18 Ekim 2010 Pazartesi

havadan sudan

Boşuna değil düşüncesi derin, gönlü geniş, bilge insanların, “bilgi insanın içine dışardan girmez, bilgi insanın içinde doğar” demesi. Sözü geçen bilgi elbette ki, iki artı ikinin kaç ettiği gibi somut ve öğrenilebilir bilgi değildir; insanın kendisine, yaşama, etrafıyla ilişkisine dair soyut bilgidir. Haftasonunun, havadansudanrengarenkblogyazısı içinde neden şimdi bu ciddi konular dediniz, biliyorum. Ama, n’aparsın insanın aydınlanması, güne, saate bağlı değil ki. Bu haftasonu İstanbul’la aşk tazeledim, içimdeki bağlılığı fark edince de “Aaaaa! Belki de mümkündür” dedim. Konuyu biraz daha anlaşılır hale getirsem iyi olacak. Eskiden doğduğu şehirden dışarı çıkmak istemeyen insanları, ya da gittiği yerden bir an önce yaşadığı şehre dönme telaşı içinde olanları hiç anlamazdım. Dünyada bu kadar yer olduğunu bilir de, insan neden bir şehre takılır kalırdı ki? Anlamadığım, tarlasına, küçük dükkanına bağlı insanlar; sağlık sebebiyle ailesine yakın olması gerekenler; kazancı alıp başını başka şehre gitmeye yetmeyenler değildi. İstese yapabilecekken, istemeyenlerdi. Benim için şehirler, işler, mekanlar ve oraları dolduran insanların çoğu, yolun akışı içindeydi. Elbette yolda giderken bir süre konaklar, kendime bir hayat kurardım. Ama, aslolan yolda olmaktı, durup soluklanırken yolu hayal etmek ve bir gün “ha deyip” yola koyulmaktı. Konakladığım yerlerde insanlar sever, mekanlara aşina olur, onlardan bana benden onlara birşeyler katar, yine de yola koyulmaktan geri durmazdım. Sonunda durduğumu, uzun çok uzun konakladığımı fark ettim. Yine yolları hayal edip, “ha deyip” yola koyuluyordum ama nereye gitsem, buraya, İstanbul’a dönmek istiyordum. Gittiğim yerlerde dönmeyi dört gözle beklemiyordum ama bir gün döneceğimi bilmenin rahatlığını da eklemiştim yol halime. Küçük gidişlerin beni kandırmadığının farkındayım, büyük gidişe hazırlandığımın da. Kıta değiştirip, okyanus aşma düşüncesini içimde olgunlaştırırken; ne kadar uzun süre, ne kadar uzağa gitsem de, bu şehre dönmek üzere gittiğimi anladım. Çünkü bu şehre aşıktım. Boğazı gören bir tepede, sırtımı bir ağaca yaslayıp, toprağa oturur, o beni sarmalar ben onu seyrederken onda eriyip giderdim.

İşte bu haftasonu, iki arkadaşımı sevgilim İstanbul’la tanıştırdım. Onlar, Pazar akşamı evlerine dönmek için otobüse binerken, sevgilimle tanışmaktan memnun ama eşlerine, şehirlerine, evlerine özlemliydiler. Bense, aşktan sarhoş...

İki güne sadece, Kadıköy, Çengelköy, İstiklal Caddesi, Cezayir Sokak, Çukurcuma, Asmalı Mescit, Paşa Limanı, Kuzguncuk sığdı. Kah bir kitapçıda, kah İnci’nin profiterolunun lezzetinde kendimizi kaybettik. Cezayir sokakta bir terasta, şarap içip, gün batımını izlerken, Hazerfen’in Galata’dan kanatlarını çırparak boğaza doğru süzülüşünü hayal ettik. Çukurcuma’nın antikacı/takıcı dükkanlarında geçip, tünelin kalabalığına sızdık. Ve gece yarısından sonra bir kez daha Leb-i Derya’da, mis gibi kahve kokusu Boğaz’ın ışıklarına eşlik etti. Sevgilim de arkadaşlarımı sevmiş olacak ki, gece yağmurla tüm sokaklarını yıkadı. Denizi maviye boyamış, gökyüzüne pamuk şekeri bulutları serpiştirmiş, güneşi eşlik etsin diye çağırmıştı. Kendisi masal ülkesine, ben de ülkenin sahibi masal prensesine dönüşmüştük. Pazar sabahı yaprakta, denizde, havada sadece aşk vardı. İstanbul durdurak bilmeden sarmaladı. Ben durdurak bilmeden seni seviyorum dedim.


“İçinden doğru sevdim seni

Bakışlarından doğru sevdim de
Ağzındaki ıslaklığın buğusundan
Sesini yapan sözcüklerinden sevdim bir de
Beni sevdiğin gibi sevdim seni
Kar bırakılmış karanlığından.

Yerleştir bu sevdayı her yerine
...
Yani senin olmayan, seni bir boşluk gibi saran hüzne yerleştir
Yerleştir onu bir kentin parça parça aklında tuttuğun
Kar taneleri gibi uçuşan
Ve her gün biraz daha hafifleyen semptlerine
Yerleştir bu sevdayı her yerine.”
Edip Cansever

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder