6 Eylül 2010 Pazartesi

‘yazmak’ üstüne

Hayat rutininin dışında bir şey yapmak, birazcık hayatını kenara koyup etrafta olan bitene ve kendine karşıdan bakmak… Şu aralar yazmak benim için öyle, kendimle ve yazıyla ilgili yeni şeyler farkediyorum.

İlk yazılardan şimdiye, blogda en temelde değişen, izleyicilerin olması. Kayıtlı iki izleyicinin yanı sıra, bloğa eklediğim sayaçtan gelen bilgiye göre her gün bloğu on, onbeş kişi ‘tık’lıyor. Bu kişilerden bir kısmı, daha önce de siteye giriş yapmışlar, sanırım sürekli takipciler.

Newton fiziğinde olayın oluş şekli ve sonucu izleyiciden bağımsızdır. Kuantum fiziğinde ise izleyici sadece varlığı ile sonucu değiştirebilir. Mesela, ışık tanecikleri gözlemcili ve gözlemcisiz ortamlarda farklı davranırlar. Fark ettim ki yazma eyleminde de tıpkı kuantum fiziğinde olduğu gibi, yazan kişi okuyandan bağımsız olduğunu söylese/düşünse de, sadece okuyucunun var olduğunu bilmesi bile yazısını etkiler. En azından çömez bir yazıcı olarak bende durum böyle.

Yayınlanıp yayınlanmayacağını henüz yazarken bilmeden bir kitaba başlamak, bir taraftan konu bulmak, kurgulamak, kendine has bir dil oluşturmak; öte taraftan da okuyucunun beğenisini düşünmek ya da düşünmemeye çalışmak…İnsan yazdığı şeyi sadece kendisi için yazıyorsa ne ala. Canı nasıl yazmak isterse, hangi konu üstüne laflamak isterse öyle yazar. Ama eğer, yazdığı ile bir şekilde beslenmek istiyorsa, burda hem parasal hem de duygusal beslenmeden bahsedebiliriz, işte o zaman yazmak ızdıraplı bir iş olabilir. Sanırım o yüzden yazma konusunda en şanslı olanlar Rilke’nin ‘Genç Bir Şaire Mektuplar’ında söylediği gibi, yazmadan yaşayamayanlar olsa gerek. Sadece kendileri için, yazmasalar ne yapacaklarını, hayata nasıl katlanacaklarını bilemedikleri için yazanlar, varlıkları yazmaktan geçenler…Onun dışında kalanın, yazmayı iş edinmek isteyenin, her gün oturup yazarak çalışarak bu işe alışkanlık kazanması, zor zanaat vesselam.

Yazmayı alışkanlık edinmeye çalışanı, yazılarının günlük konuşmanın ötesine geçememesi, vasatı rutinleştirmesi tehlikesi bekler. Bu yüzden, yazan, yazdığından daha çok okuyan olmalıdır belki de. Böylece okuma zevki inceldikçe/olgunlaştıkça/doygunlaştıkça, yazma yetisi de incelik kazanıp/olgunlaşıp/doygunlaşmaz mı? Vasat yayınlanmaz diyemeyiz, ama vasat yazıldığı zamandan fazla uzağa gidemez, iz bırakamaz diyebiliriz, rahatlıkla. Ürkütücü olan, toplumda vasatın kabul görmesi, gündelik/genel geçer zevklere/okura yaltaklanması ile popülerleşmesidir.

Sanırım, yazarken kendi sesini duyabilmenin en kolay yolu da, yazma edimi boyunca okuyanın sesine kulakları tıkamaktır.
......
Genç Bir Şaire Mektuplar, Rainer Maria Rilke

“Mademki bir öğüt için başvurdunuz bana, size bu tür girişimlerden tümüyle el çekmenizi salık vereceğim. Gözlerinizi dışarı çevirmişsiniz; ama işte en başta vazgeçmeniz gereken şey. Kimse akıl veremez, yardım elini uzatamaz size, hiç kimse. Tek çıkar yol, gözlerinizi kendi üzerinize çevirmenizdir. Size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız. Yüreğinizin ta en dip köşesinde kök salıp salmadığını araştırınız bu nedenin. Yazmanız diyelim yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize. Özellikle şunu yapın: Gecelerinizin en kuytu saatinde kendinize şu soruyu yöneltin : İlle de yazmam gerekiyor mu? Deşin içinizi, diplere inin, derinlerden bir yanıt ele geçirmeye çalışın. Ve bu yanıt onaylayıcı nitelik taşıyorsa, sorduğunuz sorunun karşısına, “Evet, yazmam gerekiyor” gibi güçlü ve yalın bir yanıtla çıkabiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa göre kurun yaşamınızı.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder