13 Ekim 2010 Çarşamba

havadan sudan

Kolay hastalanan, çelimsiz, yemek yemeyi sevmeyen, içe dönük bir çocuktum. Sokak oyunlarıyla hiç aram olmadı. Gerçi, iki küçük kardeşe göz kulak olma sorumluğuyla, istesem de zordu sokağa çıkıp aylaklık yapmam ya, neyse. Benim için evin dışına çıkmak demek, kitap okumak demekti. Sedirde, kapının arkasında, yüklük dolabında yorganların üstünde, balkonda, bahçede... Yeter ki elimde bir kitap olsun, ne soğuk, ne ayakta durmak, ne hastalık, ne korku, ne yalnızlık kalırdı. Mekan ve zaman ortadan kalkar, bedenimi nerdeysem orda bırakır, alır ruhumu giderdim. Yaşadığım ilçede, kitapçı yoktu. Çoğunlukla okul ders kitaplarını ve milli eğitimin önerdiği kitapları satan bir kaç ” kırtasiye ve kitap” dükkanı vardı.

Elimde okuyacak kitap kalmaması demek, aynı günü dönüp baştan yaşamak, ya da sedirin altına sıkışıp kalmak gibi birşeydi. Dayanılmaz. O yüzden, mutlaka sırada okunacak bir kitap bulundururdum. İlçe kitapçısızdı ama okul kütüphaneleri, dedemlerin kütüphanesi, evde ansiklopediler –Hayat, Dünya, Cumhuriyet- ve annemim Jane Austine romanları, arkadaş evlerinden ödünç alınan kitaplar vardı.


Üniversiteye başlayınca her şey birden değişti. Ankara’daki Dost ve İmge Kitapevleri hayallerimin de ötesindeydi. Orda genişlediğimi, hafiflediğimi hissederdim. Öğrenciye taksitle kitap satardı ikisi de. Saatlerce kitaplara dokunur, arkalarını ve aralardan rastgele sayfaları okur, kitap seçerdim. Ama bir taneden fazla kitap almazdım, okumak istediğim onlarca kitabın sırada beklediğini bilmek iyi gelirdi. Elimdeki kitap bitince, hangisine başlasam diye düşünür, kendimce bir okuma sırası yapardım.

Okudukça, başka dillerdeki başka yazarlarla tanıştıkça, kendime yeni bir dert edindim: Ömrümün sonuna kadar durmadan okusam da, zevk alarak okuyacağım kitapların hepsini okuyup bitiremeyecektim. Ah! Bu hala düşününce hayıflandığım bir şeydir.

Bir zaman sonra, bu fikri kabullendim. Bir taraftan artık yazmayan/yaşamayan yazarların kitaplarını okurken, bir taraftan da genç yazarları keşfetme yolunu seçtim. Hala klasiklerden okumadıklarımın olması, Suç ve Ceza’yı otuzumda ancak elime alabilmem bu yüzden. Yıllar içinde akrabam saydığım, akıl sorduğum, yazdıklarına aşık olduğum yazarlar oldu. Onların kitaplarını dönüp dönüp okumak, sevdiğim bir dostu uzun bir aradan sonra görüp, ayrı geçen zamanı telafi etmek için, bir kaç gün boyunca hiç durmadan konuşmak gibiydi.

Yazmak, okumaktan çok daha uzun sürse de, ben tüm yazarların karşısında tek başına bir okurdum ve kimi yazarları/kitapları geç fark etmem kaçınılmazdı. Çaresiz bunu da kabullendim.

William Saroyan da, geç tanıştığıma hayıflandığım yazarlardan biri. 2008 yılında, bir akşam, işten eve dönerken, Açık Radyo’nun Açık Dergi programında “Doğumun 100. Yılında, William Saroyan” diye bir anons yapıldı ve güzel bir erkek sesi onun İnsanlık Komedisi kitabını okumaya başladı. Muhteşemdi. Kitabı hemen alıp okumak istedim, ama radyodan parça parça dinlemenin keyfi ağır bastı.

Varlıklarıyla etraflarını güzelleştiren; içlerinden sevgiyi ve merhameti eksik etmedikleri, hayatla dertlerini hoyratça değil neşeyle çözmeye çalıştıkları hissedilen insanlar vardır. Şanslıysak hayatımızdadırlar, ya fiziksel varlıklarıyla, ya da kitapları, resimleri, müzikleri, sözleriyle. Benim için Saroyan o insanlardan biri oldu.

Dün akşam “Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan” kitabını okumaya başladım. Doğumunun 100. yıldönümüne adanmış, Aras Yayıncılık tarafından çıkarılan bir derleme kitap. İçinde, farklı kişilerin kaleminden Saroyan portreleri, daha önce yayınlanmamış fotoğrafları, yazarın son yıllarında kaleme aldığı Bitlis oyunu, Ara Güler, Dickran Kouymjian, Bedros Zobyan, Fikret Otyam, Garip Basmadjian ve Stephen D. Calonne’un yazıları var.

Uyanıp pencereden baktığımda, İstanbul sisin arkasına gizlenmişti. Saroyan’ın dediği gibi : "Wonderful. Very nice. Today began very nice, it will go on like that.." (Harika. Çok güzel. Bugün güzel başladı, böyle de devam edecek...)

Sis hala dağılmadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder