7 Ekim 2010 Perşembe

DUINO EZGİLERİ, Rainar Maria Rilke



Rilke ölünceye kadar yakın dostluğunu sürdürdüğü Prenses Marie von Thurn und Taxis’in koruyuculuğunda rahat bir çalışma ortamı bulur. 1912 yılının Ocak ayında, prensesin Adriyatik kıyısında, Triste yakınlarındaki Duino Şatosu’nda yazmaya başlar ünlü “Duineser Elegien/Duino Ezgileri(Ağıtları)”nı. 10 şiirden oluşan bu ezgiler 1922’de tamamlanır, ilk basımı da 1923 yılında yapılır. Rilke, şiirlerin tamamlanışını Lou Andreas-Salome’ye yolladığı 11 Şubat 1922 tarihli mektupta şöyle haber verir.



Chaten de muzot sur Sierre
(Valais) İsviçre 11 Şubat 1922
(akşam)
Lou, sevgili Lou, dinle:

‘Günün birinde eğer / açık düşlerimin bitiminde / meleklerin eşliğinde / Şan ve şöhret şarkılarına / sevinç çığlıklarına katarken …’ diye başlayan birinci ezgiyi, yıllar önce Duino’da yazarken aldığım karara, yani bu diziyi on ezgi ile kapama kararına uygun olarak bugün, şu anda, şubat ayının on birinci günü, cumartesi, saat altıda onuncu ezgiyi yazarak diziyi tamamlamış bulunuyorum.

Elimdekileri sana okumuştum, ama onlardan, şimdi ancak, başlangıçtaki on iki dizesi olduğu gibi kaldı, öteki dizelerin tümü yeniden yazıldı ve evet çok, çok, çok güzel oldu. Düşün bir kez, bunca zaman, bunca olaydan sonra…
….
Sevgili Lou, dün akşam, sana bir solukta yazdığım mektubu taahhütlü olarak postaya veremedim; şimdi, Pazar sabahı oturdum, zamanı değerlendirerek, tamamladığım üç ezgiyi (altıncı, sekizinci ve onuncu ezgileri) senin için temize çekip hazırladım. Geri kalan üçüncüyü de bugünlerde yazar ve postalarım. Onların, senin elinde olduğunu bilmek beni rahatlatacak. Zaten, dikkatli yazılmış kopyaların güvenilir ellerde bulunması her bakımdan iyi bir şey.

Şimdi biraz hava almaya, dışarı çıkıyorum, Pazar güneşi çekilip gitmeden önce…
Rilke



Zaman içerisinde, tamamını blogda yayınlamayı umduğum 10 ezginin ilki...




BİRİNCİ EZGİ

Çığlık atsam beni kim duyardı ki melek
mertebelerinden? peki ya ansızın kalbe kabul etse beni
içlerinden biri: yok olurdum şüphesiz
kudretli var oluşunda. Çünkü güzellik, dehşetin
ancak katlanabildiğimiz başlangıcından başka şey değil
ve bizi mahvetmeye tenezzül etmediği için sakince,
hayranız ona böyle. Müthiştir her bir melek.
Ve tutuyorum işte kendimi böyle ve yutkunuyorum kuş ıslığını
karanlık hıçkırıkların. Kimden medet
umabiliriz ki, ah? Ne melek ne de insanlardan
ve mahir hayvanlar farkında zaten,
pek güvenilir değiliz evimizde,
o yorumlanmış dünyada. Belki yamaçtaki bir ağaç
kalıyor bize, her gün yeniden
görürüz diye; dünkü sokak kalıyor bize
ve şımartılmış bağlılığı bir alışkanlığın,
bizimle olmaktan hoşlanmış ve kalmış öyle ve gitmemiş.
     Ve gece ah, yüzümüzü kemirirken
uzay dolu rüzgar -, kime kalmadı o özlemi duyulan,
nazikçe hayal kırıklığına uğratan ve her bir kalbi bekleyen
zahmetli gece. Daha mı hafif sevgililere?
Onlar ki birbirleri ile ah, kendi bahtlarını örter yalnızca.
    Yoksa bilmez misin bunu hala? At kollarından boşluğu
soluduğumuz mekanlara kat; genleşen havayı
hisseder kuşlar belki, daha içten bir uçuşla.
    Evet, sana muhtaçtı baharlar doğrusu. Sezebilmeni beklerdi
kendisini çoğu yıldız. Bir dalga yaklaşmıştı
kabarıp geçmişlerde, ya da
bir keman vazgeçmişti kendinden,
açılmış bir pencere önünden geçtiğinde. Görevdi hepsi.
Üstesinden geldin mi peki? Dağınık değil miydi kafan hala
bekleyişle hep, her şey sana bir sevgili
haber veriyordu sanki? (Neden barındıracaktın onu,
koca yabancı düşünceler gelip giderken
yanına, geceyle kalırken çoğu zaman.)
Özlem duyarsan yine de, söyle sevenleri şarkılarında;
daha yeterince ölümdüz değil henüz bu meşhur duyguları.
Neredeyse gıpta ettiğin, doymuşlardan
çok daha sevgi dolu bulduğun o terk edilmişleri söyle.
Baştan başla hep, hiç ulaşılmaz övgüye;
düşün ki, kahraman baki kılar kendini, düşüş bile
bir bahane yalnızca, var olmasına: son doğumuna.
Fakat sevenleri geri alır kendine
bitkin doğa, bunu iki kez başaracak gücü
yokmuş gibi. Yeterince düşündün mü hiç
Gaspara Stampa’yı, ‘onun gibi olabilsem’
duygusunu, sevenlerin bu yükselmiş misaliyle,
sevgilisi uzaklaşan bir genç kızın?
Daha bereketli olması gerekmez mi en nihayet
bu en kadim acıların? Vakti değil mi artık, severek
sevdiğimizden kendimizi serbest kılmanın ve titreyerek dayanmanın:
okun kirişe dayandığı, fırlayışta toplanıp
kendisinden fazlası olduğu gibi? Kalmak, hiçbiryerde çünkü.
    Sesler, sesler. Dinle kalbim, başka türlü dinle,
yalnızca azizlerin dinlediği gibi: o muazzam çağrı
yerden yükseltmişti onları; diz çökmeye devam etti ama
bu imkansız kimseler, aldırmadı:
İşte böyle dinliyorlardı. Sen Tanrı’nın sesini
kaldırabilirsin diye değil, alakası yok! Ama o esintiyi,
sessizlikten ibaret aralıksız havadisi dinle.
Uğulduyor sana doğru şu genç ölülerden şimdi.
Huzurlu kaderleri seslenmemiş miydi sana
Roma’da, Napoli’de, hep girdiğin o kiliselerden?
Ya da bir yazıt, yücelmiş, sana doğru uzandı
daha geçen gün o levha gibi Santa Maria Formosa’da.
Ne istiyorlardır benden? Silip atmamı usulca, ruhlarının
saf hareketine bazen biraz engel olan
şu adaletsizlik görünüşünü.
Elbette tuhaf, artık yeryüzünde oturmamak,
yerine getirmemek artık, ancak öğrenilmiş adetleri,
insanca bir geleceğin anlamını yüklememek
güllere ve başka şeylere özellikle vaat dolu;
sonsuz kaygılı ellerde ne idiyse insan
o olmamak artık ve bir kenara bırakmak
kendi adını bile, kırılmış oyuncak gibi.
Tuhaf, dilekleri bir daha dilememek, tuhaf,
rabıta oluşturmuş her şeyin mekanda böyle gevşek
uçuştuğunu görmek. Ve zahmetlidir ölü olmak
ve telafiyle doludur ve ebediyet sezer biraz
insan yavaş yavaş.-Ne var ki,
keskin ayrım yanlışı yapıyor dirilerin hepsi de.
Melekler (derler) bilmezler çoğu zaman,
canlıların mı yoksa ölülerin mi arasına karıştıklarını.
Tüm çağları kendiyle birlikte sürükler geçer ebedi akış
iki alemde de daima, bastırır ikisinde de seslerini.

Bize gerek duymaz olur sonunda, aramızdan erken ayrılan,
usulca geçer gibi anne memesini. Ama biz,
böyle büyük esrarlara muhtaç olanlar ve yaslarından çok zaman
bahtiyar bir ilerleyiş doğanlar-:var olabilir miydik onlarsız?
Boşuna mı o efsane: bir zamanlar Linos’a yakılan ağıtta,
cüretkar ilk müziğin yırtıp geçişi kavrulmuş uyuşuluğu;
neredeyse tanrı gibi bir gencin ansızın sonsuzluktan intikal ettiği
                                                                   irkilmiş mekanda,

şimdi içimizi ürperten ve bizi avutan ve bize yardım eden
şu titreşime, ilk kez girişi boşluğun.

Almanca aslından çeviren : Süha Rami Kıratlıoğlu
Hamiş: Çizimler, ‘mavi melek’ e-dergi’nin sitesinden alınmıştır. http://mavimelek.com/duino_elegies-1.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder