2 Kasım 2010 Salı

TUYAP kitap fuarının ardından

Hep söylenir, bir kez yaşamışsak biz de söyleriz: dışardan gelen eleştiriler, gösterme ve anlatma çabaları ne kadar fazla olursa olsun, insanın kişiliğinde veya hayatında bir şeyi değiştirebilmesi için, o şeyi kendisinin fark etmesi gerekir. Böyle bir aydınlanmayı en son kitaplar konusunda yaşadım, bloğu okuyanlar yazımı hatırlayacaklardır. Yıllarca kitaplar hayatımdaki en değerli eşyalardı. Bir ara, kitaplarımın kütüphane kataloğuna benzer şekilde kaydını tutmuşluğum bile var. Evin dışına çıkan kitapları not ettiğim kağıt, gözümün göreceği bir yere asılır, giden kitapların dönüşü titizlikle takip edilirdi. Şimdi gülerek hatırlıyorum, yakın bir arkadaşıma, okuması için Sophie’nin Dünyası kitabını vermiştim. Evindeki muhabbet kuşu da kitabı merak etmiş, hayvancığın benim gibi kağıda düşkünlüğü de varmış, dayanamamış kitabın epey sayfasını kenardan kenardan yemiş. Kitap takıntımı bilen ama ne derece ileri olduğunu bilmeyen arkadaşım, aynı kitabın yenisini alıp bin özürle bana verdi. “Hayır, yeni kitabı istemiyorum. Eski kitabı istiyorum, onu okumuştum, altını çizdiğim yerler vardı, yeni kitabı kütüphaneme koyabilmem için yeniden okumam lazım, ama şimdi elimde başka kitap var ve bu kitabı tekrar okumaya hiç vaktim yok.” Yüzündeki afallamayı, o dumur halini sanırım daha yıllarca hatırlarım.

Işte yıllar sonra kitap fuarına, kitaplarla aramdaki ilişkiyi düzeltmiş, kitap tüketicisi olmaktan saf kitap okuyucusu olmaya geçmiş halde gittim. Yeğenlerime aldığım Samed Behrengi kitaplarının dışında, kendime sadece bir tane çok özel kitap aldım : Turgut Uyar’ın “Türkiyem” şiir kitabının Dost Yayınları tarafından 1963’de yapılan ikinci baskısı. Bu, paragrafların arasına sıkıştırılamayacak kadar özel karşılaşma, ayrı bir yazı konusu.

Hamiş: Kitaplardan daha fazla sahiplendiklerimse, hısım saydığım yazarlarım/şairlerim. Onlarla aramdaki bağı, beni tanıyanlar biraz fazla sahiplenmeci bulurlar. Bu konuda, içimde küçük ışıklar yanıyor ama henüz aydınlanmadan epey uzağım.

Kitap fuarına, İspanyol yazarların katılacağı söyleşilerde, günümüz İspanyol edebiyatı hakkında, doğrudan bir şeyler duymak için gittim. Biraz şaşkınlık, biraz da hayal kırıklığıyla döndüm.

İstanbul Cervantes Enstitüsü, yüzyıllık kitaplar, fuara katılan yazarların kitapları, İspanyolcaya çevrilen Türk yazarların kitapları ve çocuk kitaplarından oluşan küçük ama güzel bir stand hazırlamıştı. Iki ülkedeki kitapçılara bakınca, ne burda İspanyol yazarların, ne de orda Türk yazarların yeterince tanınmadığını düşünmüşümdür. Biz, dünya klasiği olmuş, Cervantes’in Don Kişot’unu biliriz; onlar dünya şairimiz Nazım Hikmet’i bilir. Nobel ödülü aldıktan sonraysa Orhan Pamuk’u ve tüm kitaplarında bir şekilde anlattığı İstanbul’u… Cervantes’in standında İspanyolcaya çevrilen türkçe kitapları görünce bu yüzden şaşırdım.

Nazım Hikmet, Yunus Emre, Sait Faik, Ahmet Haşim, İlhan Berk, Orhan Pamuk, Ömer Seyfettin, Nedim Gürsel, Yahya Kemal, Enis Batur, Celil Öker, Buket Uzuner.

Sait Faik’in çok güzel çizimler eşliğinde yayınlanan “El Panuelo de Seda” kitabıyla; özenle hazırlanmış, kırmızı kapaklı, bir sayfada şiirin Türkçesinin karşısında İspanyolca çevirisinin yer aldığı, “Güzel Irmak” ve “Şairin Kanı” şiir kitaplarını kapsayan İlhan Berk’in “Rio Hermoso” (Ediciones del Oriente y del Mediterraneo,1995) kitabı dikkat çekiciydi.

“Küçüğüm, bu senin sesin, güzel ırmak
Önce rüzgârın öptüğü, sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayakbileklerin
Soluğun, kokun, karnın, gölgeli gözlerin”
İlhan Berk


“Mi pequena, esta es tu voz, rio hermoso
A la que primero besa el viento, luego beso yo
Tus tobillos estas poemas inacabados
Tu aliento, tu olor, tu vientre, tus ojos con sombras”


Soledad Puertolas ve Julio Llamazares’in katıldığı söyleşiyi dinleyebildim sadece. Dünyanın her yerinde olduğu gibi İspanya’da da yazarlık karın doyurmaya yetmiyordu ve para kazanmak ve rahatça yazabilmek için başka bir işte çalışmak gerekiyordu. Vegamian isimli yok olmuş bir kasabada doğmuş Llamazares, hukuk okumuş ama sadece bir kaç yıl avukatlık yapmış, sonrasında hayatı sadece yazarak sürdürmeye karar vermiş. “Sadece hayatı anlamak, anlamlandırmak için yazıyorum” diyor. Söyleşiden sonar ayak üstü on dakika sohbet ettiğim Soledad ise yayınevleri sanat galerileri gibi, yazdıklarımı okuyucuya ulaştırmak için onlara muhtacım ve onlar nereye ne kadar isterlerse o kadar ulaşabiliyor yazılarım diyor. Türkçeye eskiden bir kitabı çevrilmiş, internet kitapçılarında göremedim. Cervates Enstitüsü ve Real Academia Espanol’da çalışıyor, öyküleri ve yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanıyor. Vedalaşırken sarılıp, “Yine de herşey bir yana hayattan keyif almak ve gülmek önemli olan. Evde veya ofiste değilim, özgürüm bir kaç gün, daha ne olsun” diyor. Yazmanın da beni duvarların arasından çıkartamayacağını hissediyorum, hayal kırıklığım içimi sızlatıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder