22 Eylül 2010 Çarşamba

“ben bir gün giderim ki neyim kalır”

Doğum günüm yaklaşıp da hayat muhasebesi yapmaya başladığımda veya ara ara hayatla uğraşmaktan sıkıldığımda hep aynı soruyu soruyorum kendime. Bu hayata yükleyebileceğim bir amaç var mı; yoksa tesadüfen doğmuşum, e öleceğim de kesin, öyleyse amaç falan arama, yaşa gitsin mi? Terazide ‘yaşa gitsin’ kefesi de göz ardı edilmemekle birlikte, şimdiye kadar hep ‘bir amaç olmalı’ kefesi ağır bastı. Bu amaç, olgunlaşmak ve ruhumu evriltmek için öğrenmem gerekenleri bulmak ve öğrenmek gibi daha sufi bir noktayla; milyonlarca yıldır dünya üstünde evrim geçiren insan türünün, milyonlarca yıl daha yaşayacağı varsayılıyorsa o zaman bari evrimde aklıyla iyiyi seçerek evrilenlerin yanında olmaya çabalayayım gibi daha deneysel bir nokta arasında salındı durdu. Henüz de emin olunarak bir cevap verilemedi.

Tüm bu sorgu sualin, arayayım illa ki bulurum bulamasam da ararken yolda olurum halinin sonunda, genelde yorgun düşüp, amacı boşver anlama bak, diye koyuyorum noktayı. Neyse ki, anlam konusunda uzun uzun sorular sorup, analizler yapmaya, ruhumu ters yüz edip içine bakmaya gerek kalmadan veriyorum kararımı: Sevgi.

Sevgi ama, sevginle yanıyorum, çocuğumu/annemi çok seviyorum, kendimizi sevelim, en sevdiğim futbol takımı, ya sev ya terk et, seni sevmeyen ölsün, evimi seviyorum ... ve onlarca benzerini sıralayabileceğimiz kalıplarda geçen, birleyen, bencil, sevgi kelimesinin kenarına sürtünen ama içine giremeyen ‘sevgi’ değil bu. Hayatın anlamı dediğim ‘sevgi’, çoğaltan/çoğalan, varlığını kendimize ve şartlarımıza bağlamadığımız, sınırları olmayan/akışkan, ruhumuzun masum zamanlarına ait, var olan herşeye/herkese/her canlıya/her cansıza doğru akan, sevgi kelimesinin içini dolduran bir sevgi.

Keşke sevgi1, sevgi2, sevgi3 diye bilmiş bilmiş tanımlamak kadar kolay olsa sevgi(∞) u içimde var etmek. Azıcık rehavete düşsem, mesela okulların açıldığı sabah İstanbul trafiğindeki gibi, hoop hemen içimdeki bencil canavar çıkıyor ortaya, zar zor toparladığım bir avuç temiz sevginin içine bir tutam karbon monoksitli nefret serpip kaçıyor. Hadi, dön başa. O yüzden bu sevgi(∞)ye ulaşmak istiyorsam, anladım ki sürekli başa dönecek sabrım, bu tuhaf durumlarla baş edecek bol bol enerjim de olmalı. Yani bir çeşit, dünyayı sırtlayan Atlas durumu.

Cansıza, bitkiye, hayvana karşı; huyu suyu hormonlarına, iş stresine, çayın demine, yatağın solundan kalkmasına, canı tatile gitmek istemesine, pişirdiği yemeğin dibinin tutmasına, giydiği ayakkabının ayağını vurmasına, öptüğü kişinin gözünü kapatıp kapatmamasına, havanın nemine ... göre nerdeyse tamamen değişen insan?

“Bunca yapılacak iş, bunca öğretilmiş kural, bunca telaşe/kızgınlık/neşe, bunca hayalden; benden sonraya neyim kalır, neyim kalsın isterim?” ya da “Hakkıyla, keyfimce, zevkimle yaşadıktan sonra, şart mıdır geriye bir şey bırakmak?”

“ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim kalır
genişlerim dağılırım beyazım
ben bir gün giderim ki neyim kalır
ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır”
                          Turgut Uyar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder