20 Eylül 2010 Pazartesi

sevgi mi, öldürme mi?

Belki de, ölümün doğmak kadar hayatın bir parçası olduğunu kabullenmeye çalıştığım gibi –elbette düşünerek varılan bir kabul değil, duygusal kabul... Hani yüz yüze geldiğin anda, eskilerin ölüme karşı tevekkül dediklerinden – ; öldürmenin de insanın doğasında olduğunu kabullenmeye çalışmalyım. Belki böylece aklım huzura erer; nasıl, neden sorularını bırakırım; ve dikkatimi doğal yolla ölecek kadar yaşayabilmek için öldürülmekten sakınmaya veririm.

Kötülüğün –sadece masum kötülüklerin değil, işkence etmek ve öldürmenin de – her insanın içinde olduğunu kabul etmek... Kendimi diğer insanlardan soyutlayıp, daha olgun, ermiş, masum bir yere koyamayacağıma göre – elbette koymak istemeyeceğimden değil, hatta duygusal anlamda nerdeyse herkes gibi, ben de dünyanın en iyi ve en masum insanı olduğumu düşünmeyi seviyorum. Ama eğer “doğa”mızda var diyorsak – öldürme dürtüsü içimde bir yerlerde olmalı. Ürkütücü!

Diyelim öldürme/yok etme bir içgüdü olarak insanın içinde var; peki iyi insan davranışı dediğimiz şeylere kaynaklık eden sevgi içgüdü olarak doğamızda yok mu? Etrafımda ve dünyada olan bitene, savaşlara ve şiddete bakınca yok galiba diyorum. Ya da, varsa bile öldürme içgüdüsü karşısında yok sayılacak kadar güçsüz. Bunu söylerken, yaşayan tüm insanların toplamındaki oranı düşündüğümü söylemeliyim. Yoksa, içinde sevgi güdüsü, yok etme güdüsüne baskın kişiler de vardır. Hem de azımsanmayacak sayıda. Ama sanırım, yok etme isteği aynı zamanda iktidar ve yönetme gücünü de getiriyor. Oysa, insan, doğaya, yaşayan tüm canlılara sevgi beslerken, kendini onların üstünde, onlara hakim ve efendi görmüyor. Böylece içinde hayata ve dünyada var olan herşeye / herkese sevgiyle bakan kişi ile; hayatı ve dünyada varolan herşeyi/herkesi yönetmek/yaşam hakkını kontolünde tutmak isteyen kişi karşı karşıya geliyor. Hangisinin doğal seçimle türünü devam ettirdiğine, hangisinin çoğalıp diğerine sayıca baskın olduğuna verecek bir cevabım yok.

Ama, patlayan bombaların öldürdüğü masum insanları; savaşların getirdiği sonsuz şiddetin içinde, bir saniye sonra ölebileceğini bilerek yaşamaya çalışanları; evindeki/hayatındaki erkekten şiddet gören kadınları; sokaklarda veya evlerinde tacize uğrayan, şiddet gören ve bununla yaşamak zorunda bırakılan çocukları düşününce göğsüme saplanan acı... Haberlere kulaklarımı tıkayıp, gazetelerden gözümü kaçırınca hissettiğim huzursuzluk... Bunlar öğretilmiş tepkiler olmasın istiyorum. Çümkü, böylece, içimdeki sevgi güdüsünün, yok etme güdüsünden daha güçlü olduğunu bilmiş olacağımı sanıyorum.

İnsanların neşeli, mutlu ve sevgiyle yaşadıkları; savaşın nasıl bir şey olduğunun unutulduğu; doğaya karşı değil, doğayla uyum içinde bir hayat, çok mu sıkıcı olurdu? Bu gerçekten ütopya mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder