28 Ekim 2010 Perşembe

29. TUYAP Kitap Fuarı (2010)

Nerdeyse son beş yıldır, kitap fuarına gitmeyi bırakmıştım. Fuar alanı uzak, kalabalıkta bırakın kitap bakmayı yürümek bile mümkün değil, TUYAP’ın kafe ve dinlenme yerleri ise insanı rahatlatmak şöyle dursun dafa fazla yoruyor. Bunlar bir yana asıl sebep; tüketim çılgınlığına kapılıp, okuyacağımı sanarak aldığım torba torba kitabın, tüm bir yıl boyunca kitaplıkta öylece beklemesi...

Sonunda, elimde biriken kitapların bir kısmını seçip okudum, bir kısmı kaynak kitap olarak raflarda yerini aldı, geri kalanları ise başka kütüphanelere doğru yola çıktı. Böylece fuara gitmekten, fuardan kitap almaktan vazgeçmiş oldum.

Yıllardır aynı şekilde tekrar eden fuarda, nihayet iyi yönde bir değişiklik olmuş; Frankfurt kitap fuarındaki gibi ‘konuk ülke’ etkinlikleri başlatılmış. Bu yılın konuk ülkesi İspanya. İspanyol Kültür Bakanlığı ve Cervantes Enstitüsü fuar süresince gerçekleşecek, bir dizi kültürel etkinlik düzenlemiş. Flamenko dansçısı Manuel Reina ve Türk grup “Bato Tato”nun flamenko füzyon konseri, Fernando Espí ‘nin gitar konseri; çizgi roman yaratımında beş büyük Avrupa ülkesi olarak kabul gören Belçika, İspanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan seçilmiş çizgi roman kahramanlarının ziyaretçilerle buluşacağı “Avrupa Çizgi Romanı’nın Yüz Kahramanı” isimli sergi; İspanyol edebiyatçılar Juan J. Armas Marcelo, Ángeles Caso, Rafael Chirbes, Julio Llamazares, Luisgé Martín, Soledad Puértolas, Fernando Sánchéz Dragó ve Luis del Val ve İspanyolca ve Türkçe çevirmenler çevirmenler Rafael Carpintero, İnci Kut ve Ovidi Carbonell’in katılacağı söyleşiler...

Daha detaylı bilgi için, TUYAP sayfası : http://www.istanbulbookfair.com/

29. TUYAP Kitap Fuarı 30 Ekim – 2 Kasım
ETKİNLİK PROGRAMI

30 Ekim Cumartesi
13:00-14:00
Avrupa Çizgi Roman Kahramanları sergisi açılışı ve kokteyl (İspanya standında).
14:00-15:00 Söyleşi/Diyaloglar
İspanyol ve Türk yazarların Perspektifinden 21. Yüzyılı Yazmak
Yöneten:
Miguel Grajales Pedrosa
Konuşmacılar:
Soledad Puértolas
Julio Llamazares
İnci Aral
15:15-16:30 Panel
Yayıncılıkta Yeni Arayışlar ve Gelişmeler
Yöneten:
Onur Bilge Kula
Konuşmacılar:
Çetin Tüzüner
Alain Gründ
Rogelio Blanco
Münir Üstün
17:30-18:30 Açılış Konseri
Manuel Reina & Bato Tato (Flamenko Dinletisi)

31 Ekim Pazar
12:45-13:45 Söyleşi/Diyaloglar
Medya ve Edebiyat’ın Karşılıklı Etkileşimi
Yöneten:
Cem Erciyes
Konuşmacılar:
Juan J. Armas Marcelo
Fernando Sánchez Dragó
Yekta Kopan
15:30-16:30 Söyleşi/Diyaloglar
Gazetecilikten Yazı’ya
Yöneten:
Buket Aşçı
Konuşmacılar:
Ángeles Caso
Luis del Val
Ece Temelkuran

1 Kasım Pazartesi
13:00-13:30 Sunum
İspanyol Edebiyatı Çeviri Destek Fonları
Konuşmacı:
Rogelio Blanco
14:00-15:30 Panel
İspanyolca ve Edebiyat Çevirisi
Konuşmacılar:
Rafael Carpintero
Ovidi Carbonell
İnci Kut

2 Kasım Salı
13:15-14:15 Söyleşi/Diyaloglar
Yakın Tarih ve Edebi Yaratıcılık
Yöneten:
Adnan Özer
Konuşmacı:
Luisgé Martín
Rafael Chirbes
Oya Baydar
14:30-16:00 Kapanış Konseri
Fernando Espí (Klasik Gitar Dinletisi)

27 Ekim 2010 Çarşamba

Miguel Hernandez (2)

El cementerio está cerca

de donde tú y yo dormimos,
entre nopales azules;
pitas azules y niños
que gritan vívidamente
si un muerto nubla el camino.
De aquí al cementerio, todo
es azul, dorado, límpido.
Cuatro pasos, y los muertos.
Cuatro pasos, y los vivos.
Límpido, azul y dorado,
se hace allí remoto el hijo.








Mezarlık yakınındaydı
Senin ve benim uyuduğumuz yerin,
Mavi bulutlar arasında;
Mavi ıslığı rüzgarın ve yaşam dolu çığlıkları çocukların
Patikada bir ölü bulutlara yükselirken.
Burda, mezarlıkta, her şey
Mavi, altın rengi, temiz.
Dört patika ve ölüler.
Dört patika ve yaşayanlar.
Temiz, mavi ve altın rengi,
Orda uzakta oğlum
Çeviri: Nilhan Coşkun







Eylül ayında, Miguel Hernandez hakkında kısa bir yazı yazmıştım. 30 Ekim şairin doğum günüymüş ve bu sene doğumunun 100.yılı. Merak ediyorum, Franco’nun veliaht olarak bıraktığı Juan Carlos hala İspanya kralıyken, ailesinin 2010’da İspanya yüksek mahkemesine yaptığı suçsuzluk ve iade-i itibar talebi sonuçlanacak mı? El Pais ulusal kütüphanede, Miguel Hernandez’in el yazmalarının bulunduğu bir sergi açıldığının haberini vermiş.

Hem iki şiiri ile 100. yaşında bir kez daha analım, hem de serginin görsellerini paylaşalım istedim.






Una fotografía.
Un cartón inexpresivo,
envuelto por los meses
en los rincones íntimos.

Un agua de distancia
quiero beber: gozar
un fondo de fantasma.

Un cartón me conmueve.
Un cartón me acompaña.











Bir fotoğraf
Anlatılamayan bir karton
Ayların gizli köşelerinden
Dönüp gelen

Uzaklığın suyu
İçilmek istenen: zevkle
Hayalin derinliklerinde

Bir karton bana dokunan
Bir karton bana eslik eden
Çeviri: Nilhan Coşkun


26 Ekim 2010 Salı

Şiir:Baharı Bekleyen'e / Müzik:Patricia Barber


Baharı Bekleyen'e

ben kışın güzelliğini söylerim ne gelirse dilime
çünkü kış bir hazırlıktır soluğuma kıpkırmızı gülüme

nice kırmızı ayaklar gelip geçti o gün katar katar
kış günleri sözgelişi ben bir çöp bile almadım elime
...
artık su uyur aşk uyanır mendilim kana boyanır
bilirim bu baharda da herkes hasetlenir halime

ve ellerim batık bir suda akar gözlerim her şeye bakar
bahar bir gelsin yeter artık eksikse de bırak elleme
...
su. hiç kimse durmazsa her şey yürür, bu aşk demektir
her şey kullanılmazsa dirim bir ihanettir ölüme

sakiniz elimiz filan temiz baharı filan bekleriz
                                                                Turgut Uyar

 
Müzik : Patricia Barber
Kendi sitesinden : http://www.patriciabarber.com/av/index.html
Veya Fizy'den : http://fizy.com/#s/1nm1hq

25 Ekim 2010 Pazartesi

havadan sudan

Her şeyi akışına bıraktığımız günler vardır. Hayatla itişmekten vazgeçtiğimiz, akışın keyfini çıkardığımız, günle geleni memnuniyetle kabul ettiğimiz… Aslında dipten tepeye çıkmak için öyle büyük şeylere de gerek yoktur. Birkaç dakikalığına da olsa bulutun arkasından çıkan güneş, beklemediğiniz bir haber, kahvenin kokusu, aynadaki mızmız yüzümüz, battaniyenin altında kıvrılmış yatarken vücudumuza yayılan sıcaklık, günlerden Cuma, Cumartesi veya Pazar olması… İçimizdeki ‘ben’ bir anda fikrini değiştirir, sanki “Nasıl istiyorsan öyle olsun” der.


Unforgettable in every way
And forever more, that's how you'll stay
That's why, darling, it's incredible
That someone so unforgettable

Ben de cumanın gelişiyle, boğazımdaki ağrıyı, kafamda dolaştırıp dolaştırıp bir türlü nasıl olacağına karar veremediğim seyahatname serisini, ev, iş, aile dertlerini, derleyip topladım koydum bir kenara. Elde var hayat! Kendimce bir sofra kurup, etrafına arkadaşlarımı oturttum. Şarabın, makarnanın, kahvenin, müziğin keyfinde, güldük, konuştuk. Herkes gidip, bulaşıkları makineye yerleştirdikten sonra, şarabımı alıp balkona çıktım. Bu günlerde, akşam üstü saat altı gibi gökyüzüne baktığınızda gördüğünüz muhteşem ay, şimdi balkonumda batıyor. İyi geceler.

Unforgettable, that's what you are
Unforgettable though near or far
Like a song of love that clings to me
How the thought of you does things to me
Never before has someone been more


Pazar günü Cihangir’de bir sergi gezdim: “Çocukluktan Merkeze”. Sergi, TMK (terörle mücadele kanunu) ile küçük yaşta hapse atılan çocuklar ya da medyanın pek severek söylediği tabirle “Taş atan çocuklar” hakkındaydı. Aslında sergi davetini aldığımda, mekanın Cihangir olmasının da etkisiyle, sergiyi açanların Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları olduğunu düşünmüştüm. Sergiyi gezmeden on beş dakika önce öğrendim ki, sergiyi hazırlayanlar Özgür Açılım Platform / Özgürlük İçin Tevhid ve Adalet Platformu. Üstümde mini mor bir elbise, ayağımda mor çoraplar, gezeceğim sergide çoğunluk örtülü kadınlar ve ‘müslüman’ erkekler... Bu defa öteki ben olacaktım. Açılım Platformu, Bilgi Üniversitesi öğrencilerinin kurduğu bir fikir kulübüymüş, onların sözleri ile ‘müslümanlığı yaşayamayan kız ve erkek öğrenciler’den oluşmuş ilk başta, sonra başka okullardan müslümanlığı yaşayamayan kız ve erkek öğrenciler de katılmış ve klüpten platforma dönüşmüşler. Sergi fikri, Güneydoğuda olan bitene, Kürt etnisitesine, islami kesimin ‘islami olmayan, laik, ataist, aydın veya diğer’ kesim kadar duyarlı olmaması eleştirisinden ortaya çıkmış. Bu arada sergi mekanının sahibi –öğrenciler sergiyi üç dört başka mekanda daha açmak istemişler ama kabul edilmemiş- yaptığı konuşmada kendisini ateist ve marksist olarak tanımladı. Herkes için ortak nokta adalet ve vicdandı.

Sergi, fotoğraf açısından fakirdi, basında çıkan fotoğrafların sahipleri fotoğraflarını paylaşmayı pek istememişler. Çocuklardan gelen ‘görüldü’ kaşeli mektuplar vardı. Yerdeki kan lekeleri ve zinciri kelepçelerden salıncak etkileyiciydi.

Kendimi öteki hissetmedim, hissettirilmedim. Belki Cihangir’in havasından, belki öğrenci güleryüzlülüğünden, belki kimsenin birbirine kara bakışlar atmamasından, belki de kimsenin diğerini öteki görmemesinden... Sergiden çıkarken, bu kıyafetle Fatih’te, Eyyüp’te, bırak öteki hissetmeyi, dolaşamam bile diye düşündüm. Erkeklerin kadınlar üstünden yürüttükleri/yürütmeye çalıştıkları bu oyuna, yine, çok kızdım.

21 Ekim 2010 Perşembe

kıvrıl bir köşeye hadi, uyu…

“Sonbahar geldi. Ruh halimin, en dip ve en tepe noktalara yolculuk ettiği; anlık değişimlerin aklımı, duygularımı silkelediği, dengesizliğimin mevsimi, hoşgeldin!” diye karşılamışım sonbaharı, 17 Eylül’de yazdığım blog yazısında…

Dün akşam keyfim yerinde, enerjik, mutlu mesut girdim yatağa… Ve, hani yataktan kalkmak için merasimin bile kâr etmediği, telefonun uyandırma alarmının en az on kez ertelendiği, “Allah’ım bıraksınlar beni, ilkbahara kadar uyumak istiyorum” diye yalvarılan, kıvrılıp yatmak dışında herşeyin anlamsız geldiği, zorunluluklara ve sorumluluklara en kibarından, en tumturaklısına küfürler saydırılan sabahlardan birine uyandım. Aman, efendim, hoş geldiniz ruhun dip halleri sabahına! Umuyoruz bizim sizi özlediğimiz kadar siz de bizi özlemişsinizdir. Hayır mı? Ama kalbimizi kırıyorsunuz. Siz de biliyorsunuz ki kırık kalp ne sahibinin ne de başkasının işine yarar.

Uyu, uyu, uyu…

Güne yayılan, uyku ağırı sabahlardır bunlar... Kafamın dışında olup biten herşey aslında rüyada yaşanıyordur. Anlamsız sözler, uğultulu konuşmalar, bir türlü anlamına varılamadan okunan cümleler… Kendimi, pamuk prensesin üveyannesi çirkin cadı kadar suratsız hissederim, o yüzden az konuşur, az dinlerim. Yormayın kendinizi konuşmak için, biz ne güne duruyoruz? Siz ruhun dip halleri sabahının keyfini çıkartırken, elbette, seve seve konuşuruz sizin yerinize.

               kıvrıl bir köşeye hadi, uyu…

Sabah kahvaltısında, aç gözlülük etmeme karamı bozup, 3 dilim kızarmış ekmekle yarım simiti nutellaya bulaya bulaya yedim. Ve maalesef, rüyada yenen çikolatanın mutluluk vermediğini, rüyada içilen bardak bardak çayın da insanı uyandırmaya yetmediğini öğrendim. Efendim, her sabah zihni açık dolaşmaktan sıkılmadınız mı Allah aşkına? Bir sabahcık da rüyanın gerçeğine bıraksanız kendinizi. Rica ediyorum, ısrar ediyorum, aaa ama kızıyorum, içmeyin şu çayları boş yere.

               Vücudunda bir ağırlık,
                    göz kapaklarını kapat, uyu…

Öğle yemeğinin üstüne, kendime yeşil çay hazırladım. Fas’ın çayhanelerinde içtiğim gibi, bir kaç dal taze nane, bir dilim limon, bir küp şeker, bir tutam yeşil çay… Her yudumda mis gibi nane kokusu, limon aroması, Fas sokakları… Gördünüz ya böyle sabahların keyfi burda, rüyanın gerçeğinde mekan ve zaman sınırımız yok. Önünüzdeki adamı takip ediniz efendim. Evet, evet, bordo-deve tüyü rengi, dikine çizgili cellabesi olan… Telaşeye gerek yok, aynen onun gibi, aheste adımlarla takip ediniz.

Cellabeli adamın sırtı dönük,
elinde tuttuğu kandili sallıyor,
yavaş yavaş,
uyu,
uyu,
u-yu…

Az once, Barcelona’da tanıştığım Brezilyalı arkadaşımından, e-posta geldi. Kasımın sonunda, sevgilisiyle üç aylığına asyaya gideceğini haber veriyor. Uyumak istiyorum. Kendimi bağladığım bu sandalyeden, bilgisayardan, mesaiden kaçmak istiyorum. Efendim, balkabağı ve dört tane besili fare hazır, perinin gelmesini bekliyoruz. Aslında geçikmek gibi bir adeti yoktur ama … Beklerken biraz daha uyumak ister misiniz? Tamam, siz kıvrılın sandalyenize, ben üstünüzü örterim bu pelerinle. Siz bunları düşünmeyin, kesinlikle görünmez olacaksınız pelerinin altında. Nerde kaldı bu peri, fareler huysuzlanmaya başladılar. Yok, yok size demedim, siz bırakın kendinizi uykuya.

     Dört atlı peril pırıl bir araba,
                nereye istesem götürürmüş beni, öyle dedi peri.
                                Peri öyle dedi.
                                Peri uyu dedi.
                                           uyu,peri,uyu
                                Peri…

20 Ekim 2010 Çarşamba

'şey'ler, çağrışımlar

“Şey”lerin anılarımızı çağrıştırması güzeldir. Hele de benim gibi, yaşadığı kötü zamanları kolay unutan, iyi olanları da olduğundan daha iyi hatırlayan biriyseniz. İşte son günlerde anıları çağrıştıran şeyler...

* Bir arkadaşımla buluşup, üniversite günlerimizi andık. E, haliyle kulakları çınlatıldı eski sevgililerin. Üstünden geçmiş onca zaman, ayrılık sebebini bile unutmama az kalmış, nasıl romantizmle özlemle anılmaz ki gençlik aşklarım.

* Kasımpatıların mevsimi geldi, sokak köşelerinde kocaman kovaların içinde sarı, beyaz kasımpatılar.

* Kulağıma çalınan Nat King Cole şarkıları, hele de Unforgettable... Hala sakladığım, kapağı kalplerle, notalar ve çiçeklerle süslü Unforgettable kasetini bulmalı.

* Sitenin bahçesindeki çalı ağaç kırmızı minik toplarla dolmuş, hani yılbaşı süsü diye kullanılan kırmızı üzüm üzüm toplar...

* Ankara’yı dost kitapevini anmıştım ya geçenlerde, işte güzel arkadaşım dost kitapevinden, sevgili Edip Cansever’in şiir kitabını almış benim için, Gelmiş Bulundum. Hiç bir sebebe gerek yok, tek başına Edip Cansever şiirleri bile insanı karamsarlıkla romantizm arasındaki o özel alana götürür, üstelik o alanda olmaktan da keyif aldırır.

* Son damla ise dün akşam izlediğim Mad Man de damladı. Artık taşmaya hazırım.

Gündelik telaşeler içinde, yorgun, karamsar yaşayıp gitmek yerine, gündelik telaşalere rağmen kendini iyicil duygulara bırakmak... Biliyorum, çoğunlukla zor oluyor, ama hazır dolmuşken, taşmadan edemem ki. Öyleyse, sarı kasımpatılar, şarap, beyaz kasımpatılar, makarna, unforgettable, aşklar, peynir, mum ışığı, anılar, masa, hayaller, dostlar, kahkaha...

Erkekler her ne kadar dalga geçse de, biz kadınlar biliriz ki romantizm güzeldir. Kasları gevşetir, yüze bir gülümseme kondurur, bizi masal dünyasının prensesi yapar, içimizi sevgiyle doldurur ki bu da hayatı güzelleştirir. O zaman, ister sevgilimize, ister arkadaşlarımıza, ister sadece kendimize romantik bir akşam hediye etsek fena mı olur? Hiç olmadı, kendimize bir buket sarı, beyaz kasımpatı alsak...


“Öyle ki
Gözlerin maviyse de pembeyse de bakarsın bana
Kalır aklımda
Çünkü o
Ekim günleriyle aralıksız boyanan
Bir ırmağın durgun sesidir
İyi ya, ekimdir işte, kasıma ne kalmıştır şurada
Yani bir çay ocağının başında
Bir adam şekerlere çocukluğunu sevdirir”
Edip Cansever, İçimdeki Sessiz Parlaklık

19 Ekim 2010 Salı

ama sizin adınız ne?

Bir şey bize yakınsa iyi, uzaksa göz ardı edilebilir, karşıysa kötü müdür? Biz kendimizi yanımızdaki veya karşımızdakine göre mi tanımlarız, peki doğru mu yaparız? Bütün bu görece tanımlardan arınıp, ben kimim, neyi sever, neye tahammül edemem diye düşünür müyüz? Düşünürsek, neden kendimizi, içimize bakarak tanımak/tanıtmak dururken, başkalarına göre hizalar, yerleştiririz? Sahi biz kimiz?

“Bütün ağaçlarla uyumuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız


Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız”Turgut Uyar


Kendimi nasıl tanımlarım? Cinsiyetimle mi, milliyetimle mi, mesleğimle mi, aile soyumla mı, okulumla mı, hayatımdaki kişilerin sıfatlarıyla mı, nedir tanımlamanın başındaki? Peki sadece “insan”ım desem... Çok mu ağır gelir sadece insanım demek? Bana hep kişi kendini ilk hangi sıfatla tanımlarsa karşısındakini de ona göre bir sınıfa koyar, kimilerini yakınsar, kimilerini uzaksarmış gibi gelir. Türksem, karşımdakinin İngiliz, Alman, Ermeni, İranlı, Kürt, Çinli olması; müslümansam, Yahudi, Hıristiyan, ateist olması; kadınsam, erkek, biseksüel, transeksüel olması; zenginsem, fakir olması, ODTU’lüysem, Boğaziçili, Galatasaraylı, Ege Üniversiteli olması arama mesafe koyar. Yalın kat sadece insanım diye tanımlayabilirsem, o zaman karşımdaki, insan oluşuyla yakın olmaz mı bana?

Doğuştan sahip olduğum kimlik tanımlarının, karşımdakinin doğuştan sahip olduğu kimlik tanımlarından daha üstün olduğuna kim, nasıl karar veriyor? Bir siyasi görüşü savunmak, benimsemek, kendine yakın bulmak, o siyasi görüş içinde de insanları sınıflara ayırır mı? Parti tutmak, takım tutmak gibi bir şey midir?

Bir süredir yine bu sorular dolanıp duruyor kafamda. İnsanların nasıl bu kadar keskin olabildiklerini anlayamıyorum. İnsanların klişeleri, sembolleri, sloganları nasıl bu kadar sahiplendiklerini; canlılar içinde sadece insana verildiği söylen dil ve akıl yeteneğini nasıl görmezden gelip kendilerini sürüye dahil ettiklerini anlamıyorum. Bir insanın diğer insanı, sadece sahip olduğu aidiyetlerinden dolayı kötü bellemesini...

Aynı topluluğa ait olanlar “bizimkiler” olur, yazgılarına arka çıkmak istenir, ama onlara karşı da zalimce davranmaktan kaçınılmaz;”ılımlı” görülürse kınanır, yıldırılır, “hain” ya da “döneklikle” suçlanır. Ötekilere gelince karşı kıyıdakilere gelince, kendimizi asla onların yerine koymaya çalışmayız, şu ya da bu sorunla ilgili olarak tamamen haksız olamayacaklarını kendimize sormaya hiç gelemeyiz, onların şikayetleri, çektikleri acılar, kurbanı oldukları haksızlıklar karşısında yumuşamaktan kaçınırız. Sadece, çoğu zaman, topluluğun en militan, en laf ebesi, en aşırı kesiminin bakış açısı olan “bizimkiler”in bakış açısı önemlidir” Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler