11 Eylül 2010 Cumartesi

Rilke'den Lou Andreas-Salome'ye


Lou Andreas –Salomé’ye


Paris, 26 haziran 1914
…..
Dünyayı benim bu güne dek yaptığım gibi salt göz yoluyla kavrayıp içine sindirmek, bir ressam , bir heykeltraş için daha az tehlikelidir, diye düşünüyorum, çünkü bunlar aldıklarını maddeye dönüştürüp ortaya koymakla rahatlayacaklardır.

Ben kendimi, Roma’daki parkta gördüğüm Anemone’a benzetiyorum : Çiçeğinin yapraklalarını gün boyunca, alabildiğine açmış ve gece olduğunda onları bir türlü toparlayıp kapayamamıştı. Akşamın karanlığında, akıllı kardeşleri, dıştan aldıkları kadarıyla yetinip yaparaklarını kapamışken, onu hala delicesine açılmış yapraklarıyla, bitip tükenmeyen geceden bir şeyler almaya uğraştığını görmek, insanı ürkütüyordu.

Ben de öyle çaresizce dışa dönük, dağınık, hiçbir şeyi itip geri çevirmeden yaşamaktayım; duyularım bana hiç danışmadan, hep rahatsız edici şeylere yönelik…

Ama kim kendisini, önce paramparça etmeden yenileyebilmiştir.

Rainer Maria Rilke

Not: Fotoğrafta Rilke ve Lou Andreas-Salomé , şair Spiridon Drozin ile birlikte Rusya'dadır. (1900)

8 Eylül 2010 Çarşamba

"Sait Faik İçin"

<<
Yaşı kırkı geçti. Geçti ya, on beş yıldan fazla bir zamandan beri adı genç hikayeci diye anılır. Bizim de, hala, genç şair diye anııldığımız gibi. Geçelim…

Bu yazımda neyi anlatmaya çalışacağım? Sait Faik’i mi? Buna pek lüzum yok sanıyorum. Öyle ya, adı sanı duyulmadık bir yazar değil ki. Onu Yaprak okuyucularının hepsi tanır. Bu yazım, olsa olsa, onun yeni çıkmış kitabından haber vermeye yarayacak. “Eh! İşte söyledin söyleyeceğini; bir de kitabın adını ver, yeter.” Diyeceksiniz. Bir bakıma doğru. Bu kitaptaki hikayelerin özellikleri de eski kitaptaki hikayelerinin özelliklerinden pek farklı değil. Ama ne yapalım ki adet olmuş; bir kitaptan bahsederken birkaç da söz söylemek gerek. Yalnız bu iş, Sait Faik’ten bahsedildiği zaman tehlikeli bir iş olabilir. Güçtür çünkü Sait Faik’ten konuşmak; hoşlanmayabilir. Kendisi de bir hikayesinde yazmış ya “Hikayelerimi beğenmezler, üzülürüm; beğenirler, kızarım.” diye. Öyledir, gerçekten.

Ama bırakalım biz onun hırçınlıklarını bir yana da bildiğimizi okuyalım. Gerçi Sait’i sevenler, beğenenler çoktur; bununla beraber sevmeyenler, beğenmeyenler de yok değildir. Mesela derler ki: “Çok savruk. Yazdığını okumuyor. Bir yazar, okuyucunun karşısına çıkarken, kendine biraz çeki düzen verir. Okuyucuya biraz saygı gösterir. Mecburdur buna.” Sait Faik için söylenen sözlerin, galiba en haklısı bu. O savrukluğu sait’te zaman zaman ben de görüyorum. Bir cümlesini anlayabilmek için uzun uzun düşündüğüm oluyor; “Şu cümleyi şöyle kursaydı daha iyi ederdi…” dediğim oluyor. Oluyor ya, bir yandan da biliyorum onun ileri bir dil anlayışına vardığını. Bir sanatkara, fesli redingotlu Babıali dilinin yakışmayacağını anlamış bir yazar, bir sanatkarın halkın dilinden, konuşma dilinden faydalanması gerektiğine inanmış bir yazar olduğunu biliyorum. Onun, dili, tadı tuzu kalmamış, beylik kalıplardan kurtarmaya çalıştığını. Kelimelerle değil de halk dilindeki cümle oyunlarıyla, türlü evirip çevirmelerle zenginleştirmeye çalışıyor. Ama bunu her zaman beceremiyormuş, ne yapalım? Biz beceriyor muyuz sanki? O da bana kaç defa çıkışmıştır. “Böyle kelime kullanılır mı? Böyle Türkçe yazılır mı?”diye. Çoğu zaman hakkı da vardır.

Bir de onun avare, başıboş bir hayat sürüşüne, kahramanlarını da hep o hayatın içinden seçişine tutuluyorlar. İyi ama, ya aradığı insanı o hayatın içinde buluyorsa? Hem Sait Faik’i sırf bu bakımdan beğenenler de az mı?

Kahramanlardan söz açtım da aklıma bir şey geldi. Bir aralık bir yazar ona, gene bu konuda, büsbütün tersine ispatla çatmıştı. Üniversitede edebiyat okutan, ünlü gazetelerimizden birinde de makaleler döktüren, saçı biraz uzun, aklı biraz kısa bir bayandı. Kibar bir bayandı ama! Sait Faik’in kahramanlarını, aşağı tabaka dedikleri, ayak takımı dedikleri, halkın içinden seçmesini hoş görmüyordu. Bayağı buluyordu o işi. O bayan, üşenmese de şu son kitaptaki Baba-Oğul adlı hikayeyi bir okusa. Belki Sait Faik’in, insanı onlar arasında aramasının sebebini bir parçacık anlar. O hikayenin konusunu okuyucularıma kısaca anlatayım :

Bir gazete müvezziinin iki çocuğu varmış. Biri mahalle çocuğu imiş, bir türlü okumuyormuş; öbürü kibar olmak sevdasındaymış, uslu uslu mektebine gidiyormuş. Müvezziin ümidi de o kibar çocuktaymış. Mahalle çocuğu okuyamadığı için gazete müvezzii olmuş, kibar çocuk okumuş. Tıbbiyeyi bitirmiş. Avrupa’ya gidip gelmiş, yurda da büyük bir doktor olarak dönmüş. Dönmüş ama, ne fayda? Külüstür bir gazete müvezzii olan babasını tanımamış bile. Babasına gene, kendisi gibi gazate müvezzii olan çocuk, o okumayan mahalle çocuğu bakmış.

Babası, öbür oğlan için “doktor oldu ama adam olamadı” diyor, hakkı yok mu?

Sair Faik’in anlattığı kibar çocuğu da sevemiyoruz. O da sevmiyor zaten. Sevmiyor sınıfını inkar eden, ona bağlanamayan çocuğu. Bu, kolay kolay küçümsenecek bir şey değil. Muhakkak ki, sınıfını inkar eden kişi, babasını inkar edenden daha kötü kişi. Az mı böyleleri aramızda?

“Peki” diyeceksiniz, Sait Faik o doktor çocukları sevmiyor da kimi seviyor? Açın aynı kitabın elli dördüncü sayfasını. O sayfada “Kınalıada’da bir ev” adlı bir hikaye başlıyor. O hikayede, yazar, uzaktan uzaktan tanıyıp da hoşlanıverdiği bir kızdan bahsediyor. Bilmiyor kızın nenin nesi olduğunu; ama, kendi kendine, şöyle tahminler yürütüyor; diyor ki :

“Küçük kaplamaları simsiyah kesilmiş bir ahşap evde otuduğunu sanıyorum. Evin alt katında kendileri oturur,üst katını yazın kiraya verirler. Arkadaşım dediğim kızın kendi başına bir odası yoktur.

Onu vapurda, ikinci mevkiin tahtaları üzerinde Rumca konuşurken dinlerim.”

Demek Sait Faik, sevdiği insanı, ihtiyar müezziin doktor olmuş oğluna benzeyen kimseler arasından seçmiyor. Fakir fukara arasından, kara ahşap evlerde oturan, geçinebilmek için evlerin iki odasını kiraya veren, bir saatlik vapur yolculuğunu ikinci mevkiin tahtaları üzerinde geçiren kimseler arasından seçiyor.

Şimdi meseleyi daha bir kendimize göre kapatayım. Daha doğrusu Sait Faik için kendime göre bir hüküm vereyim. Hani bir fil hikayesi vardı; körlere filin türlü yerlerini tutturmuşlar da sonra “Anlatın bakalım nasıl hayvanmış şu fil?” demişler. Bacağını tutan “fil bir direktir” demiş, kulağını tutan “ fil bir kumaştır” demiş, dişini tutan “fil bir kemiktir” demiş; benimki de biraz ona benzeyecek. Yazıma başlarken Sait Faik’in gençliğinden, ihtiyarlığından bahsettim. Sonra da muhabbetle anlattığı kahramanlardan birinin bir mahalle çocuğu olduğunu söyledim. Mahalle çocuğu, Sait’in hikayelerinde bir iki tane değilidir; bir çoktur. Bunu, onun bu yaşa kadar değilmemiş mizacına veriyorum. Bence Sait Faik ne genç hikayecidir, ne ihtiyar. Bence o, kırkını aşmış bir mahalle çocuğudur.

Ama sakın bu hükmü onu kötülemek için söylenmiş bir söz sanmayın. Çocuk deyişim ona gençlikten daha genç bir yaş biçişimden, mahalle çocuğu deyişim de onu, ekseri mahalleden yetişenler gibi, halktan bir insan, halka bağlı bir insan sayışımdan ileri gelir.>>

Orhan Veli Kanık, Yaprak, sayı:19, 1950
Orhan Veli, Nesir Yazıları - Varlık Yayınları

Not : Fotoğraftakiler sırasıyla; Sait Faik, Orhan Veli, Sabahattin Eyüboğlu

7 Eylül 2010 Salı

Göğe Bakma Durağı

Gökyüzünü, maviyi, martıları ve yıldızları seyretmeyi sevenlerden misiniz; ya da sabah yüzünü bile yıkamadan, ilk iş camı açıp hava nasıl diye bakanlardan? Nerdeyse gökyüzünden ne gelse kabulum diyenlerden... Yağmuru, karı, güneşi, gün batımının turuncusarısını, gün doğumunun siyahtan lacivertmaviye dönüşünü, yağmur öncesinin koyu grisini, karın buzmavisini, ayın batmadan önceki kocaman halini sevenlerden... Hani içi sıkılsa, karnı ağrısa, aşık olsa, işler ters gitse, keyfi yerindeyse, ağlasa, sarhoş olsa gökyüzüne bakmak isteyenlerden... İlla ki sırtını toprağa verip, gökyüzüyle muhabbet edenlerden... O zaman, hadi, ne yapıyorsak bırakalım, göğe bakalım, hepimiz. Dünyanın hangi şehrindeysen, durma kendini hatırlat, durma göğe bakalım.

Göğe Bakma Durağı
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
                                        Turgut Uyar

6 Eylül 2010 Pazartesi

‘yazmak’ üstüne

Hayat rutininin dışında bir şey yapmak, birazcık hayatını kenara koyup etrafta olan bitene ve kendine karşıdan bakmak… Şu aralar yazmak benim için öyle, kendimle ve yazıyla ilgili yeni şeyler farkediyorum.

İlk yazılardan şimdiye, blogda en temelde değişen, izleyicilerin olması. Kayıtlı iki izleyicinin yanı sıra, bloğa eklediğim sayaçtan gelen bilgiye göre her gün bloğu on, onbeş kişi ‘tık’lıyor. Bu kişilerden bir kısmı, daha önce de siteye giriş yapmışlar, sanırım sürekli takipciler.

Newton fiziğinde olayın oluş şekli ve sonucu izleyiciden bağımsızdır. Kuantum fiziğinde ise izleyici sadece varlığı ile sonucu değiştirebilir. Mesela, ışık tanecikleri gözlemcili ve gözlemcisiz ortamlarda farklı davranırlar. Fark ettim ki yazma eyleminde de tıpkı kuantum fiziğinde olduğu gibi, yazan kişi okuyandan bağımsız olduğunu söylese/düşünse de, sadece okuyucunun var olduğunu bilmesi bile yazısını etkiler. En azından çömez bir yazıcı olarak bende durum böyle.

Yayınlanıp yayınlanmayacağını henüz yazarken bilmeden bir kitaba başlamak, bir taraftan konu bulmak, kurgulamak, kendine has bir dil oluşturmak; öte taraftan da okuyucunun beğenisini düşünmek ya da düşünmemeye çalışmak…İnsan yazdığı şeyi sadece kendisi için yazıyorsa ne ala. Canı nasıl yazmak isterse, hangi konu üstüne laflamak isterse öyle yazar. Ama eğer, yazdığı ile bir şekilde beslenmek istiyorsa, burda hem parasal hem de duygusal beslenmeden bahsedebiliriz, işte o zaman yazmak ızdıraplı bir iş olabilir. Sanırım o yüzden yazma konusunda en şanslı olanlar Rilke’nin ‘Genç Bir Şaire Mektuplar’ında söylediği gibi, yazmadan yaşayamayanlar olsa gerek. Sadece kendileri için, yazmasalar ne yapacaklarını, hayata nasıl katlanacaklarını bilemedikleri için yazanlar, varlıkları yazmaktan geçenler…Onun dışında kalanın, yazmayı iş edinmek isteyenin, her gün oturup yazarak çalışarak bu işe alışkanlık kazanması, zor zanaat vesselam.

Yazmayı alışkanlık edinmeye çalışanı, yazılarının günlük konuşmanın ötesine geçememesi, vasatı rutinleştirmesi tehlikesi bekler. Bu yüzden, yazan, yazdığından daha çok okuyan olmalıdır belki de. Böylece okuma zevki inceldikçe/olgunlaştıkça/doygunlaştıkça, yazma yetisi de incelik kazanıp/olgunlaşıp/doygunlaşmaz mı? Vasat yayınlanmaz diyemeyiz, ama vasat yazıldığı zamandan fazla uzağa gidemez, iz bırakamaz diyebiliriz, rahatlıkla. Ürkütücü olan, toplumda vasatın kabul görmesi, gündelik/genel geçer zevklere/okura yaltaklanması ile popülerleşmesidir.

Sanırım, yazarken kendi sesini duyabilmenin en kolay yolu da, yazma edimi boyunca okuyanın sesine kulakları tıkamaktır.
......
Genç Bir Şaire Mektuplar, Rainer Maria Rilke

“Mademki bir öğüt için başvurdunuz bana, size bu tür girişimlerden tümüyle el çekmenizi salık vereceğim. Gözlerinizi dışarı çevirmişsiniz; ama işte en başta vazgeçmeniz gereken şey. Kimse akıl veremez, yardım elini uzatamaz size, hiç kimse. Tek çıkar yol, gözlerinizi kendi üzerinize çevirmenizdir. Size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız. Yüreğinizin ta en dip köşesinde kök salıp salmadığını araştırınız bu nedenin. Yazmanız diyelim yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize. Özellikle şunu yapın: Gecelerinizin en kuytu saatinde kendinize şu soruyu yöneltin : İlle de yazmam gerekiyor mu? Deşin içinizi, diplere inin, derinlerden bir yanıt ele geçirmeye çalışın. Ve bu yanıt onaylayıcı nitelik taşıyorsa, sorduğunuz sorunun karşısına, “Evet, yazmam gerekiyor” gibi güçlü ve yalın bir yanıtla çıkabiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa göre kurun yaşamınızı.”

3 Eylül 2010 Cuma

The Grand Design, Stephen Hawking & Leonard Mlodinow

Zamanın Kısa Tarihi’nin yazarı Cambridge’li teorik fizikçi Stephen Hawking, Kelt’li fizikçi Leonard Mlodinow ile birlikte yeni bir kitap yazmış. Kitap 9 Eylül 2010 da İngilteredeki kitapçıların raflarda yerini alacakmış. Umarım tez zamanda türkçeye de çevrilir ve üstüne düşünüp tartışabiliriz. İnternette kitapçıları dolaşıp, kitap hakkında taraflı, tarafsız ve karşıt fikirlerin olduğu gazete makalelerini söyle bir göz gezdirince anlıyorum ki, sadece bilim insanları değil hepimiz epey tartışacağız bu kitabı. “Tanrı var mıdır?” sorusu, Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi kitabında da sorduğu sorulardan biridir. O zaman kendi sorularına verdiği cevaplarla ilerlediği düşünce sistematiğinde vardığı nokta: Tanrı kavramı ile evrenin yaradılışının birbirinin karşıtı olmadığıydı. Bu kitapta fizikçiler, doğa kuralları nelerdir, bu kuralların istisnaları var mıdır (mesela mucize dediğimiş şeyler için) ve olası sadece bir dizi kural mı vardır sorularını sormuş. Ve mesela yerçekimi gibi bir doğa kuralı ile evrenin kendini yoktan varedebileceğine dolayısıyla evrenin yaratılışı için Tanrı’ya ihtiyaç olmadığı düşüncesine ulaşmışlar.


Dünyanın evrenin merkezi değil de güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğunun söylendiği, bilimle dinin karşı karşıya geldiği 1600’lerden günümüze bilim epey ilerledi. On, onbir boyut, çoklu evren, paralel evren, madde/anti madde, karadelik, süper karadelik, kara madde, kara enerji, yay teorisi, M-teorisi, alternatif geçmiş, alternatif gelecek, atomaltı parçacıklar... henüz lise ders kitaplarımıza giremese de sohbetlerimize çoktan dahil oldu. Aya Yolculuk’u anlatan Jules verne’in hayali gerçek oldu, başka gezegenlere de insansız uzay araçları gönderdik, evrende başka bir dünya kurup oraya göç etme planları yapar olduk.

Peki bilim kendi yolunda ilerlerken, toplumda insan/insan ve insan/Tanrı ilişkisinde neler değişti? İrrasyonel düşünce ile rasyonel düşünce arasındaki denge değişti mi hayatımızda? Bilmek/öğrenmek/düşünmek, yanlış olanı düzeltmek, eksik kalanı tamamlamak, gördüğümüz dünyayı genişletmek için sahip olduğumuz muhteşem bir güç. Bu gücümün ne kadar farkındayım? Çekeceğim acıyı göze alıp seçtiğim bilgi ile kendimi ne kadar dönüştürebildim/iyorum

Tüm bu olan bitenin üstünde, ötesinde, içimizdeki kötülüklerden hiç birine sahip olmayan, merhametli, koruyan, bilginin kaynağı ve istediğimizde sığınabileceğimiz bir yer; makroda evrende ve mikroda hücrelerimde/ atomlarımda/atomaltı parçalarımda doğa kurallarının kurduğu denge... Biri diğerinin gerçekten karşıtı mı?

2 Eylül 2010 Perşembe

Öykü (1. mektup)



Kendiliğinden başlayan bu mektup, belki bir öykü olacak, belki de... şimdilik bilmiyorum. Kendi yolunda gidecektir, varacağı yeri ben de merak ediyorum. Öncesi var mı? Ondan da henüz emin değilim. O yüzden şimdilik, öykü başlığı ile sayfa numaraları vererek devam edeceğim.





2 Eylül 2010

Canım A'ya,

Kenarı, gümüş rengi yapraklar ve parlak beyaz çiçeklerle ince ince süslenmiş, porselen kahve fincanında türk kahvesi. Tam sevdiğim gibi şekerli, bol köpüklü, kıvamında. Bilgisayarın karşısında, farkına varmadan içmek istemiyorum. Yorgunum. Mevsim yazdan sonbahara dönüyor ya, geceleri bir türlü uyku tutmuyor. Yazıyorum, okuyorum, yağmur yağıyorsa bahçeye çıkıp iyice üşüyene kadar oturuyorum, bir şey yapmadan durup geceyi dinliyorum, ta ki enerjim tükenip, gözkapaklarım kendiliğinden düşmeye başlayıncaya kadar. Öyle olunca da sabahları yorgun uyanıyor, işe uykunun devamındaymış gibi başlıyorum. Neyse, şimdi kahvemi alıp camın önündeki berjere oturdum. Bir taraftan ne içtiğimin farkına vararak kahvenin keyfini çıkartırken, bir taraftan da sana yazıyorum.

Geçen hafta postaya verdiğin mektup, dün sabah elime ulaştı. Artık nerdeyse kimsenin mektup göndermediğini düşününce, bir haftalık süre bana fazla geldi. Neyse, gereksiz ayrıntı. “Kendini bir tozlu caddenin etrafında dönen o kasabamsı yere hapsettin” diyorsun. Yine, kaçıncı defa bilmem, başa döndük, yanlış anlamıyorsam. Acaba ikimizin durup baktığı yer farklı olduğundan mı, bir türlü bu konuda yazdıklarım sana ulaşmıyor, mektuplarda bu satırlar silik mi çıkıyor allah aşkına? Bu defa yazdığımın üstünden kalemle bir daha bir daha gidiyorum, kağıt iyice ezilsin, yazı silikleşse bile harflarin izlerinden yazıyı okuyabil diye. Yorulmuştum, ordaki hayatımdan, telaşelerimden, gerçekten çok yorulmuştum. Dinlenmeye, biraz aheste adımlarla yürümeye ihtiyacım vardı. Hem sırf ihtiyaçtan değil, mecburiyetten buraya geldiğimi de biliyorsun. Yazdıklarımı okuduğunu, hiç değilse bu kısma bir daha dönmeyeceğimizi söyleyinceye kadar, konuyu kapatıyorum.

Büyük şehir alışkanlığıyla, evi giriş katta tutunca tedirgin olmuştum. Ama şimdi bakınca, iyi etmişim diyorum. Dün sabah ofisimi, dipteki küçük karanlık odadan, ön taraftaki büyücek odaya taşıdım. Kapıdan girince sağdaki camsız duvara kitaplığı; kapının karşısındaki, yola bakan camın önüne çalışma masasını; kitaplığın karşısındaki duvara, apartmanın girişine bakan camın önüne de çiçekli berjeri koydum. Böylece tüm gün hem tek tük de olsa sokaktan geçenleri, hem de apartman ahalisini görebiliyorum camdan. Küçük şehir insanları seni bayar, biliyorum. Bahçeye giren çıkan kediyi köpeği de unutmamalı. Kapının olduğu taraf boş, yere de bir şey sermedim. Bütün ufak tefek eşyaların, biblocukların, fotoğrafların, ıvır zıvırın, kutu kutu sende kalmasını kabul ettiğin için, bir kez daha minnettarım sana, gözüm gönlüm hala kalabalığa dayanamıyor.

Yine yağmur başladı.
Sevgiyle kucaklıyorum seni.
T.

1 Eylül 2010 Çarşamba

İspanyol Edebiyatıyla Buluşma


* Winston Manrique Sabogal‘ın 28/08/2010 tarihinde El Pais kitap ekinde yayınlanan aynı adlı yazısından


Yazıda, İspanya’da yeni kitapları sonbahar döneminde çıkacak yazarlara şu iki soru sorulmuş :

1- Yeni kitabınızda neden bu konuyu seçtiniz?
2- Bu konuda yazmak için ilham ne zaman ve nasıl geldi?

Soruya cevap veren 19 yazar arasından, daha önce okuduğum, dolayısıyla yeni kitaplarını merak ettiğim iki yazarı seçtim.

Hamiş (1) : Serbest çevirileri İspanyolcam yettiği kadarıyla ben yaptım.






*Çizim Paco Roca


Manuel Rivas

Kitabın İspanyolca ismi: ‘Todo es silencio’, İngilizceye “All is silence” diye çevirebiliriz, Türkçeye ise “Sessizlik” olarak, belki..

“Ağız konuşmak için değildir. Susmak içindir.” ‘Sessizlik’ kitabım bu cümle ile başlıyor. Tütün ve viski kaçakçılığının yaygın olduğu 1960ların sonunda geçen konunun, kahramanı genç adamın ağzından çıkar bu sözler. Bu söz bir şekilde, romanın da emriyosudur/özüdür aslında. Bir gangster çırağının bilmeden, incilden bir ilahiden esinlenmesi. Bana uzun süre, hem de takıntılı bir şekilde, eşlik eden bir metin bu: ağzı var ve konuşmuyor (buraya bizdeki ‘ağzı var dili yok’ deyimi çok güzel uyuyor); gözleri var ve görmüyor; kulakları var ve duymuyor...Bu paradoks hissi daha önceki kitaplarımda da vardı, mesela ‘Los libros arden mal’ /‘Kötü Yakan Kitaplar’ ama orda daha doğrudan bir şekildeydi [2006 da bu isimle yayınlanan kitap, 2010 da İngilizce olarak “Books Burn Badly” olarak yayınlandı. Henüz Türkçe baskısı yok]. Güç ve kötülük/ahlaksızlık/bozulma, dil ve suç arasındaki göbek bağı üstüne yazmak istedim. Bir bilgi notu : tüm diğer kitaplarım gibi, bu da Galiçya dilinde yazıldı, yani orjinal ismi ‘ Todo é silencio’. Kitabın başlığının esin kaynağı Rosalia de Castro’nun bir şiiri : ‘Todo e silencio mudo... (herşey sessiz ve dilsiz)' . Hem Galiçya’da hem İspanya’da Ekim’de kitapçılarda görebilirsiniz. İspanyolcaya çevirisini Dolores Torres Paris ile birlikte yaptık.


Mario Vargas Llosa

Yazarın tam ismi, Jorge Mario Pedro Vargas Llosa. 1936 Peru doğumlu.
Kitabın İspanyolca ismi :’El sueño del celta’, İngilizceye ‘The dream of Celtic’ diye çevirebiliriz, Türkçeye ise “Kelt Rüyası” olarak, belki..

Bu karakteri ne zaman buldum hatırlamıyorum, belki Joseph Condrad’ın biyografisini okurken. İlk başlarda, Amazonda, Peru Amazonunda bulunduğu için ben de bir merak uyandırdı. Onun hakkında malzeme/bilgi toplamaya başladım. Sadece iki üç makale bulabildim. Takip etmeye devam ettiğimde tuzağa düşmüştüm bile. Böyle kişiler vardır, sizi kurtulamayacağınız şekilde yakalarlar. Kolonializmin ne olduğunu net bir şekilde bilen ve onun tuzaklarını haber veren ilk Avrupalılardan biri. Yaşadığı zamanın önünde, birbirinden uzak ve birbirine zıt yüzleri olan bir adam. (Romana ilham veren kişi Roger Casement) Ömrünün yirmi yılını Belçika Kongo’da geçiren ve Leopold II’nin Afrika’da yaptığı zalimlikleri duyuran Britanya Konsolosu. Aynı zamanda Peru’da plastik işleme fabrikasının Amazonda yaptıklarına da karşı çıktı. 1916’da İngiltere karşıtı İrlandalı milliyetçiler tarafından asılarak öldürüldü.

Hamiş (2) : Roger Casement, 1864 de protestan bir baba ve katolik bir annenin çocuğu olarak Dublin yakınlarında doğmuş. 1916 yılında 52 yaşında Irlandalı milliyetçiler tarafından asılarak öldürülmüş.



Tüm yazarları bilmek ve orjinal metni okumak isterseniz : http://www.elpais.com/articulo/portada/Cita/literaria/espanol/elpepuculbab/20100828elpbabpor_3/Tes