini kapatmadan, kendini müziğin ritmine bırakmış olan kadının aklından hızlıca o gün olanlar geçti. İçlerinden birini tuttu, yavaşça. Bir arkadaşının gönderdiği e-postayla başlayan ipin ucunu, çeke çeke, Latin Amerika’da bir yıldır sırt çantasıyla tek başına dolaşan kendi yaşındaki bir kadının bloğuna ulaşmıştı. Tüm öğleden sonrayı, blogdaki yazıları okuyarak, fotoğraflara bakıp kendini orada düşünmeye çalışarak ve hayallerini gerçekleştiren başka bir kadının verdiği cesarete -farkına varmadan- tutunarak geçirdi. Kolombiya, Şili, Arjantin, Peru ve Meksika’yı, on iki litrelik sırt çantasıyla, nerdeyse her şehrine uğrayarak dolaşan; dönmek istemiyorum, yapabilirsem böyle sürsün istiyorum hayat diyen bir kadın... Gidersem döner miyim diye sordu kendi kendine? Gitmeden, bilemeyecekti, yine de aklını müziğin ritmine bırakıp, cevabı düşündü.

Apartmanın girişindeki lamba yandı. Odanın içi de aydınlandı. Orta boylu, kumral uzun saçlı, hafif toplu, kırklarında bir kadın, iki elinde birer orta boy valiz, müzikle aynı ritimde merdivenleri çıkıyor. Belki elinde taşıdıklarının ağırlığından, belki de yorgunluktan, çok yavaş… Altı basamaktan sonra apartmanın giriş kapısına varıyor, bir elindeki valizi bırakıp kapıyı açıyor. Sonra kapının tekrar kapanmasını engellemek için bir ayağını kapının arasına sıkıştırarak uzanıp eğiliyor, bıraktığı valizi alıyor. Hareketleri hala çok yavaş… Apartman boşluğundaki ışığı yakıyor, bedeni ve yüzü aydınlıkta artık. Spor odasında, kulağı müzikte, aklı kendi sorusuna vereceği cevapta olan kadın, apartmana giren kadının yüzündeki yorgunluğu bakıyor. Asansörün kapısının önüne elindekileri bıraktı, bir şey unutmuş gibi hızla apartman kapısından çıktı, bir kaç basamak indikten sonra durdu. Ya unutmadığını anladı, ya da nereye koyduğunu hatırladı, geri dönüyor. Odadaki kadın, düşünmeyı bırakıp, müziğin ritmiyle kollarını esnetti, gözlerini kapattı. Bir kaç saniye sonra gözlerini açtığında, diğer kadın ve valizler gitmişti. Artık odanın içiyle camın öte tarafı aynıydı. Sessiz ve loş.

Evet evet, yanılmıyorum ben
Bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
Doğrusu ya
Yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor”*

* Edip Cansever, ‘Manastırlı Hilmi Beye Birinci Mektup’

15 Kasım 2010 Pazartesi

Öykü (8. mektup)

A.’cım,

Sarı örgü iplerini götürdüm, “Alamam” dedi. İncecik, ufak tefek bir kadın. Gençliği yüzündeki şişliklerin, kan oturmuş yaraların altında kaybolmuş. “İstersen, senin için birilerini arayabilirim. Anneni, babanı... Söyle yeter, arar bulur buraya da getiririm”. Gözlerdeki korkuya inanamadım, ne dedim de bu kadar korktu, onu da anlamadım. Anlatsa, belki bir yol bulunur, hiç bir şey anlatmıyor. İyiyim abla. Gelmene gerek yoktu. Hayır. Alamam. Kimse görmesin. Güle güle. Dün durup dururken “Adım k. “ dedi. Bu da bir şey. Belki zamanla, başına bir şey gelmediğini görünce, güvenmeye başlar.

Mektupta yazdığın avukatı aradım. Savcılıya şikâyet dilekçesi vermek lazımmış. Karısı yapmalı dedi. Adını söylemeye korkarken nasıl şikâyette bulunması için ikna edebilirim ki? Aklıma e. geldi. Kasabada, k.’ya yardım edecek bir kişi veya kurum var mıdır diye sordum. Yokmuş. “Ev içinde olana resmi kişiler de, komşular da karışmaz. Hısım akrabadan birileri belki, o da bazen. Ancak ölünce…”

Sarı iple kaşkol başlayacağım. Örgü, kafamdaki çaresiz telaşı durdurur belki.
...
İçim kasvetli olunca, mektubu tamalayıp bir an evvel postalamak da mümkün olmadı. Dün başlamıştım, öğleden sonra oldu ancak devam edebiliyorum. Yine iyi şeyler yazamayacağım sana. Bu sabah k., kocasının birilerinden, benim hergün onu görmeye gittiğimi öğrendiğini söyledi. Zavallı çocuk, dün gece de bunun için dayak yemiş. “Sıkma canını abla, zaten dövecekti, bahanesi oldu. Kimi içip dövermiş, onu anlamak daha kolay. Bu içmez. Hiç görmedim. Sadece dövmek istediği için… Canı çekerse, yatakta üstümdeyken bile…”

Pencerenin önündeki, hani bahçenin renklerini, çayın tadını ve hayattan aldığım keyfi anlattığım mektupları yazdığım kanepeye oturdum, parmaklarım uyuşuncaya kadar, gözlerimi şişlerin ritminden bir kez bile kaçırmadan örgü ördüm. Belki kafamın içi boşalır, düşüncelerim telaştan arınır da ne yapmam gerektiğini bulurum diye... Ah! Cancağızım, örümcek ağına takılmış böcek gibiyim. Ne kadar korksam da, bir kez gördükten, olanı bildikten sonra dönüp gidemiyorum. Ve gittikçe ağa dolaşmaktan korkuyorum. Telaşlanma, telaşlanma, telaşlanmayalım. Nihayetinde kadınım, fiziksel gücümün yetmeyeceğini biliyorum, aklımla bir yol bulmaya çalışıyorum, korkma, akılsızlık etmem. Kendimi, televizyonda gördüğümüz, üçüncü sayfa haberlerden uyarlama, uyduruk dizilerden birinin içinde gibi hissediyorum. Kimse senaryoda yazılanın dışına çıkılamıyor, doğaçlama yasak! Etrafımdaki herkes ağız birliği etmiş gibi aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. Çaresizlik, şiddet ve siniklik üstüne boktan bir üçüncü sayfa dizisi gibi… Ama Cansever’in dediği gibi bir kere gelmiş bulundum. Ne çabuk yorumdum.

“Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.”

Sevgiyle
t.

12 Kasım 2010 Cuma

Nazan Öncel

Bazı şarkıcılar var, duyduğum her yerde dinlediğim, şarkılarının sözleri dilime dolanan, müptelası olmadan sevdiğim. Kendilerine has bir tarzları vardır, biraz arıza, biraz melankolik. Nazan Öncel bunlardan biri... Şarkılarındaki gündelik cümleleri, neşeli kahroluşları, fıkırdayarak söylenmeleri seviyorum.

On günlük tatil öncesi, ruhum çoktan aldı başını güneşli sahillerde yürüyor. Hadi hem eski günleri analım, hem neşemizi bulalım.

“Gitme kal bu şehirde”, Kızılay’dan kalkan son ODTU dolmuşlarına yürüyen, duygularını otlar, yıldızlar ve yollar üstüne yapılan geyiğin arasına saklayan iki kişi için:

“Güz yaprakları düştü
Gazeller oldu
Bulut indi yeryüzüne
Sevdalı oldu
Bir avuntu biraz keder
Böyle bize neler oldu
Bu ayrılık bir de hasret
Çekilmez oldu
Ay karanlık hep karanlık
Yüzün bize döner oldu
Bir ihtimal daha vardı
Felaket oldu
Gitme gitme gitme kal bu şehirde
Gitme gitme yazık olur bize”



“Hokka” geride kalanlar için :

“Köfte dudaklarını
Hokka gibi ağzını
Lokma lokma her yanını
Öpsem yeniden dönsen köşeden
Serçe parmağını
Fıstık yanaklarını
Lokma lokma her yanını
Öpsem yeniden dönsen köşeden”






“Hay hay” hayata buyur edilenler ve edilecekler için :
Dinleyin : http://fizy.com/#s/1airpg
"O senin neyin olur derlerse
Gülüm olur, balım olur diyeceğim
O senin nein olur derlerse
Sevgilim sevgilim diyeceğim
O benim kalbimi isterse
Seve seve veririm diyeceğim


Kedisini, köpeğini, dolaptaki ceketini, pabucunu,
terliğini, duvardaki resmi


Ne varsa alsın
Toplasın gelsin
Benim için gelsin
İsterse kalsın"







kendinizi seviniz

Ağrıları severim. Tabi kendimden geçirip, saatlerce acı içinde kıvrandıran, yorgunluğuna dayanamayıp sızdığım şiddetli ağrılar değil sevdiklerim. Daha uysal, tatlı kaşıntıya benzer, yumuşak ağrılar… Kas ağrısı, baş ağrısı, karın ağrısı, göz ağrısı fark etmez, yeter ki uysal ve geçici olsun. Aslında tam olarak sevdiğim ağrının kendisi değil, bana düşündürdükleri. Özellikle baş ağrım, beynimin kıvrımları arasına gizlenmiş her tür eski bilgi ve görüntüyü, ucu sivri, metal, küçük tırnak törpüsü gibi, dürte dürte ortaya çıkarır. Ağrı, neden sonuç ilişkisi kurarak düşünme yeteneğimi de zayıflattığından; kıvrımların arasından dökülen kırıntılar belki boy sırası, renk sırası, tarih sırasına göre; belki hız, tombulluk, tanışıklık, elektrik yükü farklarına göre; belki de rastgele birleşir dağılır görünür kaybolur toplanır bozulurlar.

Işte başlıyor. Sanki ben Güliver’im de, minik cüceler sağ kaşımın her bir teline bağladıkları iplere tutunmuş, minik ayaklarını koluma, omzuma, çeneme, kulağıma basa basa, sağ gözüme doğru tırmanıyorlar. Ağrının uysallığına bakılırsa, en fazla onbir cüce var. Çekiştirme hissi kaybolup, zonklama hissi başladığında, cüceler tırmanmayı bitirmiş, zıplamaya başlamış olacaklar. Zıplama kıvrımların arasını açar. Hey, kırıntılar dökülüyor, dikkat edin! Bunlar silkelenen kırıntılar, bir değerleri olsa dökülmez saklanırlardı. Dikkat edin, siz farkına varmadan kafanızın kıvrımları arasına yerleşmesinler!

Kendinizi seviniz. Nasıl yaparsınız bilmem ama seviniz. Çünkü kendini sevmeyen başkalarını da sevemezmiş, öyle duydum. Çocukken kedileri tekmelemeyelim diye hayvanları sevin derlerdi. Bir de hayvanları sevmeyen insanları da sevmezmiş, öyle derlerdi. Hala mı diyorlar? O zaman hayvanları da sevin. Olur, olur, lezzetli hayvanları sevmeseniz de olur. Çünkü onları yiyebilmek için öldürülmeniz lazım. A, ama duyduğum derin hayvan sevgisindendir onları yemem, bedenime katmam diyorsanız, şapkam olmasa da çıkartır önünüzde yarıya kadar bükülüp dilimle selamlarım size.

Kendinizi seviniz. Ister saçlarınızı, ister kaslarınızı okşayarak seviniz ama seviniz. Zira kendinizi sevmezseniz mazallah kimseyi sevemezsiniz. Ay o zaman sevgilisiz kalır sevgisizlikten kurur gidersin. Yapma böyle, yazık. Aç kollarını geniş geniş, sarıl bakalım kendine. Ne güzel oldu, oh! Sevdin ya kendini, artık korkma, herkesi seversin. Sevemez misin?

Kendinizi seviniz. Çizilmesin, bozulmasın diye pamuklara sarıp saklayınız. Ben kendimi böyle seviyorum dediğinizde gözlerini kocaman kocaman açıp suratınıza bakanlara "Ne var beğenemedin mi? Sen de kendini öyle sev" deyip karnınızı okşayınız. Ayrıca, yatmadan önce on sekiz buçuk kere saçlarınızı tarayıp, elli bir kere yüzünüzü küçük küçük çimdikleyiniz, on üç kere ayak parmaklarınızı çıtlatınız. Bir de aklınız başınıza gelsin, ayaklarınızda biriken kan beyninize de azıcık aksın diye haftada iki kez on yedi dakika kanepede ters oturunuz. Ayaklarınız duvarda, başınız kanepeden aşağıya sarkmışken, sürekli kendimi seviyorum diye tekrar ediniz. Tüm bunları yaparken mutlaka “sev kardeşim” şarkısını dinleyiniz.

Kendinizi hayvanları insanları seviniz. Aman sıralamayı karıştırmayınız. Ve baş ağrıları sırasında dökülen kırıntıları toplamayınız.

11 Kasım 2010 Perşembe

hani diyeceğim

"Belki gündüzle gece arasında o kısa ve alabildiğine sessiz ara idi bu, hani başımız hiç beklemezken, ensemizden sarkar arkaya, hani her şey biz farkına varmaksızın, biz kendilerini seyretmediğimiz için devinimden kesilir ve sonra yitip gider; biz ise, eğilip bükülmüş vücutlarımızla tek başımıza kalırız; ardından çevremize bakınır, artık hiç bir şey görmez, havanın herhangi bir direncini hissetmez, ama içten içe anılarımıza tutunuruz. Az çok yakınımızda evler olacaktı, evlerin çatıları ve Allaha şükür köşeli bacaları vardı, bacalardan evlerin içine yağan karanlık, tavan aralarından geçerek çeşitli odalara dökülürdü. Ve yarın bütün inanılmazlığına karşın, her şeyin gözle görülebileceği bir gündüzün başlayacak oluşu ne büyük mutluluktur.

Sarhoş ansızın başını kaldırdı; kaşalrıyla gözlerinin arasında bir parıltı belirdi. Ansızın kesik kesik konuşarak : 'Hani diyeceğim-hani uykum var-uykum olduğu için de gidip yatacağım-hani diyeceğim, Wenzel Alanı’nda bir eniştem oturuyor-işte oraya gidiyorum-eniştemin yanında kalıyorum çünkü, çünkü yatağım orada-gidiyorum, evet, ancak ismi ne eniştemin, nerede oturuyor, bildiğim yok-unuttum galiba-ama ne çıkar, çünkü bir eniştem var mı onu da bilmiyorum-eh, gidiyorum artık.-Ne dersiniz onu bulabilecek miyim?” Kafka; Hikayeler-Sarhoşla Söyleşi (Cem Yayınevi), Kamuran Şipal çevirisi.

Yarım saattir yazıya başlamaya uğraşıyorum, olmuyor. Kafka’dan alıntıları yazarken, kelimelerin peşine takılır, dikkatimi toplar, başlarım dedim ama hala aklım beş karış havada. Hem öyle dikine yukarıya yükselmekle de kalmamış, bilmem kaç metrekarelik bir alana da yayılmış halde. Meditasyon, stresliysem veya işle ilgili bir şeye yoğunlaşmak istiyorsam, aklımı başıma toplarken; yüzmeden veya yogadan sonra yaptıysam aklımı alıp mekâna serpiştiriyor sanki. Aynı anda bahçede, kanepede, havada, Barselona’da, uykuda, çocuklukta, suda ve yoldayım. Kısık ateşte kaynayan aşure tenceresinden yayılan, incecik buhar gibi, telaşsız, akışkanım. Andayım, soluğumdayım. Mekândan azade, muhabbetteyim. “Ey benim divane gönlüm, dağlara düştüm yalınız” (Pir Sultan)

Hani diyeceğim, uykum var, uykum olduğu için de gidip yatacağım.










10 Kasım 2010 Çarşamba

Nurullah Ataç - Turgut Uyar

Turgut Uyar’ın “Türkiyem” şiir kitabının, 1963’de yapılan ikinci basımına Nurullah Ataç’ın yazdığı önsöz.

“Üç yıl mı oluyor, dört yıl mı? Ankara’nın ufacık kaynak dergisi bir şiir yarışması açmıştı. Dergiyi çıkaran dökmeci kardeşler beni de düşünmüşler, yargıcılar kuruluna, yani hakem heyetinde bulunmamı istediler. Güzelleri vardı gelen şiirler içinde. Olmaz olur mu? Türk şiirinin en verimli çağlarından birindeyiz şimdi, her yıl yeni yeni şairler getiriyor, o kadar ki hepsini öğrenemiyoruz. Okuduğum şiirlerden birini, “Arz-ı Hal” adlısını beğenmiştim. Kimin olduğunu bilmiyordum, sonradan söylediler Turgut Uyar’ınmış. Bu kitapta yok, onu size ben yazıvereyim:

Ben de günahkâr kullarındanım Allahım...
Bir kulhuvallahi bilirim dualardan,
Bir de yarabbi şükür demeyi doyunca.
Bir kere oruç tutmam ramazan boyunca,
Ama çekmediğim kalmadı sevdalardan.
Ben de günahkâr kullarındanım Allahım!...

Benim gibi kulun çok dünyada, allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte,haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...

Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!...
Meleklerin sana bunları söylemezler.
Artık, pek yarattığın gibi değil dünya
İnsanlar hem sabuna karıştı, hem suya:
Ne olursun, hoşuna gitmedi ise eğer,
Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!...

Sana birşey soracağım, affet, Allahım!...
Baş vakit kızlar doluyor camilerine,
Beyaz yaşmaklı, beyaz tenli, masum kızlar...
Benim bir defa görüşte yüreğim sızlar;
Sen tutulmadın mı, içlerinden birine?
Sana birşey soracağım, affet, Allahım!...

İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!...
Kıt kanaat sere serpe yollar boyunca...
Sen, bizim için hâlâ o ezeli sırsın.
Sen de bizi bilmiş olsan, başkalaşırsın...
Herkesin kederi, gailesi boyunca.
İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!...

Bu şiire birincilik verilmesine çalıştım. Kurulda üç kişiydik, öteki üyeleri kandıramadım. Onlar başka bir şiiri beğenmişler. Onu övmek için Frenkçe bir söz kullandılar nasıl diyorlardı? “Composition” varmış o şiirde. Ben de Frenkçeyi büsbütün bilmez değilim, ama Türkçe konuşurken, Türkçe yazılar okurken unutuyor muyum, nedir? Bir türlü anlayamıyorum. Bu yüzden olacak, o şiirin üstünlüğü neymiş daha kavrayamadım. Adı da Frenkçeydi onun, güzelliğini belki onun için sezememişimdir. Neyse o şiir birinci, Turgut Uyar’ın “Arz-ı Hal”i ikinci, Çetin Tezcan’ın “Akşamüzeri Türküsü” de üçüncü oldu. Turgut Uyar da, Çetin Tezcan da kendilerine güvenmekte haklı olduğumuzu gösterdiler. Adlarını ben ilk olarak o gün, karar günü öğrendim.

Neden o kadar sevmiştim “Arz-ı Hal” şiirini? Kusursuz bir şiir midir o? Değil, o günlerde de görmüştüm, şimdi de görüyorum, var kusurları, bir acemilik seziliyor. Ama yeni yetişen bir şair için acemilik kötü bir şey midir? Başkalarına uymayıp da kendi yolunu aradığını göstermez mi? O acemiliği için de sevdim Turgut Uyar’ın şiirini. Yalnız onun için mi? Acemilik, yeni yetişen bir şair için bir suç değildir, ya, beğenilmesi için de yetmez. “Arz-ı Hal” de bence başka değerler de vardı. Bir kere bana Francis James’in şiirlerini hatırlatıyordu. Bu saflık, bir “bönlük” havası içindeydi şiir. Gerçek bir saflık, gerçek bir “bönlük” mü? Değil elbette. Bönlüğün gerçeği çekilir mi? Bakıyorsunuz şair bir “bönlük” takınıyor ama gözleri gülüyor. Şakadan olduğunu belli ediyor, aldatmıyor sizi. Akıllı bir adam olduğunu daha ilk sözünden seziyorsunuz. Şairin öyle akıllı olması gerektir, şiir bir akıl işidir de onun için. Şair öyle kendilerini duygularına bırakamaz, düşünerek, neye varacağını bilerek çalışır, ölçer, tartar da her mısraını öyle yazar. Turgut Uyar’ın o yapma “bönlük” altında bu erdemini sezdim de onun için sevdim şiirini.

Kendisini şimdiye kadar görmedim, ta uzaklarda, Terme’de yaşıyormuş. Şiiri ile ilk tanışışım böyle oldu. Sonra dergilerde çıkan şiirlerini okudum, tuttuğu yolda ilerliyor, sanatını günden güne geliştiriyordu. Ben de umutla ama telaşsız bekliyordum onun kendini bulmasını. Türlü türlü şiirler yazıyordu: kiminde gene o yapma “bönlük” vardı, kiminde ondan silkiniyor, güzel bir ağırbaşlılık gösteriyordu. Bu kitapta okuyacağınız şiirlerini yazıyordu.

Bir gün Varlık’ta bir şiirini okudum: “Uzak Kaderler İçin”. Ses değişivermişti, Turgut Uyar artık kendini aramıyordu, bulmuştu. O şiiri yazan adamın gönlünde büyük şiirin esmeye başladığı anlaşılıyordu. Acemilikten büsbütün kurtulmuş muydu? Hayır. Bir kere Turgut Uyar’ın dili daha iyice arılaşamadı, şekil, bakıyorsunuz, birdenbire aksayıveriyor. Olsun, artık biliyorum ki Turgut Uyar günümüzün en iyi Türk şairlerinden biridir, genç şairlerimizin başta gelenlerini sayarken onu unutmağa kimsenin hakkı yoktur. Kitabını okurken buna siz de inanacaksınız. Başlayın, “Türkiyem” adlı şiirden başlayın, sonra söyleyin, bu şair sevdiğini övmek için güzel sözler, ahenkli mısralar bulmuyor mu? Yalnız o “Türkiyem” mi? Yalnız “Uzak Kaderler İçin” mi? Turgut Uyar’ın “Turna”sı için, “Elagözlü”sü için yaktığı türküleri okuyun, sizin de bir “Turna”nız, bir “Elagözlü”nüz vardır elbette, yahut, ben yaşta iseniz, eskiden olmuştur, bakın, o şiirler size o sevgiliyi daha yakından duyurmuyor mu? Daha yakından hatırlatmıyor mu?

Bilmem yanılıyor muyum Turgut Uyar’ı iyi bir şair saymakla? Hiç sanmıyorum. Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı. Övünerek söyleyeyim, şairler için attığım zar, şimdiye kadar çoğu iyi geldi, doğru seçimi gösterdi. Turgut Uyar için de iyi geleceğinden hiç şüphe etmiyorum.”

Nurullah Ataç

9 Kasım 2010 Salı

Öykü (7. mektup)

Canım A,

Yıllardır, görmediğim ama varlığından emin olduğum bir fanusun içinde, başka insanların başına gelen kötü şeyleri nerdeyse her zaman izleyerek yaşamışım. Kimsenin canını yakmadan, canımın yanmasından korkarak… Şiddet, nasıl başedeceğimi bilmediğim bir şey, tek yapabildiğim uzak durmaktı. Ama buraya gelerek, korunaklı fanusumdan çıkmış oldum, böyle olacağını düşünmemiştim. Artık izleyici olamıyorum, içindeyim, herkesle aynı odadayım.

Ne yapacağımı her düşündüğümde, ilk aklıma gelen polise gitmekti, ikinci aklıma gelense o gece polisin gelmesiyle geri gitmesinin sadece on dakika sürdüğü. Hem ne demişti kapıcı “Evin içinde olandan polise ne?” Evin içinde olduktan sonra döv, tecavüz et, öldür k ime ne öyle mi? Üst katta oturan, hani o akşam camdan çıkıp “Yine azıttı hayvan herif!” diye söylenen kadına, polisin geldiği evdekileri tanıyıp tanımadığını sordum. “Kadın yirmi üçünde ya var ya yok. Kocasının ikinci karısı, ilkine ne olmuş bilmiyorum. Üç senedir bu mahalledeler, kimseye gelip gitmezler. Ama adamlar tanır birbirlerini. Kocası, oto sanayide çalışıyormuş dedi bizimki. Çocukları yok. Kadın evden nerdeyse hiç çıkmaz” dedi. Hiç bir şey yapamasam da, kadınla konuşmak istiyordum. Kocası dışında birini görmek, başka bir insan sesi, ne bileyim, iyi gelir diye düşündüm. “E, o zaman, hem mahalleye yeni gelen komşu olarak tanışmak, hem de bir geçmiş olsun demek için kapıdan uğramak, fena olmaz” dedim. “Dışardan gelenin mahallenin içinde olana bitene burnunu sokması pek sevilmez, ben söylemiş olayım da” diye peşin peşin uyardı. Kimdir bu kuralları koyanlar, kimin neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini söyleyenler, anlamam ki?

Gittim. Kapıyı açmadı, pencerenin önünde üç beş cümle, o kadar. Yüzü yara bere içindeydi. Adını bile söylemeye korktu. “Iyiyim abla sağol, gelmişsin buraya kadar, kusura bakma alamam seni içeriye, biliyorsun işte.” Hepsi bu kadar. Ama insan bir kez fanusun dışına çıkınca, ya şaşkınlıktan ya cesaretten başkalaşıyormuş. Bilmem, belki de bana öyle geliyor. Eve dönemedim, b. yi bir haftadır ihmal ettim, sınavları başlamıştır diye dükkana gittim. Yeni mallar gelmiş, onları yerleştiriyorlardı, renk renk iplikler, boncuklar, çay bardakları, çengelli iğneler, plastik kap kacak… Yarın yine giderim, pencereden de olsa iki çift laf, diye düşündüm. Dükkandan çıkarken dört çile yumurta sarısı örgü ipiyle, üç buçuk numara şiş aldım, belki örgü bahanesiyle kapıyı açar.

Bir avukatla konuşmalıyım belki de. Bizim tanıdığımız telefonla akıl sorabileceğim bir avukat var mıydı A?

Buralarda hava ayaza döndü.
t.

8 Kasım 2010 Pazartesi

en sevdiğim şey

Bir kitaba başlamış ama bitirememiş, aynı kitabı yıllar sonra elinize aldığınızdaysa nasıl olup da ilk sefer de okuyamadığınıza hayret etmişseniz; kitapla okurun birbirine hazır olduğu bir anın, ruh durumunun ve olgunluğun olduğunu yaşayarak öğrenmişsiniz demektir. Bu şaşkınlığı ilk kez, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar kitabıyla yaşamış, 20’li yaşlarımla 30’lu yaşlarım arasında değişen okurluğuma hayret etmiştim. Benzer durumu iki sene önce Borges yazıları için yaşadığımdaysa hissettiğim hayret değil rahatlamaydı. Okurluğuna değer verdiğim kişilerin çoğu Borges’in anlatımlarına hayrandı, bense Alef kitabını her elime alışta, ikinci sayfadan üçüncü sayfaya geçemeden, bunalıp bırakıyordum. Sene de bir kez, “Acaba uygun zaman gelmiş midir?” diye bir denemeye girişiyor, ikinci sayfada “Henüz değil” diyerek kapatıyordum kitabı. Şeytanın bacağını, “Kumlar Kitabı”nı İspanyolca orjinalinden okuyarak kırdım. Hala Borges yazılarından almam gereken tadı aldığımdan emin değilim, belki bundan öteye de gidemeyeceğim, kim bilir. Zamana bırakmalı.

İki insanın buluşmasını/uyuşmasını da, kitapla okur arasındaki bu duruma benzetiyorum. Yıllar önce tanışılmış, belki bir süre birlikte zaman da geçirilmiştir. Ama ya ruh durumumları, hayata bakışlar uymadığından , ya da şartlar öyle gerektirdiğinden döner herkes kendi yoluna gider. Araya bazen beş, bazen onbeş yıllık geniş bir boşluk girer, sonra beklemediğimiz bir zamanda tekrar karşılaşırız. Boşlukta, ritimler benzeşmişse, içimizde yumuşak bir tık sesi duyarız. Bu sesle bazen bir dost, bazen bir akraba, bazen de bir sevgilidir kazandığımız. Kitapla okur buluşmasından tecrübeliyseniz, önceden nasıl oldu da... diye düşünmezsiniz bile. Olmuştur, o kadar.

Eklenmelerde içimde duyduğum sesi yumuşak bir çıtçıtın kapanma sesine, eksilmelerde duyduğumuysa şiddetine göre taze veya kuru bir dalın kırılma sesine benzetiyorum. Gençliğimden gelen, araya mesafeler girse de samimiyetini ve tek yüzlülüğünü kaybetmeyen ilişkilerimin başlarken çıkardıkları tık sesleri, anlaşılan gençliğin şen kahkahaları ve evecenliği arasında duyulmamış, ya da tecrübesizlikten duymuş ama tanıyamamışım.

Küçük yeğenim, yüzünde önemli bir şey söyleyeceği zamanlarda takındığı ciddi ifadeyle yanıma geldi. Sağ elini sol bacağıma, dizime yakın bir yere koydu, dikkatimi çekmek için hafif hafif sallıyor. Artık, bilgisayarın başından kalıp yazmaya devam etmek mümkün değil.

“Benim en sevdiğim şey ne biliyor musun?”
“Neymiş canikom?”
“Uyumamak, tamam mı? Bir de su içmek. Senin en sevdiğin şey ne?”

Beş yaşımdayken en sevdiğim şeyin ne olduğunu söylemek kolaydı. Yemek yememek ve tırnaklarıma kırmızı oje sürmek. Ama şimdi? Bilmiyorum. Sanırım artık “en” ler sıralaması yok, “an”lara göre yaşıyorum. Şimdi oyun oynama zamanı...

5 Kasım 2010 Cuma

Şiir: Üçlükler / Müzik: Billy Holiday 'dream a little dream of me'


Üçlükler II
Günün ilk saatleri
İyi biliyorum, ilk saatlerini günün
Peki, nedir öyleyse bu sabah silintisi.

Üçlükler III
Hiçbir dilde söylenmemiş
Hiçbir dilde yazılmamış
Sözler ve şarkılar içindeyim.

Üçlükler IV
Neden aklıma geliyor istasyon büfesindeki duruşun
Hava soğudu -kasımın son günleri-
Kar yağacak, bembeyaz olacak unutulmuşluğum.

Üçlükler VIII
Gölgen yok senin, ayak izlerin yok
Neden mi? acılar barınmamış ki sende
Mutluluk yok mutsuzluk yok
                           Edip Cansever
 
Şiirle birlikte dinlenmesi önerilen müzik : Billy Holiday & Louis Armstrong 'dream a little dream of me' http://fizy.com/#s/1mi9xb

4 Kasım 2010 Perşembe

Turgut Uyar'a

Yazar, sözcüklerle, kafasının içinde yaşayan, bildiği, kendinden çıkan, kendinin uzantısı olan bir dünya yaratıyor. Okuyan, yazanı o dünyanın içinde ve orda anlattıklarıyla tanıyor. Yazarla okurun iç dünyası, mekansız bir zamanın içinde birbirine karışıyor; yazarın kendiyle başlattığı sohbete okur dinleyici olarak dahil oluyor. Benim için burdan bir adım sonrası, yazarla aramda oluşan, kelimelerle tanımlayamadığım, belki sadece hissedebildiğim bir hısımlık bağı... Sohbet etmek veya derdine çare bulmak için bir dostunla buluşmaya benzer bir hal; fiziksel olarak hayatta olmayan birinin, sözleriyle, koltuğun bir köşesinde oturduğunu hissettiren yakınlığı… Tanışsam anlaşamayacağım insanlar olma ihtimalleri umrumda değil, onları yazdıklarının genişliğince biliyorum. Fiziksel varlığın önemini kaybettiği, yazarla okuru birleştiren bir boyutta, saatlerce konuşup, saatlerce susarak; etrafımızdaki şekillere, kişilere, seslere dokunuyor, yerlerini değiştiriyor, birlikte başka başka gerçeklikler kuruyoruz.

Cumartesi günü, kitap fuarınıda bir şey aramadan dolaşırken, sahaflara ayrılmış bir bölüme geldim. Yolum düşüpte, bir sahafa denk geldiysem, ne aradığımı bilmediğimden olacak, sadece eski kitaplara dokunur, isimlerini şöyle bir okur çıkarım. Yine bir şey aramadığımdan, sadece sahafların ismini okuyarak ağır ağır dolaşmaya başladım. Tam diğer hole geçecekken, kapının dibindeki sahafta biri, eski bir plak çaların kolunu çevirip kurmaya başladı. Sırf çalacak müziği merak ettiğimden, tezgahın önünde boş boş kitaplara bakınıyordum ki… Herkes bir anda sustu. Saçımdan bir tel koparıp yere atsam, düşme sesini duyardım, o kadar mutlaktı sessizlik. Herşey, herkes, kıpırtısız, soluksuz… Sonsuz bir boşluğun içinde bir ben bir Turgut Uyar… Otuz altı yaşında, ikinci baskısı yapılan “Türkiyem” şiir kitabını uzatıyor bana. Sigaradan sararmış gür bıyıkları, ince dudaklarında belli belirsiz bir gülüş…”Hadi böyle bakıp duracak mısın? Alsana.” Kitabı dakikalarca tutuyorum elimde, sessizlik gitgide uğultuya dönüşüyor, plakçalarda içli bir kadın sesi... Yanımdan geçen biri, “gençliğimizin şarkısı” diyor. Avcumun içinde Turgut Uyar, şiirin diğer uç beyi…

İLKİN
Bunu kimse söylemedi belki düşündü
çünkü vardır insanın yaşamasında
uyku ve öfke gibi vardır
kimse söylemedi
tuzunu çoğaltan bir denizde
nasıl batarsa güneş öyle bende kaçırdım
ki gözüm bütün gün
boyu lekelerde
kaçırdım ama şöyle de söylenebilir
şiirin bütün geçmişinin dışında
önceden açıklanan her şeyin dışında
örneğin en sıcak ülkelerin yazında
en soğukların kışında
yanarım üşürüm berbat olurum
hiç bir şeye yaramam
ama yine de seni severim
o zaman sen de beni sev
evet.
Turgut Uyar

"Türkiyem", Turgut Uyar
Dost Yayınlar, 1963

3 Kasım 2010 Çarşamba

Öykü (6. mektup)

Sevgili A,

Günlerdir, nerdeyse hiç ara vermeden yağan yağmur, beni de toprağı da suya doyurdu; yandaki arsanın kurbağalı gölünü de iyice genişletti. Kurbağalar her yerde… Bu aralar, apartmandaki çocukların da, en büyük eğlencesi serçe parmağımın boğumu kadar yeşil ve gri kurbağalar… Büyükşehirde, yağmur yağınca trafik olur, saatlerce eziyet çekersin. Kasabada, yağmur yağınca, Cansever’in dediği gibi kurbağalara bakmaya gidersin.

“kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
bunu kendine üç kere söyledi
onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
o kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım”

Güneşli bir güz sabahında, çayın demlenmesini beklerken yazıyorum sana. Kahvaltıyı tepsiye hazırlamalı, bahçenin çamuruna aldırmadan, söğüdün altına bir sandalye bir tabure atıp, güneşin keyfine varmalı.
Iki gün once başladığım mektuba, ancak devam edebiliyorum. Ne yapacağımı bilemeden, hırsla, hiddetle, ağlamaklı dolaşıp duruyorum iki gündür evin içinde. Biraz sakinleşmeden yazmam mümkün değildi. Buranın tutucu bir yer olduğunu söylemişimdir. Alkol sokakta içilmez mesela, kadınla adam evli bile olsa sarılıp yürümez, bir erkek gittiği evde koca yoksa sokak kapısından içeri girmez. Etek boyları diz kapaklarının altında, rujlarda kırmızı ton yok. Çarşının içinde bir kaç esnaf lokantası; değişik mahallelere dağılmış, sadece gençlerin gittigi bir kaç kafe ve çaybahçesi; erkeklerin kağıt veya okey oynayıp boş boş oturduğu bir sürü kahvehane var. Hoş, “Memlekette kasaba olup da tutucu olmayan, dedikodu olmayan yer var mı?” diyeceksin. Sanmam. Aslında, yaşanan yerin büyüklüğüne bakmadan tüm memleketi tek bir kasaba sayıp, tamamı için tutucu, dedikoducu, namusun kadın üstünden tanımlandığı, erkek şiddetinin baskın olduğu, düşünce ve iş tembeli insanların yaşadığı yerdir desem, fazla mı haksızlık etmiş olurum? Şu evin dışına çıkmazken, varlıklarını tahmin etsem de, gözüm görmediğinden, tanışmadığımdan, aslında yoklarmış gibi rahattım. Postacıyla üç kelimelik, bakkalla dört beş cümlelik, kapıcıyla üç cümlelik zorunlu gündelik konuşmalar…

Evin iki sokak arkasında, iki katlı bahçeli, hiç boyanmadan sıvasıyla eskimiş bir ev var. Önünden geçmemişim, içinde kim yaşar haberim de yoktu, iki gece öncesine kadar. Yatmakla, televizyonun kanalları arasında dolaşarak vakit öldürmek arasında kararsız kaldığım, gece yarısına yakın bir saatti. Polis sirenleri duyuldu. Camı açtım, üst kattaki kadın camdan uzanmış, söyleniyordu “Allah belasını versin, yine azmış hayvan herif!” On dakika geçti geçmedi polisler gitti, camlar kapandı. Sokak, hiç bir şey olmamış gibi eski seslerine döndü. Uyumak ne mümkün, nerdeyse gün ağarmak üzereydi, yatağa girdiğimde. Akşam olanları, kapıcı bakkaldan bir şey ister miyim diye sormak için geldiğinde öğrendim. “Adam abartmadan her akşam döver kadını…da…böyle bir kaç ayda bir...artık kadın ne yapıyorsa adamı zıvanadan çıkartır, ondan sonra da vurma diye çığlık atar. Anlaşılan dün gece, üst kattaki yeni kiracı, e mahalleli gibi alışık değil tabi, kadının sesi kesilmeyince polis çağırmış. Ama n’oldu, polis de geldiği gibi gitti. Evin içinde olan bitenden polise ne?” "Ne diyorsun sen Allahın cezası?!" diye bağırıp adamın suratına kapıyı kapattığımdan beri dolanıp duruyorum evin içinde. Orda da bin türlüsü yaşanıyordur bu olayların, ama biz, ya da en azından ben, iyi mahallelerde, dayağın da sessiz atıldığı sitelerde, bunlardan uzak yaşamış durmuşum. Böyle durumlarda ne yapılır? Gidip adamın elini tutamam, kadını alıp eve getiremem, oturup adama yaptığının kötülüğünü anlatamam. Allahım nasıl bir çaresizlik bu? Sakin kafayla düşünürsem bir çıkış yolu bulurum belki.

Yorgunum, uyumadan yine bana Cansever okusan.
Özlemle..
t

2 Kasım 2010 Salı

TUYAP kitap fuarının ardından

Hep söylenir, bir kez yaşamışsak biz de söyleriz: dışardan gelen eleştiriler, gösterme ve anlatma çabaları ne kadar fazla olursa olsun, insanın kişiliğinde veya hayatında bir şeyi değiştirebilmesi için, o şeyi kendisinin fark etmesi gerekir. Böyle bir aydınlanmayı en son kitaplar konusunda yaşadım, bloğu okuyanlar yazımı hatırlayacaklardır. Yıllarca kitaplar hayatımdaki en değerli eşyalardı. Bir ara, kitaplarımın kütüphane kataloğuna benzer şekilde kaydını tutmuşluğum bile var. Evin dışına çıkan kitapları not ettiğim kağıt, gözümün göreceği bir yere asılır, giden kitapların dönüşü titizlikle takip edilirdi. Şimdi gülerek hatırlıyorum, yakın bir arkadaşıma, okuması için Sophie’nin Dünyası kitabını vermiştim. Evindeki muhabbet kuşu da kitabı merak etmiş, hayvancığın benim gibi kağıda düşkünlüğü de varmış, dayanamamış kitabın epey sayfasını kenardan kenardan yemiş. Kitap takıntımı bilen ama ne derece ileri olduğunu bilmeyen arkadaşım, aynı kitabın yenisini alıp bin özürle bana verdi. “Hayır, yeni kitabı istemiyorum. Eski kitabı istiyorum, onu okumuştum, altını çizdiğim yerler vardı, yeni kitabı kütüphaneme koyabilmem için yeniden okumam lazım, ama şimdi elimde başka kitap var ve bu kitabı tekrar okumaya hiç vaktim yok.” Yüzündeki afallamayı, o dumur halini sanırım daha yıllarca hatırlarım.

Işte yıllar sonra kitap fuarına, kitaplarla aramdaki ilişkiyi düzeltmiş, kitap tüketicisi olmaktan saf kitap okuyucusu olmaya geçmiş halde gittim. Yeğenlerime aldığım Samed Behrengi kitaplarının dışında, kendime sadece bir tane çok özel kitap aldım : Turgut Uyar’ın “Türkiyem” şiir kitabının Dost Yayınları tarafından 1963’de yapılan ikinci baskısı. Bu, paragrafların arasına sıkıştırılamayacak kadar özel karşılaşma, ayrı bir yazı konusu.

Hamiş: Kitaplardan daha fazla sahiplendiklerimse, hısım saydığım yazarlarım/şairlerim. Onlarla aramdaki bağı, beni tanıyanlar biraz fazla sahiplenmeci bulurlar. Bu konuda, içimde küçük ışıklar yanıyor ama henüz aydınlanmadan epey uzağım.

Kitap fuarına, İspanyol yazarların katılacağı söyleşilerde, günümüz İspanyol edebiyatı hakkında, doğrudan bir şeyler duymak için gittim. Biraz şaşkınlık, biraz da hayal kırıklığıyla döndüm.

İstanbul Cervantes Enstitüsü, yüzyıllık kitaplar, fuara katılan yazarların kitapları, İspanyolcaya çevrilen Türk yazarların kitapları ve çocuk kitaplarından oluşan küçük ama güzel bir stand hazırlamıştı. Iki ülkedeki kitapçılara bakınca, ne burda İspanyol yazarların, ne de orda Türk yazarların yeterince tanınmadığını düşünmüşümdür. Biz, dünya klasiği olmuş, Cervantes’in Don Kişot’unu biliriz; onlar dünya şairimiz Nazım Hikmet’i bilir. Nobel ödülü aldıktan sonraysa Orhan Pamuk’u ve tüm kitaplarında bir şekilde anlattığı İstanbul’u… Cervantes’in standında İspanyolcaya çevrilen türkçe kitapları görünce bu yüzden şaşırdım.

Nazım Hikmet, Yunus Emre, Sait Faik, Ahmet Haşim, İlhan Berk, Orhan Pamuk, Ömer Seyfettin, Nedim Gürsel, Yahya Kemal, Enis Batur, Celil Öker, Buket Uzuner.

Sait Faik’in çok güzel çizimler eşliğinde yayınlanan “El Panuelo de Seda” kitabıyla; özenle hazırlanmış, kırmızı kapaklı, bir sayfada şiirin Türkçesinin karşısında İspanyolca çevirisinin yer aldığı, “Güzel Irmak” ve “Şairin Kanı” şiir kitaplarını kapsayan İlhan Berk’in “Rio Hermoso” (Ediciones del Oriente y del Mediterraneo,1995) kitabı dikkat çekiciydi.

“Küçüğüm, bu senin sesin, güzel ırmak
Önce rüzgârın öptüğü, sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayakbileklerin
Soluğun, kokun, karnın, gölgeli gözlerin”
İlhan Berk


“Mi pequena, esta es tu voz, rio hermoso
A la que primero besa el viento, luego beso yo
Tus tobillos estas poemas inacabados
Tu aliento, tu olor, tu vientre, tus ojos con sombras”


Soledad Puertolas ve Julio Llamazares’in katıldığı söyleşiyi dinleyebildim sadece. Dünyanın her yerinde olduğu gibi İspanya’da da yazarlık karın doyurmaya yetmiyordu ve para kazanmak ve rahatça yazabilmek için başka bir işte çalışmak gerekiyordu. Vegamian isimli yok olmuş bir kasabada doğmuş Llamazares, hukuk okumuş ama sadece bir kaç yıl avukatlık yapmış, sonrasında hayatı sadece yazarak sürdürmeye karar vermiş. “Sadece hayatı anlamak, anlamlandırmak için yazıyorum” diyor. Söyleşiden sonar ayak üstü on dakika sohbet ettiğim Soledad ise yayınevleri sanat galerileri gibi, yazdıklarımı okuyucuya ulaştırmak için onlara muhtacım ve onlar nereye ne kadar isterlerse o kadar ulaşabiliyor yazılarım diyor. Türkçeye eskiden bir kitabı çevrilmiş, internet kitapçılarında göremedim. Cervates Enstitüsü ve Real Academia Espanol’da çalışıyor, öyküleri ve yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanıyor. Vedalaşırken sarılıp, “Yine de herşey bir yana hayattan keyif almak ve gülmek önemli olan. Evde veya ofiste değilim, özgürüm bir kaç gün, daha ne olsun” diyor. Yazmanın da beni duvarların arasından çıkartamayacağını hissediyorum, hayal kırıklığım içimi sızlatıyor.

1 Kasım 2010 Pazartesi

kolay gelsin tez bitsin

Uykuya dalmak üzereyken zamanda yer değiştiriyorum sanki. Şimdiyle hatırlayabildiğim geçmişim arasındaki zamanda bilincim sek sek oynuyor. Unuttuğum bir görüntü, yıllardır hiç duymadığım bir tekerleme, düşünüp bulamadığım isimler, gittiğim yerlerin öylesine baktığım sokakları, tencereden taşan süt, tam üstüne basacakken görüp çığlık attığım yaşlı kurbağa, bir yandan şakalaşıp bir yandan ritmik hareketlerle sepet ören kadınlar, siyah beyaz grundig televizyonun evden gidişi; iğdeli yolda telaşsız yürüyen yürürken de sanki farkına varmazmış gibi kolları bir birine usulca dokunan esmer kızla kumral oğlan; küçük kardeşin, bir haftalık tatile gelen ablası için aldığı çikolatayı verirken ki gözleri; dağda bir ateş, yumurtadan çıkan sarı civciv... Evin en sevdiğim yeri: yatağım.

Dün gece uyumadan az önce, sürekli “kolay gelsin tez bitsin” diyerek, koşmadan ama hızlı adımlarla, odanın kapısından örgüye başlayan annesine doğru yürüdü biri. Tam üç kez, kapıdan sedire... İyi ki bu gece başladın, yarın Salı. Yarın başlasan, sen zaten çok yavaş işliyorsun, bir de sallanacaktı. Ceplerinin üstüne çiçek de yapar mısın?

Hamiş: Bir kaç yıl önce, ‘kolay gelsin tez bitsin’in devamının da olduğunu öğrendim.
‘Kolay gelsin tez bitsin. Elin kuş, kıçın taş olsun’ :)