3 Kasım 2010 Çarşamba

Öykü (6. mektup)

Sevgili A,

Günlerdir, nerdeyse hiç ara vermeden yağan yağmur, beni de toprağı da suya doyurdu; yandaki arsanın kurbağalı gölünü de iyice genişletti. Kurbağalar her yerde… Bu aralar, apartmandaki çocukların da, en büyük eğlencesi serçe parmağımın boğumu kadar yeşil ve gri kurbağalar… Büyükşehirde, yağmur yağınca trafik olur, saatlerce eziyet çekersin. Kasabada, yağmur yağınca, Cansever’in dediği gibi kurbağalara bakmaya gidersin.

“kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
bunu kendine üç kere söyledi
onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
o kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım”

Güneşli bir güz sabahında, çayın demlenmesini beklerken yazıyorum sana. Kahvaltıyı tepsiye hazırlamalı, bahçenin çamuruna aldırmadan, söğüdün altına bir sandalye bir tabure atıp, güneşin keyfine varmalı.
Iki gün once başladığım mektuba, ancak devam edebiliyorum. Ne yapacağımı bilemeden, hırsla, hiddetle, ağlamaklı dolaşıp duruyorum iki gündür evin içinde. Biraz sakinleşmeden yazmam mümkün değildi. Buranın tutucu bir yer olduğunu söylemişimdir. Alkol sokakta içilmez mesela, kadınla adam evli bile olsa sarılıp yürümez, bir erkek gittiği evde koca yoksa sokak kapısından içeri girmez. Etek boyları diz kapaklarının altında, rujlarda kırmızı ton yok. Çarşının içinde bir kaç esnaf lokantası; değişik mahallelere dağılmış, sadece gençlerin gittigi bir kaç kafe ve çaybahçesi; erkeklerin kağıt veya okey oynayıp boş boş oturduğu bir sürü kahvehane var. Hoş, “Memlekette kasaba olup da tutucu olmayan, dedikodu olmayan yer var mı?” diyeceksin. Sanmam. Aslında, yaşanan yerin büyüklüğüne bakmadan tüm memleketi tek bir kasaba sayıp, tamamı için tutucu, dedikoducu, namusun kadın üstünden tanımlandığı, erkek şiddetinin baskın olduğu, düşünce ve iş tembeli insanların yaşadığı yerdir desem, fazla mı haksızlık etmiş olurum? Şu evin dışına çıkmazken, varlıklarını tahmin etsem de, gözüm görmediğinden, tanışmadığımdan, aslında yoklarmış gibi rahattım. Postacıyla üç kelimelik, bakkalla dört beş cümlelik, kapıcıyla üç cümlelik zorunlu gündelik konuşmalar…

Evin iki sokak arkasında, iki katlı bahçeli, hiç boyanmadan sıvasıyla eskimiş bir ev var. Önünden geçmemişim, içinde kim yaşar haberim de yoktu, iki gece öncesine kadar. Yatmakla, televizyonun kanalları arasında dolaşarak vakit öldürmek arasında kararsız kaldığım, gece yarısına yakın bir saatti. Polis sirenleri duyuldu. Camı açtım, üst kattaki kadın camdan uzanmış, söyleniyordu “Allah belasını versin, yine azmış hayvan herif!” On dakika geçti geçmedi polisler gitti, camlar kapandı. Sokak, hiç bir şey olmamış gibi eski seslerine döndü. Uyumak ne mümkün, nerdeyse gün ağarmak üzereydi, yatağa girdiğimde. Akşam olanları, kapıcı bakkaldan bir şey ister miyim diye sormak için geldiğinde öğrendim. “Adam abartmadan her akşam döver kadını…da…böyle bir kaç ayda bir...artık kadın ne yapıyorsa adamı zıvanadan çıkartır, ondan sonra da vurma diye çığlık atar. Anlaşılan dün gece, üst kattaki yeni kiracı, e mahalleli gibi alışık değil tabi, kadının sesi kesilmeyince polis çağırmış. Ama n’oldu, polis de geldiği gibi gitti. Evin içinde olan bitenden polise ne?” "Ne diyorsun sen Allahın cezası?!" diye bağırıp adamın suratına kapıyı kapattığımdan beri dolanıp duruyorum evin içinde. Orda da bin türlüsü yaşanıyordur bu olayların, ama biz, ya da en azından ben, iyi mahallelerde, dayağın da sessiz atıldığı sitelerde, bunlardan uzak yaşamış durmuşum. Böyle durumlarda ne yapılır? Gidip adamın elini tutamam, kadını alıp eve getiremem, oturup adama yaptığının kötülüğünü anlatamam. Allahım nasıl bir çaresizlik bu? Sakin kafayla düşünürsem bir çıkış yolu bulurum belki.

Yorgunum, uyumadan yine bana Cansever okusan.
Özlemle..
t

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder