9 Aralık 2010 Perşembe

Amerika Günlüğü

1989 yılında Çin Tiananmen Meydanı olayları ile sarsılıyordu ve Sovyetler Birliğinin çöküşü, Berlin duvarın yıkılmasıyla ivme kazanmıştı. O olaylar dünyayı değiştirmeye yetmedi belki ama, o olaylara şahit olan bir kuşağı değiştirdi. 68 kuşağı, yerini 89 kuşağına bırakıyordu o yılda.

Yeni nesil kanlı mücadele değil , onurlu yaşam peşindeydi artık. Basmakalıp sloganlara yeni kuşağın inancı yoktu. Destansı angaryalara ihtiyaç duymuyordu bu nesil. Hayatın, ilkeler için değil, mutlu olmak için yaşanması gerekiyordu.

Kanlı ihtilaller yerini kadife devrimlere bırakıyordu. 89 kuşağın idolu omuzunda makineli tüfeğiyle Comandante Che değil elinde pazar poşetiyle Tiananmen meydanında tankların önünde duran meçhul bir isyancıydı.

Bu kuşak Fidel Castro'yu değil, Václav Havel'i örnek alıyordu artık. Lev Troçki'in fırtınası dinmiş, Nelson Mandela'nın rüzgarı esiyordu.

Amerika gönençli bir fatih olarak o yılı geride bırakacaktı. Amerika'nın liderleri, o yıldan itibaren her fırsatta tumturaklı bir edayla dünyanın yegane supergücü olduklarını ilan ettiler. Ama Amerika, 20 yıl boyunca, bu tekinsiz gücünü, dünyaya yeni bir örnek, yeni bir model sunarak kullanamadı.

Mayın sorununa karşı tasarlanan Ottawa antlaşmasına imza atmadı.
Küresel ısınmaya karşı oluşturulan Kyoto protokolüden sakındı.
Orta Doğu sorununun çözülmesi için liderlik gösteremedi.
Yabanıl gücünü ülkeleri işgal etmek için kullandı.
Muazzam bir bütçe açığına girerek son 70 yılın en şiddetli ekonomik bunalımına yakalandı.

Aşığıda öykülerini kısaca anlattığım kişiler aslında bir süper gücün iç dinamizmini, toplumunda egemen olan bir izleği yansıtmaktadır.

* * *
...Alisa

Alisa Zinov'yevna Rosenbaum, 1905'de Rusya'da Saint Petersburg'da dünyaya geldi. Rus Ekim devriminde henüz 12 yaşındaydı. Kimyacı babasının eczanesi Bolşevikler tarafından gasb edildikten sonra ailesi ile birlikte Kırım'a kaçtı. Petrograt Üniversitesi'nde felsefe ve tarih okudu. 1925'de de Amerika'ya göç etti.

Amerika'da Ayn Rand takma adı ile yazarlığa başladı. Felsefesi ve kitapları bireycilik, rasyonel bencillik (çıkarcılık) ve kapitalizm mefhumlarını vurgular.

Rand'a göre:
Bireylerin kendilerini başkaları için feda etmeden ve aynısını başkalarından beklemeden kendi amaçları için yaşamaya hakları vardır.

Devletin özgür bir toplumda, yasal ama minimal bir role sahip olması gerekir. Bu bağlamda devlet, ülke ekonomisinde asgari bir rol üstlenmelidir.

Hayatın Kaynağı (The Fountainhead) ve Atlas Silkindi (Atlas Shrugged), Türkçe'ye çevirilen kitaplarından birkaç tanesidir.

...Alan

Macar asıllı Alan Greenspan, 1926 yılında New York City'de doğdu. 1977 yılında New York Üniversitesi'nden doktorasını alan Greenspan, Amerika'nın en önde gelen ekonomistlerindendir.

1950'lerde Ayn Rand ile tanşıtı ve Rand ile bir çalışma grubu oluşturdu.

Merkez Bankası başkanlığına ilk olarak 1987'de o dönemin Amerika devlet başkanı Ronald Reagan tarafından atanmıştır. Emekli olduğu 31 Ocak 2006 tarihine kadar da dört yıllık dönemlerle 20 sene boyunca aralıksız bir şekilde, bu göreve devam etti.

Greenspan emekli olduktan sonra yazdığı "Türbülans Çağı" kitabında, Rand'ın kendi dünya görüşünü nasıl etkilediğini ve bir ekonomist olarak Rand'ın felsefesini benimsediğinden söz ediyor.

...Brooksley

Brooksley Born, 1940 yılında Kalifornia'da dünyaya geldi, 1964'de Standford Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. 1996'da başkan Clinton tarafından Ticaret Komisyonu'nun (Commodity Future Trading Comission) başkanlığına atandı ve bu göreve 3 yıl devam etti.

Ticaret komisyonunun esas amaçlarından birtanesi finans piyasasına devlet denetimini sağlamaktır.

Born 1998'de "Türev" denilen oldukça komplike bir finans işlemine denetimi sağlayarak, bu piyasaya şeffaflik getirme niyetindeydi.

* * *

Yıllarını Rand'ın felesefesini ve devletin ekonomi üzerindeki kontrölünü en aza indirgemesini savunmakla geçiren Greenspan, Wall Street lobisini de arkasına alarak Born'a karşı çıktı ve sonunda da Senatoyu, Born planını rafa kaldırmaya ikna etti.

Alan Greenspan 10 yıl sonra, Amerika son 70 yılın en şiddetli ekonomik durgunluğunu yaşadığında, bunalımın nedenlerini araştırmakla görevli kongre komitesinin karşısına kelli felli bir bürokrattan ziyade, çaresiz, pimpirikli, bunği andıran biri olarak çıktı.

Acının tortusunun çöktüğü yorgun gözler ile şu sözleri sarf etti: "40 senelik dünya görüşüm, ideolojim hataymış. Hayatım boyunca inandığım ‘kendi çıkarcılık ilkesi’ ekonomiyi korumaya yetmedi".

Bu bunalımdan yıllar önce Hintli yazar Arundhati Roy gelecekten haber getirircesine şunları demişti:

“Sovyetler Birliği şeytani bir güç olduğu için değil çok fazla güç çok az sayıda insanın elinde olduğu için çöktü, Amerikan Kapitalizmi de çok fazla güç çok az sayıda para odağı ve sermaye kuruluşunun elinde olduğu için çökecektir...başka bir dünya olanaklıdır...başka bir düzen yoldadır...hatta sessiz sakin bir günde o yeni düzenin nefes alışlarını duyabilirim"

Akşam üzeri güneşin giderken unuttuğu bir tutam ışığın yardımıyla, karanlığa hala direnen Seattle'den saygılar.

Hamoon Daghigh
Aralık-2009

Sunum: Amerika Günlüğü

Rengarenk ve Siyah'ın artık misafir bir yazarı var. Ben sadece, Amerika Seattle'da yaşadığını ve yazılarını blogda paylaşmaktan mutlu olduğumu söyleyeceğim. Umuyorum, kendisi bir ara, "hakkımda" kısmı için bir kaç satır yazacaktır. Yazılarının tamamı "Amerika Günlüğü" başlığı altında toplanacaktır.

8 Aralık 2010 Çarşamba

"Rahatı Kaçan Ağaç"

“İnsan, sevdiği birini tükenmiş görmek istemez. Onda, her zaman, yeni şeyler bulmak, o ana kadar keşfedilmemiş cepheler keşfetmek ister. Ben de, çok sevdiğim Melih Cevdet’de son günlerde böyle yeni taraflar bulup sevindim. Onun aşağı yukarı bütün şiirlerini yazıldıkları günden beri bilir, o günden beri seve seve okurum. Ama buna rağmen, o şiirlerin benim için meçhul kalmış tarafları varmış. Bunu “Rahatı Kaçan Ağaç” adlı kitabı okuduktan, yani bütün şiirlerini bir kere daha toplu halde gördükten sonra anladım. Melih Cevdet’in en çok üstünde durduğu temalardan biri de meğer saadetmiş. Bir aralık Oktay Rifat’la birlikte “Saadet Şiirleri” yazmışlardı. Bir başka şiiri de


“Ben güzel günlerin şairiyim, 
Saadetten alıyorum ilhamımı.”

diye başlıyordu. Son şiirlerinde bu temayı, “saadet” kelimesini kullanmadan işliyor. Bu arada kendine göre, bir de gerçeğe ermiş. Kendime göre demiyor da kendine göre diyorum. Korkuyorum çünkü olur da yanılırım. Ama ne yalan söyleyeyim, ben de onun gibi düşünüyorum. Melih Cevdet, bütün ıstırapların cemiyet hayatından geldiğine inanıyor.

Geçim kaygıları olmasaydı, insanların birbirleriyle olan münasebetleri ve bununla birlikte, takım cemiyet müesseseleri olmasaydı insanlar ızdırabı tanımazlardı. O müesseselerden biri dildir. Dil, saadeti bilmeyen milyonlarca insana saadet kelimesini öğretmiştir. Bu kelimeyi öğrenen insan, onu bilmeyene nazaran biraz daha bedbaht, biraz daha muzdariptir. Larochefoucauld da buna benzer bir söz söylemiş: “Öyle insanlar vardır ki, aşktan bahsedildiğini duymasalardı âşık olmazlardı.” Bir başka kitapta da şöyle bir şey okumuştum:

“Saadet ya paradadır, yahutta onun para da olduğunu bilmemekte. Saadet parada mıdır değil midir, bir şey diyemem. Ama her halde saadet onun nerede olduğunu bilmemektedir.”

Melih Cevdet “Rahatı kaçan Ağaç” adlı şiirinde mesut bir ağaçtan bahseder. O ağaç mesuttur; çünkü saadet kelimesini bilmiyor. Sadece tabiat içinde yaşıyor. Tabiatsa güzeldir, sevilir, tabiat içinde ancak mesut olunur. Hâlbuki, insanlar içinde yaşayan, insanlardan gönül çekmeyi, dert çekmeyi öğrenen insan kolay kolay mesut olamaz. Ağacı, kuşu, karıncayı kıskanır. Melih Cevdet de aynı kıskançlığı duyuyor. “Rahatı Kaçan Ağaç” adlı şiirini şöyle bitirmiş:

“Ona bir kitap vereceğim 
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin”

Tezgâh” adlı şiirinde de dünya halini, dünyaya yaşamak için gelmiş olanın halini, ne olduğunu bilmediği saadeti arayan adamın halini anlatıyor. Bu adamın perişanlığından toprağın haberi yoktur, o, sadece güzeldir. Ama biz, o kadar saadet peşindeyizdir ki onun güzelliğinin farkına varmayız. Melih Cevdet de şöyle diyor:

“Bu saadet uğruna açmışız aramızı
Bu ağaçtan, bu yıldızdan, bu kuştan.”

En sonunda da savunmaya çalışıyor, saadet, maadet, falan filan bir tarafa, bizim işimiz başka. Şiir şöyle bitiyor:

“Biz bir kumaş dokuyoruz,
Güle ağlaya;
Ne mesuduz, ne bedbahtız;
Başka, bambaşka.”

Kimi zaman saadetin erişilmez bir şey olduğuna inanmak istiyor. “Ağacın Yukarı Yaprakları” adlı şiiri bu duygunun ifadesidir. Şiirin tamamı şu:

“Uzanılmaz;
Kuşlara ve güneşe mahsustur.
Hiç birimizin haberi olmasın
Yukardaki yapraklardan.”

Melih Cevdet bazı şiirlerinde de ölümden bahseder. Ama o şiirler de yıllar boyunca saadet peşinde koşmuş, dünyayı sevmiş, hayvanlarla bitkileri kıskanmış bir şairin şiirleri. Onlardan bir tanesini size de sunmak isterim.



ÖLÜ
O şimdi yalnızdır;
Anasız, babasız,
Şapkasız, elbisesiz,
Her şeyi arkada bıraktı.
Ne konuşacak arkadaşı,
Ne okuyacak kitabı var.
Yalnız,
Yapayalnız.




*Soldan sağa: Orhan Veli (1), Oktay Rifat (3), Melih Cevdet Anday (4)

Mezarlık şiirinde bu hissi daha açık bir halde buluyoruz. Şair, ölümü hayata benzeterek, ölmüş insanın da, sağlar gibi, dünyadan zevk alacağını düşünerek teselli buluyor:

“Yalnız yaşayanlar için midir mezarlık,
Toprak üstündeki her bitki?
Yerin dibine doğru büyüyenler de var;
Hep yaşayanlar için mi?
Belki de ağaçlardan yukarıya doğru
Uzayan bir şey vardır mezarlardan.
Sonsuz hürriyete benzer bir şey,
Öyle sessiz, öyle kocaman.
Bir bu tesellisi kaldı mezarlığın;
Yoksa ölünün hali yaman.”

Melih Cevdet’in şiirlerini toplu bir halde görmediniz. Görün, onu daha iyi tanıyacaksınız. Hakkında layık olduğu kadar iyi şeyler düşünmüyorsanız her halde fikrinizi değiştirirsiniz. Bilhassa Yalan, Senden Utanıyorum, Rüya adlı şiirlerini pek beğeneceksiniz sanıyorum.”

Orhan Veli KANIK

Bu metnin ilk yayınlanışı : Ülkü dergisi, sayı:122, 1946
Metnin alındığı kitap: Orhan Veli, Nesir Yazıları, Varlık Yayınları, 1953

Görseller: Google image 9/12/2010

6 Aralık 2010 Pazartesi

Miguel Hernandez (3)

Miguel Hernandez'in "Vals de los Enamorados y Unidos hasta Siempre" / " Aşıkların ve Sonsuza kadar Birleşenlerin Dansı" şiirinden...

[12]

El sol, la rosa y el niño
flores de un día nacieron.
Los de cada día son
soles, flores, niños nuevos.

Mañana no seré yo:
otro será el verdadero.
Y no seré más allá
de quien quiera su recuerdo.

Flor de un día es lo más grande
al pie de lo más pequeño.
Flor de la luz el relámpago,
y flor del instante el tiempo.

Entre las flores te fuiste.
Entre las flores me quedo.
Miguel Hernandez

 
[12]
Güneş, gül ve oğlan çocuğu
Doğan günün çiçekleri
Her gün için yeni güneşler
Yeni çiçekler, yeni çocuklar.

Yarın ben olmayacağım
Başka bir ben olacak gerçekte.
Ve birinin anılarında olmamı istediğinin
Daha ötesinde olmayacağım

Günün çiçeği en büyüktür
Daha küçük çiçeklerin ayaklarının dibinde.
Işık çiçeği şimşek
Ve an çiçeği zaman

Çiçeklerin arasında sen gittin.
Çiçeklerin arasında ben kaldım.
Çeviri : Nilhan Coşkun

Görseller İspanyol, El Pais gazetesinden.

3 Aralık 2010 Cuma

Şiir: "Güzel Irmak", İlhan Berk / Müzik:"Love", Nate King Cole

Güzel Irmak

"Küçüğüm bu senin sesin güzel ırmak

Önce rüzgârın öptüğü sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayakbileklerin
Soluğun kokun karnın gölgeli gözlerin
Bu böyle çözülü göğsün enine boyuna dudakların
Sabahlara kadar ki büyük gözlerin böyle
Bu dal gibiliğin saçların kırmızı ağzın
Bu üstünde onca seviştiğimiz yatak sonra
Sonra bu benim anı artığı eski yüzüm
Tüylerin tay boynun küçücük çocuk ellerin
Böyle yukarıdan aşağı gidiyorum seni
Karışıyor korkunç ellerimiz ayaklarımız”
                   İlhan Berk

Şiirle birlikte dinlenmesi önerilen müzik : Nate King Cole'den "LOVE" http://fizy.com/#s/125wvr

2 Aralık 2010 Perşembe

bisküvi arası lokum

“Çoğu kez kulakların belli bir öykü için olgunlaşması uzun yılların geçmesini gerektirir. Ama insanlar –anamız, babamız, genel olarak sevdiğimiz ve korktuğumuz her şey- biz onları iyice anlamadan ölmek zorunda kalırlar.” Franz Kafka

İnsandaki beğenilme isteğinin varoluşunun bir parçası olduğu söylenir. Etrafımızı tanımaya gözlerimizle başladığımızdan mıdır bilmem, beğenimiz de görüntüyle başlar. Dünyaya gözlerimizi açar, göz göze gelir, ilk görüşte aşık oluruz. Beğenilme ve beğenme konusunda kadın erkek arasında kıyas yapan pek çok bilimsel yazı, ondan daha da çok gündelik yorum var. Sonsuza uzayabilecek böyle bir tartışmaya bir yazı daha eklemek değil istediğim, “iyi bir şey”i paylaşmak...

Yirmili yaşlarımın ortasında, hiç düşünmeden istediğim saatte ve istediğim kadar tatlı yiyebildiğim günler sona erdi. Tüm dünya “beğenilmek için kilo almamalısın” cümlesini tekrarlayıp dururken, gece yarısı canım çekti diye buzdolabındaki çikolatalı pastayı bitiremiyordum. Çünkü, kilo konusu, güzellik üstüne yazılan yazılarla ve reklamlarla, kafama bir daha çıkmamacasına yerleşmişti. Görünce hala kendimi tutamadığım, bir oturuşta onlarca yiyebildiğim fıstıklı çifte kavrulmuşlar değil ama bal rengi pudralı iri lokumlar, hayatımdan o dönemde çıkıp gitti.

Oysa çocukluğumun tadıydı lokum. Dedemlerin evi demekti, nenemin sedirin altına sakladığı ıvır zıvır poşetleri demekti, sevgi demekti. Bir de hayal meyal hatırladığım, sebebi doğum, ölüm, sünnet ne olursa olsun, okunan metnin ahengine kendini kaptırıp ağlayan bir iki kadının olduğu mevlitler demekti. Nenemin zamanı ve yaş grubu için mevlitler bir çeşit gündü. Evden çıkma bahanesi, hayırlı bir iş, onbeş yirmi kadının dualı lokumlu buluşması. Ara sıra bizim nenemlerde olduğumuz zamana denk gelir, beni de tutar elimden götürürdü.

İki bisküvi arasına sıkıştırılıp ezilmiş lokumların bisküvi ile karışan tadı... Lacivert üstüne küçük çiçek desenli, nerdeyse bileğine kadar uzanan elbisesi, içine mendil ve para sıkıştırdığı kemeri, elbisesinin üstüne giydiği yaprak yeşili el örgüsü yeleği ve kenarı mavi boncuk oyalı beyaz yazmasıyla, ufak tefek, kuru, esmer bir kadındı nenem. Lokumdan sonra dağıtılan, limon kolonyasının genzi yakan kokusu... Çocukluğum.

* Görsel 2/12/2010 Google İmage

1 Aralık 2010 Çarşamba

“Bazı Sesler” İkinci Katta

“Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz./ … / Delirdim, kafama elektrik verdiniz./…/Ben bütün bunların dışındayım.” *

Sevgili Okuyucular,
Blogum bugün itibariyle www.rengarenkvesiyah.com adresine taşınmıştır. Yazılarımı yeni adresten yayınlamaya devam edeceğim.
Yeni yerimizde görüşmek üzere



Var olan düzene uymak, kuralları kabul edip normal olmak, kafamızın içindeki sesleri duymamak/duymazdan gelmek/susturmak, böylece toplum dediğimiz kalabalığın içine kabul edilmek, üstümüze kilit vurulmadan dolaşabilmek. Ya kafamızın içindeki sesler susturmaya çalıştıkça artıyorsa? Ömür dediğimiz o bitip tükenmez zamanı aynı rutin ve dört duvar arasında, başkalarının seslerimizle uğraşmasına teslim olarak geçirmek; haplara, iğnelere ve hayattan uzaklaştırılmaya boyun eğmek… Karşı çıksak, seslerle, duvarların dışında bir hayatı sürdürmek mümkün değil mi gerçekten? Peki, sevdiğimiz biri, kardeşimiz mesela, kafasının içinde bu seslerle yaşamaya çalışıyorsa? Kuralları kabul etmiş biz, düzeni anlamayan, başka dünyalar kurmaya çalışan kardeşimiz… Nedir aile olmak? Peki, kafamızın içinde bazı sesler duyuyorsak aşık olamaz mıyız?

“Some Voices / Bazı Sesler”, 1967 doğumlu İngiliz oyun yazarı Joe Penhall’ın ilk uzun oyunuymuş. 1994’de ilk gösterimi Royal Court Theatre'da yapılan oyunla yazar John Whiting ödülünü de kazanmış.

Dün akşam, biz otuz kişi, “ikinci katta”, Ray, Pete, Laura, Ray’in akıl hastanesinden arkadaşı,Laura’nın sevgiyi şiddetle karıştıran sevgilisi buluştuk; onların kafalarından geçene, hayatlarında olup bitene bir karış uzaktan seyirci olduk; bunları ve daha fazlasını konuştuk, düşündük. Bazı sesler duyduk, “Bazı Sesleri” seyrettik.

Tiyatro 0.2’yi oluşturan herkesin, tiyatroya değer verdiği, yaptığı işi gerçekten sevdiği o kadar belli ki... Oyunla ilgili her küçük detay düşünülmüş, mesela biletler, sıradan bir kağıt değil, güzel bir kitap ayracı şeklinde. Tiyatroyu ve oyunları seven, genç, enerji dolu, amatör ruhlu profesyonel bir topluluk Tiyatro 0.2…

“Bazı Sesler” sahneleri kısa, dolayısıyla giriş çıkışı çok bir oyun. Ama biten sahnenin oyuncularının sağdaki kapıdan çıkarken, başlayacak sahnenin oyuncularının soldaki kapıdan girişi; seyircinin algısında bitiş ve başlangıçları bir ritme sokarak, izleme rahatlığı sağlıyor. Böylece, dekorun sadeliğinin, izleyici sandalyelerinin sahnenin içinde oluşunun da etkisiyle; dikkatiniz dağılmadan, oyunun içinde kalıyorsunuz.

Oyuncuları ve oyunculuklarını tanımlamak için doğru kelimeyi bulmakta zorlanıyorum. Doğal, yetenekli, bir ruh halinden diğerine dakikalar kadar kısa sürede geçebilen; sesleri, bakışları, beden dilleri ve mimikleriyle bütün; şiddet sahnelerinde gerçekten sert, canı yandı kesin dediğimde bile yüzünde rolü dışında, hissettiği fiziksel acıya ait bir işaret göremediğim; göze batan bir iğretilikle değil de, izleyene dikizleme hissi yaşatan doğallıkta öpüşen, soyunan, tokat atan, küfreden; elindeki gaz bidonu fırlayıp salonun camı kırılınca bile, sanki her gösterimde camın kırılması oyunun bir parçasıymış gibi akışı bozmayan; son sahnede pişirdikleri omleti afiyetle yediler sanırım diye düşündüğüm…Ray, Pete ve Ray’in arkadaşının sohbet ettikleri sahnenin, Ray ve Pete’in ikili olarak tüm sahnelerinin, Laura’nın boğulayazdığı sahnenin, bir süre daha kafamda bazı sesleri harekete geçireceklerini sanıyorum.

İkinci Kat, Beyoğlun’daki eski binalardan birinin ikinci katında, mütevazı bir mekan. Biletinizi, daire kapısının önündeki masadan alıp, oyunu iki daire arasındaki kısa boşluğa karşılıklı yerleştirilmis dört sandalyeden birine oturarak bekleyebilirsiniz. Ya da oyundan epey önce gelmişim, İstiklal’in kalabalığında dolaşasım da yok diyorsanız, Barcelona Pastanesi veya geçidin içindeki çayhane tam size göre.

Tiyatro 0.2’nin oyunlarından birini henüz izlemedinizse acele edin derim. Onları seveceksiniz, belki de oyunlarının müptelası olacaksınız. “Bazı Sesler” Aralık ayı boyunca devam ediyor. Ayrıca, 16 veya 23 Aralık’ta “Korku Tüneli”ni de izleyebiliriz hep birlikte, ne dersiniz?

Tiyatro 0.2 nerededir diyorsanız:
İstiklal Cad. Olivio Han Geçidi Sk. Olivio Han. No: 1/2, Galatasaray/Beyoğlu
Galatasaray’dan Tünel istikametine giderken Barcelona Pastanesi’nin olduğu sokakta, soldan ilk bina)

Ve oyunun künyesi :
Yazan: Joe Penhall
Yöneten: Sami Berat Marçalı
Yardımcı Yönetmen: Banu Çiçek Barutçugil
Çeviren : Özlem Karadağ
Oyuncular: Ushan Çakır (Ray), Tarkan Çeper (Ray’in arkadaşı), Ünal Yeter (Pete), Deniz Karaoğlu (Laura’nın sevgilisi), Gülce Oral (Laura)


*Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü (YKB Yayınları)