8 Kasım 2010 Pazartesi

en sevdiğim şey

Bir kitaba başlamış ama bitirememiş, aynı kitabı yıllar sonra elinize aldığınızdaysa nasıl olup da ilk sefer de okuyamadığınıza hayret etmişseniz; kitapla okurun birbirine hazır olduğu bir anın, ruh durumunun ve olgunluğun olduğunu yaşayarak öğrenmişsiniz demektir. Bu şaşkınlığı ilk kez, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar kitabıyla yaşamış, 20’li yaşlarımla 30’lu yaşlarım arasında değişen okurluğuma hayret etmiştim. Benzer durumu iki sene önce Borges yazıları için yaşadığımdaysa hissettiğim hayret değil rahatlamaydı. Okurluğuna değer verdiğim kişilerin çoğu Borges’in anlatımlarına hayrandı, bense Alef kitabını her elime alışta, ikinci sayfadan üçüncü sayfaya geçemeden, bunalıp bırakıyordum. Sene de bir kez, “Acaba uygun zaman gelmiş midir?” diye bir denemeye girişiyor, ikinci sayfada “Henüz değil” diyerek kapatıyordum kitabı. Şeytanın bacağını, “Kumlar Kitabı”nı İspanyolca orjinalinden okuyarak kırdım. Hala Borges yazılarından almam gereken tadı aldığımdan emin değilim, belki bundan öteye de gidemeyeceğim, kim bilir. Zamana bırakmalı.

İki insanın buluşmasını/uyuşmasını da, kitapla okur arasındaki bu duruma benzetiyorum. Yıllar önce tanışılmış, belki bir süre birlikte zaman da geçirilmiştir. Ama ya ruh durumumları, hayata bakışlar uymadığından , ya da şartlar öyle gerektirdiğinden döner herkes kendi yoluna gider. Araya bazen beş, bazen onbeş yıllık geniş bir boşluk girer, sonra beklemediğimiz bir zamanda tekrar karşılaşırız. Boşlukta, ritimler benzeşmişse, içimizde yumuşak bir tık sesi duyarız. Bu sesle bazen bir dost, bazen bir akraba, bazen de bir sevgilidir kazandığımız. Kitapla okur buluşmasından tecrübeliyseniz, önceden nasıl oldu da... diye düşünmezsiniz bile. Olmuştur, o kadar.

Eklenmelerde içimde duyduğum sesi yumuşak bir çıtçıtın kapanma sesine, eksilmelerde duyduğumuysa şiddetine göre taze veya kuru bir dalın kırılma sesine benzetiyorum. Gençliğimden gelen, araya mesafeler girse de samimiyetini ve tek yüzlülüğünü kaybetmeyen ilişkilerimin başlarken çıkardıkları tık sesleri, anlaşılan gençliğin şen kahkahaları ve evecenliği arasında duyulmamış, ya da tecrübesizlikten duymuş ama tanıyamamışım.

Küçük yeğenim, yüzünde önemli bir şey söyleyeceği zamanlarda takındığı ciddi ifadeyle yanıma geldi. Sağ elini sol bacağıma, dizime yakın bir yere koydu, dikkatimi çekmek için hafif hafif sallıyor. Artık, bilgisayarın başından kalıp yazmaya devam etmek mümkün değil.

“Benim en sevdiğim şey ne biliyor musun?”
“Neymiş canikom?”
“Uyumamak, tamam mı? Bir de su içmek. Senin en sevdiğin şey ne?”

Beş yaşımdayken en sevdiğim şeyin ne olduğunu söylemek kolaydı. Yemek yememek ve tırnaklarıma kırmızı oje sürmek. Ama şimdi? Bilmiyorum. Sanırım artık “en” ler sıralaması yok, “an”lara göre yaşıyorum. Şimdi oyun oynama zamanı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder