11 Ekim 2010 Pazartesi

havadan sudan


Bu sabah, sevgili blog okurlarından biri, son günlerde yazdığım yazılara gönderme yaparak, “ Ama yani, hep de ciddi şeyler yazarak okuyanı baymamak lazım. Bu hayatta havadan sudan şeyler de var. Bu gün de ciddi şeyler yazmasan? ” dedi. Neden olmasın? Gazetelerin hafta sonu verdikleri havadansudanrenkliekler gibi, hafta sonları havadansudanrenkliblogyazıları… Bloğu yazan da, ülke ve dünya gündeminden bunalmış, kahve muhabbetini, balkon keyfini, hafta sonu aylaklıklarını, işten kaytarıp sahilde dolaşmayı seven biri. Öyleyse, hayatın anlamı, hiçlik, nihilizm, zaman, edebiyat gibi ciddi konuları, haftanın ciddi iş günlerine erteleyip; bugün geyik yapma hakkımı kullanıyorum.

Hamiş: Ama yazılar, internetsiz ev ortamı takıntım yüzünden, istesem de yazıldıkları gün bloğa yerleşemiyor. USB ile taşıyıp, ertesi gün ofiste bloğa ekliyorum. Bu durumda, haftanın en sevimsiz günü pazartesi, ‘rengârenk ve siyah’ için hafta sonu olacak.

İnsankızı kuş misali şekerim, gözlerimi İstanbul’da kapattım, uyandığımda Adana’da güneş doğuyordu. Şimdi de, beşinci kattaki bu balkonda, hem yazıp hem kahvaltı sonrası çay keyfi yapıyorum. Pencereye, balkona, sokakta bir banka, kahveye, nerde rahat ediyorsa oraya oturup; etrafı, geleni geçeni seyreden insanları, bu balkona gelince anlıyorum. Günün her saatinde, seyredecek bir şeyler bulunur burda. Balkondan bakınca, karşıda, bahçesi park olarak kullanılan, şadırvanlı mahalle camisini; nerdeyse mahalleyi boydan boya geçen uzun caddenin son kısmını; sağda geniş bir kavşağı; arka arkaya ve yan yana dizilmiş sekizle on sekiz kat arasında değişen yüksek binaları; binaların üstünde yığılmış gri renkli güneş enerjisi silindirlerini; sonbaharın henüz yapraklarına dokunmadığı mor çiçekli akasyaları, pembe çiçekli zakkumları, nerdeyse beşinci katın yüksekliğinde ardıç çamlarını, bodur palmiyeleri, mis kokulu çiçeklerini ilkbahar aylarına saklayan turunç ağaçlarını; ve bunların arasındaki boşluğu dolduran insanları görüyorum.

Dün sabahtan bu sabaha kadar nerdeyse aralıksız yağan yağmur, az önce durdu. Bulutlar hızla dağıldı, Adana’nın sonbahar da bile yakan güneşi yüzünü gösterdi. Annem, karşımda oturmuş, kuruttuğu dağ kekinin çöplerini ayıklarken, işini yarıda bırakıp yemek hazırlamaya gitti. Kekik kokuları da, bana ve ulaşırsa okuyana kaldı. Yok, bu gün ne pişirsem diye sormadı, çünkü daha gelmeden önce “cızbız köfte yapsan” demiştim. Hani şu yarım daire şeklinde kapağı olan, içindeki ısıtıcının tellerini görebildiğiniz, alüminyum, eski tip ızgaralarda pişen cızbız köftelerden…

Hep bir telaştan bahsedilen, ama miskinliğin ve şımarıklığın da şikâyetsiz kabul gördüğü, ritmi yavaş bir evdir bu.

“Şuraya iki günlüğüne gelip, ondan sonrada kitabın veya bilgisayarın başına mı oturacaksın? Bırak yazmayı da, gel mutfağa, ben yemek yaparken muhabbet edelim.” E, haklı.

...
Şehir değiştirmek için yine uçaktayım. İkili ilişkilerde karşımdakine, en azından tanıdıktan sonra güvenirken; işin içine bilimsellik, kaza istatistikleri ve zamanın değeri girdiği için mi safça teslim oluyorum? Yani, topraktan binlerce metre yüksekte olmama rağmen bu kadar rahat oturmuş yazı yazıyor olmam… Yoksa ayaklarımı basabildiğim bir zemin var diye mi garipsemiyorum durumu? Yerçekimi, akışkanlar mekaniği, kaldırma kuvveti, serbest düşme, mühendislik hesaplardaki hata yüzdesi gibi konularda az buçuk bilgisi olan biri, şu anda yerçekimine rağmen, motorun itme gücüne mi güveniyor? Yalnızca ben mi, bir uçak dolusu insan, proje mühendislerine, üretimde ve üretim sonrası kontrollerdeki herkese, uçmadan önce bakımını yapan teknisyenlere, pilota güvenmiş durumdayız.

- Abi kış geldi.
- Evet, abi acayip bir kış olacak.
- Geçen senelerden çok daha soğuk bir kış.

“Ya ama abicim, uçağa binmeden hava durumunu izledim, Çarşamba günü hava tekrar ısınacakmış, pastırma yazı yani.” demek için Pegasus Ekopark servis aracından inmeyi düşünürken, hareket ettik.

İstanbul’da da yağmur yağıyor.



8 Ekim 2010 Cuma

İspanyolca yazan dört genç yazar

5 Ekim 2010 da yazdığım yazıda, “The Granta” dergisinin seçtiği gelecek vaadeden 22 İspanyolca yazan genç yazardan; ve onlardan dördüyle El Pais okurlarının internet sitesi üstünden yaptıkları söyleşiden bahsetmiştim. Bu hafta içinde söyleşiden bir bölümü de cevirip bloğa koymaya çalışacağım demiştim. İşte söyleşi ve bu dört yazar hakkında kısa bilgiler…

Aslından ve tamamını okumak isteyenler için : http://www.elpais.com/edigitales/entrevista.html?id=7199

Soldan sağa : Javier Montes, Andrés Barba, Andrés Neuman ve Patricio Pron


Andrés Neuman, kendinizi İspanyol bir yazar olarak mı, yoksa Arjantinli bir yazar olarak mı tanımlarsınız? Bu iki ülkenin sizin için anlamı nedir?
Buna bilmiyorum diye cevap verebilirim. Her iki kültüre de hem aitim hem yabancı. İki toplum da benim için aynı ve bana aynı mesafede. Arjantin, ailemin memleketi, dedelerimin, çocukluğumun. İspanya ise eğer yetişkinsem, yetişkin olduğum yer.

Yazmaya nasıl başlarsınız? Her şeyin net olduğu bir an mı vardır?
Montes: Ben de asla başlangıçta bir düşünce olmaz. Ne ilk anda, ne ikinci, üçüncü, ne de dördüncü anda. Genellikle, kafamda bir şeylerle başlarım ve sonra zaman içinde ararım. Elimdeki kitapta ne göreceğimi, nereye varacağımı ararım.

Neuman, ilk önce öykü kitaplarınızla, Malasana’da harika bir kütüphanede karşılaştım. Şimdilerde şiirlerinizi keşfettim ve elimden bırakamıyorum. Sizin için, şiir yazmak mı, öykü yazmak mı daha keyiflidir?
Neuman: Edebiyat türlerini sınıflandırmak/genellemek bana biraz milletleri tanımlamaya çalışmak gibi gelir, önümüze sürekli sınırlar koyar. İyidir veya kötüdür, ama önüme sınırlar koyar. Bence, şiiri öyküdeki kişiye, duruma, olaya bir anlık bakış gibi düşünebiliriz, veya hikayenin dilindeki ritim, his, görüntü gibi.

Merhaba, Argel’de yaşıyorum, İspanyol Filolojisi öğrencisiyim. Sorum Andres Barba’ya. Romanlarınızı yazarken, öyküyü oluştururken ilham nasıl gelir?
İlk önce öykü gelir, sonra kişiler, her romanın kendine özel bir dünyası vardır ve benim o dünyayı çözmem gerekir, iyi ya da kötü. Her sezgimi yoklarım, yavaş yavaş yayılır, sonra aylarca üstünde çalışırım, önceden tahmin edemediğim bir dünyası bir özerkliği vardır her romanın.

Samimi olmak gerekirse, sadece Neuman’ın kitaplarını okudum ve çok sevdim, ama sorum hepinize. İlk öykünüzü kolayca yayınladılar mı, yoksa epey geri çevrildikten sonra mı yayınlatabildiniz ilk öykünüzü? Baskıya vermeden önce kendiniz kontrol yapar mısınız, yoksa baskı öncesi bu işi editöre mi bırakırsınız?
Neuman: Çok mutlu oldum. Benim de severek okuduğum ve sürekli yazılarını takip ettiğim yazarlar Barba, Schweblin, Olmos, Navarro, Coelho... Oldukça genç yaşta yazmaya başladım, sadece yazdıklarım reddedilmekle kalmadı, ilk öykülerim yayınlanacağı zaman yayınevi bir sebepten vazgeçti (ki kesinlikle üzücü bir durumdu). Bence konu, yazmaya evet gönüllü müsün yoksa olanlar seni öldürecek mi? Tabi olumsuzluklar üst üste gelirse negatif etkiliyor. Düzeltmeleri kendimin yapmasını kritik görmüyorum.

Merhaba, bir Faslı olarak merak ediyorum, hiç Arap bir yazarın kitabını okudunuz mu, evetse hangisi?
Pron: Çok beğenerek Necip Mahfuz’un kitaplarını okudum ve klasik arap şiirlerini.

Sizce genç yazarlar klasikleri unuttular mı, yazmaya zaman ayrıldığı kadar okumaya da zaman ayrılması gerekmez mi?
Neuman: Bir yönüyle söylediklerine katılıyorum. Gerçek ve var olan aynı şeyler değildir. Klasikler var olanı anlatırlar, böylece güncel zamanda gerçeği keşfederiz. Benim fikrime göre, tehlikeli iki durum var : sadece klasikleri okuyan taklitçiler (böylece sizin zamanınızda yaratacakları izlenimi garantiye almaya çalışırlar) ve sadece yenileri okuyan beklenticiler ki epey çoklar. Oldukça karmaşık bir konu, geçmiş ve günümüz edebiyatı arasındaki tahmini köprüyü okumak. Bence edebiyat, olmuşla olan arasındaki sohbettir.

Bu yüzyılda büyük değişiklik gösteren topluma karşı, genç yazarların sorumlulukları nelerdir?
Montes: İster genç, ister yaşlı olsun, herhangi bir yazarın sorumluluğu sadece iyi yazmak ve kalıpları kırmaktır. Kendi varoluşu birincil önemdedir. Mario de Andrade’nin çok beğendiğim bir cümlesinde söylediği gibi : Sadece düz bir çizgi/dize olmaktır halk için yararlı olmak.

Edebiyatçının sorumluluğu sosyal midir yoksa kültürel mi?
Pron: Edebiyatçının sorumluluğu sosyaldir, çoğunlukla kültürel, az biraz da politik. Bence.

.....................................................................................................................................
*ANDRÉS BARBA*
1974 doğumlu, İspanyol yazar Andrés Barba Muñiz, Universidad Complutense de Madrid/ İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun. Eserleri, İngiltere, Fransa, Almanya, Romanya, Sırbistan, Hollanda, Bulgaristan, İtalya, Yunanistan ve Arapça’da yayınlanmış.

Eserleri:
• El hueso que más duele (Ramón J. Sender roman ödülü; 1998).
• La hermana de Katia (Herralde roman ödülü finalisti, 2001).
• La recta intención (2002).
• Ahora tocad música de baile (2004).
• Historia de Nadas (2006).
• Versiones de Teresa (Torrente Ballester roman ödülü, 2006).
• Libro de las caídas (2006).
• La ceremonia del porno (Anagrama deneme ödülü, 2007).
• Las Manos Pequeñas (2008).

*JAVIER MONTES*
1976 doğumlu, İspanyol yazar, çevirmen ve sanat eleştirmeni Javier Montes, düzenli olarak Revista de Libros (Kitap dergisi), ABC Cultural (ABC Kültür), Revistas de Occidente (Batı Dergisi), Claves de Razón Práctica, Letra Internacional (Uluslar arası Yazılar), Arquitectura Viva y "El Viajero" de El País (El Pais gazetesinin mimari, yaşam ve gezi ekleri) yazmaktadır. Aynı zamanda Sanat Tarihi öğretmenliği de yapan yazarın, Rachid O., Dickens, Apollinaire ve Shakespeare eserlerinden çevirileri bulunmaktadır.

*ANDRÉS NEUMAN*
http://www.andresneuman.com/
1977 Arjantin doğumlu şairin/yazarın, çocukluğu Buenos Aires’te, gençliği ise Granada/İspanya’da geçmiş. İspanyol Dili ve Edebiyatı mezunu, halen de ABC (İspanya)’da, N dergisinde ve Clarin (Arjantin) dergilerinde köşe yazarlığı yapıyormuş. Eserleri, İngiltere, Fransa, Italya, Brezilya, Hollanda, Polonya, Mısır, Portekiz ve Slovenya’da yayınlanmış.

Şiir Kitapları
• Simulacros (1998).
• Métodos de la noche ("Antonio Carvajal"genç şairler ödülü, 1998).
• Alfileres de luz (Federico García Lorca ödülü, 1999).
• El jugador de billar (2000).
• El tobogán (Hiperión ödülü, 2002).
• La canción del antílope (2003).
• Gotas negras (2003).
• Sonetos del extraño (2007).
• Mística abajo (2008).
• Década (2008).

Şiirlerinin Bulunduğu Antolojiler:
• La generación del 99 (1999).
• Yo es otro. Autorretratos de la nueva poesía (2001).
• La lógica de Orfeo (2003).
• Veinticinco poetas españoles jóvenes (2003).

Romanları:
• Bariloche (Herralde roman ödülü finalisti, 1999).
• La vida en las ventanas (Primavera ödülü finalisti,2002).
• Una vez Argentina (Herralde ödülü finalisti, 2003).
• El viajero del siglo (Alfaguara roman ödülü, 2009).

Öykü Kitapları
• El que espera (2000).
• El último minuto (2001).
• Alumbramiento (2006).

Deneme Kitapları:
• El equilibrista (2005).

Çevirileri:
• Viaje de invierno, Wilhelm Müller (2003).

*PATRICIO PRON*
http://patriciopron.blogspot.com/
1975 Arjantin doğumlu yazar, gazeteci Petricio Pron, Arjantin Nacional de Rosario Universitesi Sosyal İletişim bölümden mezun ve Almanya/Göttingen Georgia Augusta Üniversitesinde Romanesk Fililojisinde de doktora yapmış.

Öykü Kitapları:
• Hombres infames (1999).
• El vuelo magnífico de la noche (2001).

Romanları:
• Formas de morir (segundo premio del concurso de Novela Policial de la Editorial de la Nacional de Rosario Üniversitesi polisiye roman dalı ikincilik ödülü, 1998).
• Nadadores muertos (Manuel Musto roman ödülü, 2001).
• Una puta mierda (2007).
• El comienzo de la primavera (Jaén roman ödülü, 2008).
• El mundo sin las personas que lo afean y lo arruinan (2009).

7 Ekim 2010 Perşembe

DUINO EZGİLERİ, Rainar Maria Rilke



Rilke ölünceye kadar yakın dostluğunu sürdürdüğü Prenses Marie von Thurn und Taxis’in koruyuculuğunda rahat bir çalışma ortamı bulur. 1912 yılının Ocak ayında, prensesin Adriyatik kıyısında, Triste yakınlarındaki Duino Şatosu’nda yazmaya başlar ünlü “Duineser Elegien/Duino Ezgileri(Ağıtları)”nı. 10 şiirden oluşan bu ezgiler 1922’de tamamlanır, ilk basımı da 1923 yılında yapılır. Rilke, şiirlerin tamamlanışını Lou Andreas-Salome’ye yolladığı 11 Şubat 1922 tarihli mektupta şöyle haber verir.



Chaten de muzot sur Sierre
(Valais) İsviçre 11 Şubat 1922
(akşam)
Lou, sevgili Lou, dinle:

‘Günün birinde eğer / açık düşlerimin bitiminde / meleklerin eşliğinde / Şan ve şöhret şarkılarına / sevinç çığlıklarına katarken …’ diye başlayan birinci ezgiyi, yıllar önce Duino’da yazarken aldığım karara, yani bu diziyi on ezgi ile kapama kararına uygun olarak bugün, şu anda, şubat ayının on birinci günü, cumartesi, saat altıda onuncu ezgiyi yazarak diziyi tamamlamış bulunuyorum.

Elimdekileri sana okumuştum, ama onlardan, şimdi ancak, başlangıçtaki on iki dizesi olduğu gibi kaldı, öteki dizelerin tümü yeniden yazıldı ve evet çok, çok, çok güzel oldu. Düşün bir kez, bunca zaman, bunca olaydan sonra…
….
Sevgili Lou, dün akşam, sana bir solukta yazdığım mektubu taahhütlü olarak postaya veremedim; şimdi, Pazar sabahı oturdum, zamanı değerlendirerek, tamamladığım üç ezgiyi (altıncı, sekizinci ve onuncu ezgileri) senin için temize çekip hazırladım. Geri kalan üçüncüyü de bugünlerde yazar ve postalarım. Onların, senin elinde olduğunu bilmek beni rahatlatacak. Zaten, dikkatli yazılmış kopyaların güvenilir ellerde bulunması her bakımdan iyi bir şey.

Şimdi biraz hava almaya, dışarı çıkıyorum, Pazar güneşi çekilip gitmeden önce…
Rilke



Zaman içerisinde, tamamını blogda yayınlamayı umduğum 10 ezginin ilki...




BİRİNCİ EZGİ

Çığlık atsam beni kim duyardı ki melek
mertebelerinden? peki ya ansızın kalbe kabul etse beni
içlerinden biri: yok olurdum şüphesiz
kudretli var oluşunda. Çünkü güzellik, dehşetin
ancak katlanabildiğimiz başlangıcından başka şey değil
ve bizi mahvetmeye tenezzül etmediği için sakince,
hayranız ona böyle. Müthiştir her bir melek.
Ve tutuyorum işte kendimi böyle ve yutkunuyorum kuş ıslığını
karanlık hıçkırıkların. Kimden medet
umabiliriz ki, ah? Ne melek ne de insanlardan
ve mahir hayvanlar farkında zaten,
pek güvenilir değiliz evimizde,
o yorumlanmış dünyada. Belki yamaçtaki bir ağaç
kalıyor bize, her gün yeniden
görürüz diye; dünkü sokak kalıyor bize
ve şımartılmış bağlılığı bir alışkanlığın,
bizimle olmaktan hoşlanmış ve kalmış öyle ve gitmemiş.
     Ve gece ah, yüzümüzü kemirirken
uzay dolu rüzgar -, kime kalmadı o özlemi duyulan,
nazikçe hayal kırıklığına uğratan ve her bir kalbi bekleyen
zahmetli gece. Daha mı hafif sevgililere?
Onlar ki birbirleri ile ah, kendi bahtlarını örter yalnızca.
    Yoksa bilmez misin bunu hala? At kollarından boşluğu
soluduğumuz mekanlara kat; genleşen havayı
hisseder kuşlar belki, daha içten bir uçuşla.
    Evet, sana muhtaçtı baharlar doğrusu. Sezebilmeni beklerdi
kendisini çoğu yıldız. Bir dalga yaklaşmıştı
kabarıp geçmişlerde, ya da
bir keman vazgeçmişti kendinden,
açılmış bir pencere önünden geçtiğinde. Görevdi hepsi.
Üstesinden geldin mi peki? Dağınık değil miydi kafan hala
bekleyişle hep, her şey sana bir sevgili
haber veriyordu sanki? (Neden barındıracaktın onu,
koca yabancı düşünceler gelip giderken
yanına, geceyle kalırken çoğu zaman.)
Özlem duyarsan yine de, söyle sevenleri şarkılarında;
daha yeterince ölümdüz değil henüz bu meşhur duyguları.
Neredeyse gıpta ettiğin, doymuşlardan
çok daha sevgi dolu bulduğun o terk edilmişleri söyle.
Baştan başla hep, hiç ulaşılmaz övgüye;
düşün ki, kahraman baki kılar kendini, düşüş bile
bir bahane yalnızca, var olmasına: son doğumuna.
Fakat sevenleri geri alır kendine
bitkin doğa, bunu iki kez başaracak gücü
yokmuş gibi. Yeterince düşündün mü hiç
Gaspara Stampa’yı, ‘onun gibi olabilsem’
duygusunu, sevenlerin bu yükselmiş misaliyle,
sevgilisi uzaklaşan bir genç kızın?
Daha bereketli olması gerekmez mi en nihayet
bu en kadim acıların? Vakti değil mi artık, severek
sevdiğimizden kendimizi serbest kılmanın ve titreyerek dayanmanın:
okun kirişe dayandığı, fırlayışta toplanıp
kendisinden fazlası olduğu gibi? Kalmak, hiçbiryerde çünkü.
    Sesler, sesler. Dinle kalbim, başka türlü dinle,
yalnızca azizlerin dinlediği gibi: o muazzam çağrı
yerden yükseltmişti onları; diz çökmeye devam etti ama
bu imkansız kimseler, aldırmadı:
İşte böyle dinliyorlardı. Sen Tanrı’nın sesini
kaldırabilirsin diye değil, alakası yok! Ama o esintiyi,
sessizlikten ibaret aralıksız havadisi dinle.
Uğulduyor sana doğru şu genç ölülerden şimdi.
Huzurlu kaderleri seslenmemiş miydi sana
Roma’da, Napoli’de, hep girdiğin o kiliselerden?
Ya da bir yazıt, yücelmiş, sana doğru uzandı
daha geçen gün o levha gibi Santa Maria Formosa’da.
Ne istiyorlardır benden? Silip atmamı usulca, ruhlarının
saf hareketine bazen biraz engel olan
şu adaletsizlik görünüşünü.
Elbette tuhaf, artık yeryüzünde oturmamak,
yerine getirmemek artık, ancak öğrenilmiş adetleri,
insanca bir geleceğin anlamını yüklememek
güllere ve başka şeylere özellikle vaat dolu;
sonsuz kaygılı ellerde ne idiyse insan
o olmamak artık ve bir kenara bırakmak
kendi adını bile, kırılmış oyuncak gibi.
Tuhaf, dilekleri bir daha dilememek, tuhaf,
rabıta oluşturmuş her şeyin mekanda böyle gevşek
uçuştuğunu görmek. Ve zahmetlidir ölü olmak
ve telafiyle doludur ve ebediyet sezer biraz
insan yavaş yavaş.-Ne var ki,
keskin ayrım yanlışı yapıyor dirilerin hepsi de.
Melekler (derler) bilmezler çoğu zaman,
canlıların mı yoksa ölülerin mi arasına karıştıklarını.
Tüm çağları kendiyle birlikte sürükler geçer ebedi akış
iki alemde de daima, bastırır ikisinde de seslerini.

Bize gerek duymaz olur sonunda, aramızdan erken ayrılan,
usulca geçer gibi anne memesini. Ama biz,
böyle büyük esrarlara muhtaç olanlar ve yaslarından çok zaman
bahtiyar bir ilerleyiş doğanlar-:var olabilir miydik onlarsız?
Boşuna mı o efsane: bir zamanlar Linos’a yakılan ağıtta,
cüretkar ilk müziğin yırtıp geçişi kavrulmuş uyuşuluğu;
neredeyse tanrı gibi bir gencin ansızın sonsuzluktan intikal ettiği
                                                                   irkilmiş mekanda,

şimdi içimizi ürperten ve bizi avutan ve bize yardım eden
şu titreşime, ilk kez girişi boşluğun.

Almanca aslından çeviren : Süha Rami Kıratlıoğlu
Hamiş: Çizimler, ‘mavi melek’ e-dergi’nin sitesinden alınmıştır. http://mavimelek.com/duino_elegies-1.htm

6 Ekim 2010 Çarşamba

Öykü (4. mektup)

Sevgili A,

Vasat, küçük kasabamıza sonbahar geldi. Yazın tozlu sokakları, yağmurlarla birlikte çamurlu sokaklara dönüştü. Beyaz ve sarı tomurcuklarıyla kasımpatılar da olmasa, kurudu gitti bahçe. Akdenizin kışından ne olur, hem çocukluk günlerimi de hatırlamış olurum diye, eve bir gaz sobası aldım. O sobanın üstünde ekmek kızarır, askılarında çamaşır kurutulur, kuruyemişler ısıtılıp tazelenir, kestane pişirilirdi.

Hayatla, kendimle ve etrafımdakilerle itişip durmayı bırakmak… Yavaş değişiyorum. Büyük beklentiler, ulaşılacak iddialı hedefler, ideal insan/sevgili/arkadaş/iş tanımlamaları, binlerce kalıp... Hiçlik içinde, insanın kendine bir amaç, bir anlam yaratma çabası... İçimdeki hiçlik duygusu öyle geniş ki, yaşadığım ölüm hayatla bağlarımı iyice inceltmiş. Yeniden yüzümü topraktan, gökyüzüne çevirmeye çalışıyorum. Biliyorum, inatçılık ettim, ordan kalkıp buraya gelmekle ve etrafımdaki herkesi buradan uzak tutmak istemekle. Çocukken, bahçenin bir metrekarelik bir yerini üçe böler, biber, patlıcan, domates tohumları ekerdik. Dip dibe, dip dibe bir sürü ince filiz çıkar; filizler biraz daha serpilip fide ufağı olmaya başlayınca; yaşasınlar diye, aralarına bir buçuk karış mesafe koyup, topraktaki yeni yerlerine taşırdık. Böylece hem birlikte sulanacak kadar yakın, hem de meyveleri güneş görecek kadar uzak olurdu. Ağaçlarımız da öyleydi, birbirinin güneşini kesmeyecek kadar uzak, rüzgarda birbirine dayanacak kadar yakın... “Yeterli boşluk”, kişiden kişiye, bitkiden bitkiye genişliği değişse de varlığı zorunlu bir şey, bence. O şehrin telaşesi, şiddeti, hırsları, kalabalığı yaşam boşluğumu o kadar azaltmıştı ki, soluk alamıyorum sanmıştım. İnsanların güneşimi kesmeden, rüzgarda sırt sırta verebilecek kadar yakın olması, kötü bir şey değil cancağızım. Aksine, birlikte yaşamak ve serpilmek için, çok gerekli bir şey.Üstelik, bitkiler gibi ayağım toprağa mahkum olmadığından, başım sıkışınca gitmek, hep iyi gelmiştir bana. Gitmek ve giderken düşünmek; kalıp kıstırıldığım köşede beklemekten iyidir.

Ha, unutmadan, halk kütüphanesine gittim. Apartmanla, çarşı arasında bir yerde, dışı mavi, içi toprak rengi boyalı, tek katlı bir binaymış. Önünde, bir de ufak bahçesi var. Bahçenin binaya yakın sağ köşesinde, pembe sarmaşık güllerin dolandığı bir çardak, çardağın altında birbirine bakan dört tahta bank... Yerden tavana kadar ahşap rafların, tıkış tıkış kitap dolu olduğu geniş bir salonu ve salondan geçilen küçük bir çalışma odası var. Tahmin edeceğin gibi kimsesiz bir yer. Kütüphaneci, kitaplar kadar sessiz, genç bir adam. Sanki zaman 1970 lerde durmuş gibi, elime hangi kitabı aldıysam yetmişler veya öncesinde basılmıştı. Düşünsene, Varlık Yayınlarının 1953 basımı cep kitaplarını buldum. Uzun zamandan sonra kitapların arasında dolaşan birini görmek kütüphaneciyi de sevindirmiş olacak ki, evine gelen misafiri ağırlar gibiydi. Küçük odasındaki bir dolabın içine kurduğu mutfağında, birer türk kahvesi yaptı; kitaplarımızı, kahvelerimizi alıp çardaktaki banklarda, nerdeyse hiç konuşmadan, güzün ısıtmayan güneşinin keyfini çıkardık.

Kar yağdığında, içimizden taşan neşe, tadını asla başka yerde bulamadığım kahvesiyle sahildeki küçük kahvehane... Özledim. Bir bakmışsın, karla birlikte kapındayım.

t

* Resim : Hieronymus Bosch (El Bosco), Hollandalı ressamın 'The Garden of Earthly Delights' üçlemesinden 'El Infierno Musical'

5 Ekim 2010 Salı

'The Granta' ile tanışma

Bu hafta bir edebiyat dergisi ile tanıştım: The Granta. Dergi, 1889 yılında, Cambridge Universitesi öğrencileri tarafından gazete olarak çıkarılmaya başlamış. O yıldan şimdiye kadar da nerdeyse aralıksız yayınlanmış. Sylvia Plath’dan Doris Lessing’e, Marquez’den, Nadine Godimer’e pek çok yazarın tanınmadan önce yazıları yayınlanmış bu dergide. Gazete, 1979’da mali sebeplerden dolayı kapanma noktasına gelmiş, ama eski Cambridge mezunlarının desteği ile dergiye dönüşmüş ve yayınlanmaya devam etmiş. “Winter 2007” sayısında, dergi olarak çıktıkları 100. sayıyı kutlamışlar.

“In 1979, a young American graduate revived an old Cambridge University magazine and created a home for good writing of all kinds – reportage, fiction, memoir and biography – as well as photography and, occasionally, poetry. In the years that followed Granta established itself on both sides of the Atlantic, and continues to publish the best new writing in English from all over the world. This special issue celebrates Granta’s 100th edition. “

Derginin tamamını abone olmadan online okuyamıyorsunuz, sadece tadımlık bazı yazılar… İşte mutlaka ziyaret etmenizi önerdiğim sitesi: http://www.granta.com/
Dergiyi karşıma, El Pais’in haftasonu eki çıkardı. Meğer 1889’dan beri edebiyat konusunda yayınlanmasının yanı sıra, belirli aralıklarla yayınladığı “gelecek vaadeden genç yazarlar” listesi ile de biliniyormuş. Gerçi bu listelerde adı yer alan kimi yazarların da dediği gibi, nihayetinde belirli kriterler arasına sıkıştırılmış yazarlar listesi bu, ne içindekini fazla değerli, ne dışındakini değersiz kılar. Yine de, benim gibi ‘ne yapsam da günümüz latin edebiyatı yazarlarını tanısam?’ diyenler için, saygın bir derginin önerileri olarak alınabilir.

İçlerinde Salman Rushdie, A. N. Wilson, Adam Mars-Jones ve Martin Amis’in de yer aldığı ilk liste, 1983’de, “En İyi Genç İngiliz Yazarlar” için hazırlanmış. Daha sonra yine İngiliz romancılar için 1993 de ve 2003 de, Amerikalı romancılar için 1996 ve 2997’de liste yapılmış. Bu yılın listesi İspanyol Dilinde Yazan En iyi Genç Yazarlar / Best of Young Spanish-Language Novelists / Los mejores narradores jovenes en español… Dergi önce İspanyolca yayınlanacak, 25 Kasım 2010’da İngiltere baskısı çıkacakmış. 1 Ocak 1975 den sonra doğan 22 yazarı kapsayan listeyi, altı kişiden oluşan bir seçici kurul hazırlamış: Granta en español’un editörleri Valerie Miles ve Aurelio Major; Guatemala-Amerikalı romancı Francisco Goldman; Katalan eleştirmen, editör ve yazar Mercedes Monmany; İngiliz gazeteci ve eski-Latin America muhabiri Isabel Hilton; Arjantinli yazar ve film yapımcısı Edgardo Cozarinsky. Liste 1 Ekim 2010’da Madrid’de Circulo de Bellas Artes’de yapılan bir basın toplantısında açıklanmış.

Hızlıca bir arama yaptırınca web siteleinde The Granta’nın, Türkiyeli yazarlardan Orhan Pamuk ve Elif Şafak’a rastladım. Umuyorum, yakın zamanda, öykülerinin dilini, kurgusunu, hayal dünyalarını çok sevdiğim, son dönem Türkiyeli yazarların da sözleri olsun bu dergide.

Bu yazarlardan dört tanesi – Andres Barba, Andres Neuman, Javier Montes y Patricio Pron-, haftasonu El Pais’in internet sitesi aracılığı ile, okurlarının sorularını cevaplamışlar. Bu söyleşiden kısa bir çeviriyi, yetiştirebilirsem bu hafta bloğa ekleyeceğim.


Gelelim son yayınlanan listeye. İçlerinde dilimize çevrilen yazarlar var mı bilmiyorum, ben internet kitapçılarında bulamadım, ama işte listelenen 22 İspanyolca yazan genç yazar:

ANDRÉS BARBA – İspanya, 1975
OLIVERIO COELHO – Arjantin, 1977
ANDRÉS RESSIA COLINO – Uruguay, 1977
FEDERICO FALCO – Arjantin, 1977
PABLO GUTIÉRREZ – İspanya, 1978
RODRIGO HASBÚN – Bolivya, 1981
SÒNIA HERNÁNDEZ – İspanya, 1976
CARLOS LABBÉ – Şili, 1977
JAVIER MONTES – İspanya, 1976
ELVIRA NAVARRO – İspanya, 1978
MATÍAS NÉSPOLO – Arjantin, 1975
ANDRÉS NEUMAN – Arjantin, 1977
ALBERTO OLMOS – İspanya, 1975
POLA OLOIXARAC – Arjantin, 1977
ANTONIO ORTUÑO – Meksika, 1976
PATRICIO PRON – Arjantin, 1975
LUCÍA PUENZO – Arjantin, 1976
SANTIAGO RONCAGLIOLO – Peru, 1975
ANDRÉS FELIPE SOLANO – Kolombiya, 1977
SAMANTA SCHWEBLIN – Arjantin, 1978
CARLOS YUSHIMITO – Peru, 1977
ALEJANDRO ZAMBRA – Şili, 1975


4 Ekim 2010 Pazartesi

bir yıl daha

“Çığlık atsam beni kim duyardı ki melek
mertebelerinden? peki ya ansızın kalbe kabul etse beni
içlerinden biri: yok olurdum şüphesiz
kudretli var oluşunda. Çünkü güzellik, dehşetin
ancak katlanabildiğimiz başlangıcından başka şey değil
ve bizi mahvetmeye tenezzül etmediği için sakince,
hayranız ona böyle.”*



Yaşıyorum ve dönüşüyorum. Kendim, dokunduğum şeyler, baktığım yön, ruhuma vuran ışıkta aydınlanan yerlerim, etrafımdaki insanlar ve dünya… Gündelik değişimleri görecek kadar algım yüksek değil. Ancak, geçmişte ve şimdide, yaşadığım benzer şeylere verdiğim tepkilerden, ya da başıma gelen olaylardan etkilenişimden anlıyorum değiştiğimi. Bir de doğum günlerimden… Yirmili yaşların ortasına kadar, doğum günlerim, kutlanması gereken, unutulunca sitem edilen, o güne özel süprizler beklenen, kutsal bir gündü; yirmilerin ikinci yarısındaysa, hadi ‘hayat senden büyük numarayı yapmanı bekliyorum, söyle şu sihirli sözleri ve açılsın kapı’ diyordum her doğum günümde. Sihirli sözlerin, içimde saklı olduğunu farkettiğimde, çoktan otuzlar gelmişti. Artık, neyi nasıl yapmak istiyorsam yapıyordum, zamanın değeri artmış, etrafımdaki dostlar kıymetlenmişti. Şimdilerde –otuzların sonu- yeni bir döneme girdim, gündelik seslerin ve gelecek hayallerinin en olmadık yerine hastalık ve ölüm sözleri yerleşmeye başladı. Düşüncede hazır olduğumu sandığım, ama karşıma çıkınca hiç de hazır olmadığımı –belki de asla hazır olunamıyordur, bilemiyorum- anladığım bir dönem... Karanlık, gözlerim henüz kör bu duyguya, el yordamıyla tanımaya çalışıyorum. Sürekli sendeliyorum, düşüp kalkmaktan dizlerim ve dirseklerim yara bere içinde, korkudan acısını hissedemediğim yaralar bunlar. Ölümle, ailemde ölümle karşılaşmak, sanki durduğum yeri salladı. Bu yıl yeni yaşıma uçsuz bucaksız bir hiçlik duygusuyla girdim. Hiçliğin, aklımda ve kalbimde yarattığı çekilme hissi canımı çok acıttı. Doğum günümde, durup durup ağladım. Bir sese, bir soruya, bir görüntüye, vara yoğa ağladım. Hiçliğin içinde tutunduğum tek şey ‘sevgi’ydi yine. Hayatı anlamlandırmasa da, dayanılır kılan, acıyı geçiremese de hafifleten, sevgi.

Hayatımda sevgiyi var eden her dosta, her canlıya ve her varlığa minnetle başlıyorum yeni yaşıma.

“Daha bereketli olması gerekmez mi en nihayet
bu en kadim acıların? Vakti değil mi artık, severek
sevdiğimizden kendimizi serbest kılmanın ve titreyerek dayanmanın:
okun kirişe dayandığı, fırlayışta toplanıp
kendisinden fazlası olduğu gibi? Kalmak, hiçbir yerde çünkü.”*

* Duino Ağıtları, Rilke

1 Ekim 2010 Cuma

Sicilya Konuşmaları

"O kış, öfke nöbetlerinin pençesine yakalanmıştım. Burada onları anlatmaya kalkışacak değilim, çünkü asıl anlatmak istediğim şey bunlar değil. Ama bu nöbetlerin pek öyle kahramanca bir yanı olmayan, soyut, gerçeklikleri bile tartışılabilir duygular olduğunu söylemem gerek. Yok olup gitmekte olan insanlıkla ilgili bir çeşit öfkelenmeydi bu. Uzun süredir bu nöbetler yakamı bırakmıyordu, bu yüzden umutsuzluk içindeydim. Çığırtkan gazete başlıklarını gördükçe başımı önüme eğiyordum. Arkadaşlarla buluşuyor, onlarla bir iki saat sessiz ve süngüsü düşük biri gibi oturuyordum. Karımın ya da sevgilimin beni bekledikleri zamanlarda, başım önüme eğik, tek kelime konuşmadan karşılarına çıkıyordum. Bu arada günler, aylar geçiyor ve durmadan ayğmur yağıyordu. Ayakkabılarım iyice eskimiş, süngere dönmüştü. Yağmurdan, gazete başlıklarındandaki cinayetlerden, lime lime olmuş ayakkabılarımdaki ıslaklıktan başka bir şey yoktu. Anlamsız bir düş, sessiz bir umutsuzluktu yaşamak benim için.

İşin en korkunç yanı da buydu: Umutsuzluğumun sessizliği; insanlığın yok olamaya yargılı olduğuna inanmak, ama onu kurtarmak için hiçbir istek duymamak, bunun yerine onunla birlikte yok olmayı özlemek. Bu öfke nöbetleri beni iyice sarsmış, ama bir türlü kanıma girememişti; sakin ve isteksizdim. Sevgilimin beni bekleyip beklememesi, onunla buluşup buluşmamak, bir sözlüğün sayfalarını karıştırmak, sokağa çıkıp arkadaşlarıma gitmek ya da evde oturmak gibi şeylerin hiç biri beni ilgilendirmiyordu. Sakindim. Sanki bir gün olsun yaşamamış, mutluluğun ne demek olduğunu bilememiştim, sanki ne söyleyecek bir sözüm, ne kabul edecek, ne karşı çıkacak, ne de kaybedecek bir şeyim vardı, bütün tutkuların ötesindeydim; sanki hayatım boyunca ne bir lokma ekmek yemiş, ne şarap, ne kahve içimiş, ne bir kadınla yatmış, ne çocuk sahibi olmuş, ne de kimseyle kavga etmiştim; sanki bütün bunların olabileceğini düşünmemiş, sanki hiç adam olmamış, hiç yaşamamış, çocukluğu Sicilya2nın firavunincirleri, kükürt madenleri ve dağları arasında geçen bir bebek olmamıştım. Gene de bu öfke nöbetleri içimi altüst edip duruyordu. Bense, başım önüme eğik, insanlığın umutsuz durumunu düşünüyordum, bütün bunlar olurken de, durmadan yağmur yağıyor, bense ağzımı açıp kimseye bir şey söylemiyordum ve yağan yağmur ayakkabılarımın iyice içine geçiyordu."

Elio Vittorini, Sicilya Konuşmaları
Türkçesi, Gönül Çapan
İlk basım Floransa Italya’da 1941