Gökyüzünü, maviyi, martıları ve yıldızları seyretmeyi sevenlerden misiniz; ya da sabah yüzünü bile yıkamadan, ilk iş camı açıp hava nasıl diye bakanlardan? Nerdeyse gökyüzünden ne gelse kabulum diyenlerden... Yağmuru, karı, güneşi, gün batımının turuncusarısını, gün doğumunun siyahtan lacivertmaviye dönüşünü, yağmur öncesinin koyu grisini, karın buzmavisini, ayın batmadan önceki kocaman halini sevenlerden... Hani içi sıkılsa, karnı ağrısa, aşık olsa, işler ters gitse, keyfi yerindeyse, ağlasa, sarhoş olsa gökyüzüne bakmak isteyenlerden... İlla ki sırtını toprağa verip, gökyüzüyle muhabbet edenlerden... O zaman, hadi, ne yapıyorsak bırakalım, göğe bakalım, hepimiz. Dünyanın hangi şehrindeysen, durma kendini hatırlat, durma göğe bakalım.
Göğe Bakma Durağı
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Turgut Uyar
7 Eylül 2010 Salı
6 Eylül 2010 Pazartesi
‘yazmak’ üstüne

İlk yazılardan şimdiye, blogda en temelde değişen, izleyicilerin olması. Kayıtlı iki izleyicinin yanı sıra, bloğa eklediğim sayaçtan gelen bilgiye göre her gün bloğu on, onbeş kişi ‘tık’lıyor. Bu kişilerden bir kısmı, daha önce de siteye giriş yapmışlar, sanırım sürekli takipciler.
Newton fiziğinde olayın oluş şekli ve sonucu izleyiciden bağımsızdır. Kuantum fiziğinde ise izleyici sadece varlığı ile sonucu değiştirebilir. Mesela, ışık tanecikleri gözlemcili ve gözlemcisiz ortamlarda farklı davranırlar. Fark ettim ki yazma eyleminde de tıpkı kuantum fiziğinde olduğu gibi, yazan kişi okuyandan bağımsız olduğunu söylese/düşünse de, sadece okuyucunun var olduğunu bilmesi bile yazısını etkiler. En azından çömez bir yazıcı olarak bende durum böyle.
Yayınlanıp yayınlanmayacağını henüz yazarken bilmeden bir kitaba başlamak, bir taraftan konu bulmak, kurgulamak, kendine has bir dil oluşturmak; öte taraftan da okuyucunun beğenisini düşünmek ya da düşünmemeye çalışmak…İnsan yazdığı şeyi sadece kendisi için yazıyorsa ne ala. Canı nasıl yazmak isterse, hangi konu üstüne laflamak isterse öyle yazar. Ama eğer, yazdığı ile bir şekilde beslenmek istiyorsa, burda hem parasal hem de duygusal beslenmeden bahsedebiliriz, işte o zaman yazmak ızdıraplı bir iş olabilir. Sanırım o yüzden yazma konusunda en şanslı olanlar Rilke’nin ‘Genç Bir Şaire Mektuplar’ında söylediği gibi, yazmadan yaşayamayanlar olsa gerek. Sadece kendileri için, yazmasalar ne yapacaklarını, hayata nasıl katlanacaklarını bilemedikleri için yazanlar, varlıkları yazmaktan geçenler…Onun dışında kalanın, yazmayı iş edinmek isteyenin, her gün oturup yazarak çalışarak bu işe alışkanlık kazanması, zor zanaat vesselam.
Sanırım, yazarken kendi sesini duyabilmenin en kolay yolu da, yazma edimi boyunca okuyanın sesine kulakları tıkamaktır.
......
Genç Bir Şaire Mektuplar, Rainer Maria Rilke
“Mademki bir öğüt için başvurdunuz bana, size bu tür girişimlerden tümüyle el çekmenizi salık vereceğim. Gözlerinizi dışarı çevirmişsiniz; ama işte en başta vazgeçmeniz gereken şey. Kimse akıl veremez, yardım elini uzatamaz size, hiç kimse. Tek çıkar yol, gözlerinizi kendi üzerinize çevirmenizdir. Size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız. Yüreğinizin ta en dip köşesinde kök salıp salmadığını araştırınız bu nedenin. Yazmanız diyelim yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize. Özellikle şunu yapın: Gecelerinizin en kuytu saatinde kendinize şu soruyu yöneltin : İlle de yazmam gerekiyor mu? Deşin içinizi, diplere inin, derinlerden bir yanıt ele geçirmeye çalışın. Ve bu yanıt onaylayıcı nitelik taşıyorsa, sorduğunuz sorunun karşısına, “Evet, yazmam gerekiyor” gibi güçlü ve yalın bir yanıtla çıkabiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa göre kurun yaşamınızı.”
3 Eylül 2010 Cuma
The Grand Design, Stephen Hawking & Leonard Mlodinow
Zamanın Kısa Tarihi’nin yazarı Cambridge’li teorik fizikçi Stephen Hawking, Kelt’li fizikçi Leonard Mlodinow ile birlikte yeni bir kitap yazmış. Kitap 9 Eylül 2010 da İngilteredeki kitapçıların raflarda yerini alacakmış. Umarım tez zamanda türkçeye de çevrilir ve üstüne düşünüp tartışabiliriz. İnternette kitapçıları dolaşıp, kitap hakkında taraflı, tarafsız ve karşıt fikirlerin olduğu gazete makalelerini söyle bir göz gezdirince anlıyorum ki, sadece bilim insanları değil hepimiz epey tartışacağız bu kitabı. “Tanrı var mıdır?” sorusu, Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi kitabında da sorduğu sorulardan biridir. O zaman kendi sorularına verdiği cevaplarla ilerlediği düşünce sistematiğinde vardığı nokta: Tanrı kavramı ile evrenin yaradılışının birbirinin karşıtı olmadığıydı. Bu kitapta fizikçiler, doğa kuralları nelerdir, bu kuralların istisnaları var mıdır (mesela mucize dediğimiş şeyler için) ve olası sadece bir dizi kural mı vardır sorularını sormuş. Ve mesela yerçekimi gibi bir doğa kuralı ile evrenin kendini yoktan varedebileceğine dolayısıyla evrenin yaratılışı için Tanrı’ya ihtiyaç olmadığı düşüncesine ulaşmışlar.
Dünyanın evrenin merkezi değil de güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğunun söylendiği, bilimle dinin karşı karşıya geldiği 1600’lerden günümüze bilim epey ilerledi. On, onbir boyut, çoklu evren, paralel evren, madde/anti madde, karadelik, süper karadelik, kara madde, kara enerji, yay teorisi, M-teorisi, alternatif geçmiş, alternatif gelecek, atomaltı parçacıklar... henüz lise ders kitaplarımıza giremese de sohbetlerimize çoktan dahil oldu. Aya Yolculuk’u anlatan Jules verne’in hayali gerçek oldu, başka gezegenlere de insansız uzay araçları gönderdik, evrende başka bir dünya kurup oraya göç etme planları yapar olduk.
Peki bilim kendi yolunda ilerlerken, toplumda insan/insan ve insan/Tanrı ilişkisinde neler değişti? İrrasyonel düşünce ile rasyonel düşünce arasındaki denge değişti mi hayatımızda? Bilmek/öğrenmek/düşünmek, yanlış olanı düzeltmek, eksik kalanı tamamlamak, gördüğümüz dünyayı genişletmek için sahip olduğumuz muhteşem bir güç. Bu gücümün ne kadar farkındayım? Çekeceğim acıyı göze alıp seçtiğim bilgi ile kendimi ne kadar dönüştürebildim/iyorum
Tüm bu olan bitenin üstünde, ötesinde, içimizdeki kötülüklerden hiç birine sahip olmayan, merhametli, koruyan, bilginin kaynağı ve istediğimizde sığınabileceğimiz bir yer; makroda evrende ve mikroda hücrelerimde/ atomlarımda/atomaltı parçalarımda doğa kurallarının kurduğu denge... Biri diğerinin gerçekten karşıtı mı?
Dünyanın evrenin merkezi değil de güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğunun söylendiği, bilimle dinin karşı karşıya geldiği 1600’lerden günümüze bilim epey ilerledi. On, onbir boyut, çoklu evren, paralel evren, madde/anti madde, karadelik, süper karadelik, kara madde, kara enerji, yay teorisi, M-teorisi, alternatif geçmiş, alternatif gelecek, atomaltı parçacıklar... henüz lise ders kitaplarımıza giremese de sohbetlerimize çoktan dahil oldu. Aya Yolculuk’u anlatan Jules verne’in hayali gerçek oldu, başka gezegenlere de insansız uzay araçları gönderdik, evrende başka bir dünya kurup oraya göç etme planları yapar olduk.
Peki bilim kendi yolunda ilerlerken, toplumda insan/insan ve insan/Tanrı ilişkisinde neler değişti? İrrasyonel düşünce ile rasyonel düşünce arasındaki denge değişti mi hayatımızda? Bilmek/öğrenmek/düşünmek, yanlış olanı düzeltmek, eksik kalanı tamamlamak, gördüğümüz dünyayı genişletmek için sahip olduğumuz muhteşem bir güç. Bu gücümün ne kadar farkındayım? Çekeceğim acıyı göze alıp seçtiğim bilgi ile kendimi ne kadar dönüştürebildim/iyorum
Tüm bu olan bitenin üstünde, ötesinde, içimizdeki kötülüklerden hiç birine sahip olmayan, merhametli, koruyan, bilginin kaynağı ve istediğimizde sığınabileceğimiz bir yer; makroda evrende ve mikroda hücrelerimde/ atomlarımda/atomaltı parçalarımda doğa kurallarının kurduğu denge... Biri diğerinin gerçekten karşıtı mı?
2 Eylül 2010 Perşembe
Öykü (1. mektup)
Kendiliğinden başlayan bu mektup, belki bir öykü olacak, belki de... şimdilik bilmiyorum. Kendi yolunda gidecektir, varacağı yeri ben de merak ediyorum. Öncesi var mı? Ondan da henüz emin değilim. O yüzden şimdilik, öykü başlığı ile sayfa numaraları vererek devam edeceğim.
2 Eylül 2010
Canım A'ya,
Kenarı, gümüş rengi yapraklar ve parlak beyaz çiçeklerle ince ince süslenmiş, porselen kahve fincanında türk kahvesi. Tam sevdiğim gibi şekerli, bol köpüklü, kıvamında. Bilgisayarın karşısında, farkına varmadan içmek istemiyorum. Yorgunum. Mevsim yazdan sonbahara dönüyor ya, geceleri bir türlü uyku tutmuyor. Yazıyorum, okuyorum, yağmur yağıyorsa bahçeye çıkıp iyice üşüyene kadar oturuyorum, bir şey yapmadan durup geceyi dinliyorum, ta ki enerjim tükenip, gözkapaklarım kendiliğinden düşmeye başlayıncaya kadar. Öyle olunca da sabahları yorgun uyanıyor, işe uykunun devamındaymış gibi başlıyorum. Neyse, şimdi kahvemi alıp camın önündeki berjere oturdum. Bir taraftan ne içtiğimin farkına vararak kahvenin keyfini çıkartırken, bir taraftan da sana yazıyorum.
Geçen hafta postaya verdiğin mektup, dün sabah elime ulaştı. Artık nerdeyse kimsenin mektup göndermediğini düşününce, bir haftalık süre bana fazla geldi. Neyse, gereksiz ayrıntı. “Kendini bir tozlu caddenin etrafında dönen o kasabamsı yere hapsettin” diyorsun. Yine, kaçıncı defa bilmem, başa döndük, yanlış anlamıyorsam. Acaba ikimizin durup baktığı yer farklı olduğundan mı, bir türlü bu konuda yazdıklarım sana ulaşmıyor, mektuplarda bu satırlar silik mi çıkıyor allah aşkına? Bu defa yazdığımın üstünden kalemle bir daha bir daha gidiyorum, kağıt iyice ezilsin, yazı silikleşse bile harflarin izlerinden yazıyı okuyabil diye. Yorulmuştum, ordaki hayatımdan, telaşelerimden, gerçekten çok yorulmuştum. Dinlenmeye, biraz aheste adımlarla yürümeye ihtiyacım vardı. Hem sırf ihtiyaçtan değil, mecburiyetten buraya geldiğimi de biliyorsun. Yazdıklarımı okuduğunu, hiç değilse bu kısma bir daha dönmeyeceğimizi söyleyinceye kadar, konuyu kapatıyorum.
Büyük şehir alışkanlığıyla, evi giriş katta tutunca tedirgin olmuştum. Ama şimdi bakınca, iyi etmişim diyorum. Dün sabah ofisimi, dipteki küçük karanlık odadan, ön taraftaki büyücek odaya taşıdım. Kapıdan girince sağdaki camsız duvara kitaplığı; kapının karşısındaki, yola bakan camın önüne çalışma masasını; kitaplığın karşısındaki duvara, apartmanın girişine bakan camın önüne de çiçekli berjeri koydum. Böylece tüm gün hem tek tük de olsa sokaktan geçenleri, hem de apartman ahalisini görebiliyorum camdan. Küçük şehir insanları seni bayar, biliyorum. Bahçeye giren çıkan kediyi köpeği de unutmamalı. Kapının olduğu taraf boş, yere de bir şey sermedim. Bütün ufak tefek eşyaların, biblocukların, fotoğrafların, ıvır zıvırın, kutu kutu sende kalmasını kabul ettiğin için, bir kez daha minnettarım sana, gözüm gönlüm hala kalabalığa dayanamıyor.
Yine yağmur başladı.
Sevgiyle kucaklıyorum seni.
T.
1 Eylül 2010 Çarşamba
İspanyol Edebiyatıyla Buluşma
* Winston Manrique Sabogal‘ın 28/08/2010 tarihinde El Pais kitap ekinde yayınlanan aynı adlı yazısından
Yazıda, İspanya’da yeni kitapları sonbahar döneminde çıkacak yazarlara şu iki soru sorulmuş :
1- Yeni kitabınızda neden bu konuyu seçtiniz?
2- Bu konuda yazmak için ilham ne zaman ve nasıl geldi?
Soruya cevap veren 19 yazar arasından, daha önce okuduğum, dolayısıyla yeni kitaplarını merak ettiğim iki yazarı seçtim.
Hamiş (1) : Serbest çevirileri İspanyolcam yettiği kadarıyla ben yaptım.
*Çizim Paco Roca
Manuel Rivas
Kitabın İspanyolca ismi: ‘Todo es silencio’, İngilizceye “All is silence” diye çevirebiliriz, Türkçeye ise “Sessizlik” olarak, belki..
“Ağız konuşmak için değildir. Susmak içindir.” ‘Sessizlik’ kitabım bu cümle ile başlıyor. Tütün ve viski kaçakçılığının yaygın olduğu 1960ların sonunda geçen konunun, kahramanı genç adamın ağzından çıkar bu sözler. Bu söz bir şekilde, romanın da emriyosudur/özüdür aslında. Bir gangster çırağının bilmeden, incilden bir ilahiden esinlenmesi. Bana uzun süre, hem de takıntılı bir şekilde, eşlik eden bir metin bu: ağzı var ve konuşmuyor (buraya bizdeki ‘ağzı var dili yok’ deyimi çok güzel uyuyor); gözleri var ve görmüyor; kulakları var ve duymuyor...Bu paradoks hissi daha önceki kitaplarımda da vardı, mesela ‘Los libros arden mal’ /‘Kötü Yakan Kitaplar’ ama orda daha doğrudan bir şekildeydi [2006 da bu isimle yayınlanan kitap, 2010 da İngilizce olarak “Books Burn Badly” olarak yayınlandı. Henüz Türkçe baskısı yok]. Güç ve kötülük/ahlaksızlık/bozulma, dil ve suç arasındaki göbek bağı üstüne yazmak istedim. Bir bilgi notu : tüm diğer kitaplarım gibi, bu da Galiçya dilinde yazıldı, yani orjinal ismi ‘ Todo é silencio’. Kitabın başlığının esin kaynağı Rosalia de Castro’nun bir şiiri : ‘Todo e silencio mudo... (herşey sessiz ve dilsiz)' . Hem Galiçya’da hem İspanya’da Ekim’de kitapçılarda görebilirsiniz. İspanyolcaya çevirisini Dolores Torres Paris ile birlikte yaptık.
Mario Vargas Llosa
Yazarın tam ismi, Jorge Mario Pedro Vargas Llosa. 1936 Peru doğumlu.
Kitabın İspanyolca ismi :’El sueño del celta’, İngilizceye ‘The dream of Celtic’ diye çevirebiliriz, Türkçeye ise “Kelt Rüyası” olarak, belki..
Bu karakteri ne zaman buldum hatırlamıyorum, belki Joseph Condrad’ın biyografisini okurken. İlk başlarda, Amazonda, Peru Amazonunda bulunduğu için ben de bir merak uyandırdı. Onun hakkında malzeme/bilgi toplamaya başladım. Sadece iki üç makale bulabildim. Takip etmeye devam ettiğimde tuzağa düşmüştüm bile. Böyle kişiler vardır, sizi kurtulamayacağınız şekilde yakalarlar. Kolonializmin ne olduğunu net bir şekilde bilen ve onun tuzaklarını haber veren ilk Avrupalılardan biri. Yaşadığı zamanın önünde, birbirinden uzak ve birbirine zıt yüzleri olan bir adam. (Romana ilham veren kişi Roger Casement) Ömrünün yirmi yılını Belçika Kongo’da geçiren ve Leopold II’nin Afrika’da yaptığı zalimlikleri duyuran Britanya Konsolosu. Aynı zamanda Peru’da plastik işleme fabrikasının Amazonda yaptıklarına da karşı çıktı. 1916’da İngiltere karşıtı İrlandalı milliyetçiler tarafından asılarak öldürüldü.
Hamiş (2) : Roger Casement, 1864 de protestan bir baba ve katolik bir annenin çocuğu olarak Dublin yakınlarında doğmuş. 1916 yılında 52 yaşında Irlandalı milliyetçiler tarafından asılarak öldürülmüş.
Tüm yazarları bilmek ve orjinal metni okumak isterseniz : http://www.elpais.com/articulo/portada/Cita/literaria/espanol/elpepuculbab/20100828elpbabpor_3/Tes
31 Ağustos 2010 Salı
edebiyat ve edebiyat dergileri
Masallar, öyküler, şiirler, romanlar olmasaydı, sadece kendi küçük dünyamı bilir, orda kalırdım. Sadece kalsam yine iyi, bir de kendi küçük dünyamı herşeyin merkezi, biricik gerçek sanır, buna inanırdım. Elbette gazeteler, televizyonlar şehrimin dışında, uzak diyarlarda da hayatlar olduğunu söyler gösterirdi bana. Fakat, kim anlatır ki küçük kara balığın hikayesini gazetede? Uykudan önce Adile Naşit’in anlattığı masallarla biraz genişleyen ufkum, illaki gelir devlet televizyonunun ve aklımızı, ahlakımızı koruyan düşüncelerimizi düzene sokan RTÜK’ün duvarlarına dayanırdı. Masallar olmasa çocukluğum, kupkuru, ıpıssız bir yer olurdu. Görünür görünmez her şeyin, herkesin konuştuğu, eğlenceli, ürkütücü, rengarenk masal dünyasından usulca öykülerin/şiirlerin/romanların uçsuz bucaksız dünyasına geçtim. Meğer, Kaf dağının arkasında başı sonu bilinmez bir diyar varmış, bu diyarda ben diyeyim bir milyar sen de on milyar insancık başka başka hallerde yaşar, çeşit çeşit dilde konuşurmuş. Bu diyarda olan bitenin, öncesi sonrası diye bir sırası da yokmuş, herkes gelir başından geçeni uzunkalemlere anlatır, uzunkalemlerde dinlediğini aklında evirir çevirir kağıtlara yazarmış. Uzunkalemlerin bu diyardaki görevi, olanın biteni dört bir köşeye bildirmek, öncesiz sonrasız bu yerde unutulmamasını sağlamakmış.
İşte bu diyarda, öncedesonradabirzamanda yaşayan bana, yaşadığım yerin köşesiz bucaksız dipsiz olduğunu, karşıma çıkan insanların başından türlü haller geçtiğini, öfkelenmeden, git başımdan nerde yaşarsan yaşa demeden, sen kötüsün iyisin varsın yoksun diye dizilere bölmeden, ezcümle karşımdakinin ölçüsünü kendime bakıp ölçmeden, bana anlatacakları öyküleri dinlemeyi bu uzunkalemlerden öğrendim. Bir de uzunkalemlerin soluklandıkları, buluşup, yazdıklarını birbirlerine okuttukları yerler varmış. Bilmem uzunkalemler ne diyor ama, biz bu yerlerin kağıt üstünde olanına Edebiyat Dergisi diyoruz.
Sadece yazarın,şairin, eleştirmenin değil, bence aynı zamanda okurun da soluklandığı yerler edebiyat dergileri. Her ay düzenli olarak aynı dergiyi almasam da içlerinden birini almayı ihmal etmemeye çalışıyorum. Edebiyat dergileri üstüne başka bir yazı yazacağım, daha sonra. O yüzden bu yazı hem giriş olsun gelecek yazıya, hem de bir kapanışı, bir yeni başlangıcı, bir de geç tanışmayı paylaşmış olayım.
Kapanış haberi sevdiğim bir edebiyat dergisinden, Virgül’den. Editör, giriş yazısında kapanışı böyle duyurmuş.
“Okumakta olduğunuz, Virgül’ün son sayısı. Ekim 1997’den beri, 12 yılı aşkın bir süredir aralıksız yayımlanmakta olan dergimiz tahmin edilebilecek ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları yüzünden yayın hayatını sona erdiriyor. – Aslında Virgül için çok uzun zamandır ciddileşmiş sorunlar bunlar; bir yıl önce derginin periyodunu iki aya çıkararak geçici bir çözüm denemiştik... Editörden köşesi de en son bir yıl önce, periyot değişikliğinin duyurusu için kullanılmıştı. Bir de derginin kapandığı söylentilerinin asılsız olduğunu belirtmek için. Bu kez kulağımıza bir şey gelmedi, ama söylentiler doğru: Kapanıyoruz.” http://www.virguldergisi.com/
Yeni başlangıç, üç aylık edebiyat dergisi “Roman Kahramanları” için. Hoş geldiler uzunkalemlerin soluklanma mekanına. Dilerim, uzun soluklu olurlar, yazılmış ve yazılacak roman kişileri üstüne söyleşmeye devam ederler.http://www.romankahramanlari.com/ilet.aspx
Geç tanışma ise iki aylık edebiyat dergisi “Sözcükler” için. 2007 den beri yayınlanıyormuş ancak 27.sayıda karşılaştık. Kesinlikle doyuran bir dergi, eğer şimdiye kadar okumadınızsa mutlaka okumalısınız derim.http://www.sozcuklerdergisi.com/
“...
aldırışsızlık da bir çeşit rahatlamaymış
sonunda.
Şimdi gene bir sürgündesin kendinden,
uyandığın yer uyuduğundan başka.”
Cevat Çapan-Kaldığımız Yerden / 27. sayının ilk şiirininden bir bölüm
İşte bu diyarda, öncedesonradabirzamanda yaşayan bana, yaşadığım yerin köşesiz bucaksız dipsiz olduğunu, karşıma çıkan insanların başından türlü haller geçtiğini, öfkelenmeden, git başımdan nerde yaşarsan yaşa demeden, sen kötüsün iyisin varsın yoksun diye dizilere bölmeden, ezcümle karşımdakinin ölçüsünü kendime bakıp ölçmeden, bana anlatacakları öyküleri dinlemeyi bu uzunkalemlerden öğrendim. Bir de uzunkalemlerin soluklandıkları, buluşup, yazdıklarını birbirlerine okuttukları yerler varmış. Bilmem uzunkalemler ne diyor ama, biz bu yerlerin kağıt üstünde olanına Edebiyat Dergisi diyoruz.
Sadece yazarın,şairin, eleştirmenin değil, bence aynı zamanda okurun da soluklandığı yerler edebiyat dergileri. Her ay düzenli olarak aynı dergiyi almasam da içlerinden birini almayı ihmal etmemeye çalışıyorum. Edebiyat dergileri üstüne başka bir yazı yazacağım, daha sonra. O yüzden bu yazı hem giriş olsun gelecek yazıya, hem de bir kapanışı, bir yeni başlangıcı, bir de geç tanışmayı paylaşmış olayım.
Kapanış haberi sevdiğim bir edebiyat dergisinden, Virgül’den. Editör, giriş yazısında kapanışı böyle duyurmuş.
“Okumakta olduğunuz, Virgül’ün son sayısı. Ekim 1997’den beri, 12 yılı aşkın bir süredir aralıksız yayımlanmakta olan dergimiz tahmin edilebilecek ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları yüzünden yayın hayatını sona erdiriyor. – Aslında Virgül için çok uzun zamandır ciddileşmiş sorunlar bunlar; bir yıl önce derginin periyodunu iki aya çıkararak geçici bir çözüm denemiştik... Editörden köşesi de en son bir yıl önce, periyot değişikliğinin duyurusu için kullanılmıştı. Bir de derginin kapandığı söylentilerinin asılsız olduğunu belirtmek için. Bu kez kulağımıza bir şey gelmedi, ama söylentiler doğru: Kapanıyoruz.” http://www.virguldergisi.com/
Yeni başlangıç, üç aylık edebiyat dergisi “Roman Kahramanları” için. Hoş geldiler uzunkalemlerin soluklanma mekanına. Dilerim, uzun soluklu olurlar, yazılmış ve yazılacak roman kişileri üstüne söyleşmeye devam ederler.http://www.romankahramanlari.com/ilet.aspx
Geç tanışma ise iki aylık edebiyat dergisi “Sözcükler” için. 2007 den beri yayınlanıyormuş ancak 27.sayıda karşılaştık. Kesinlikle doyuran bir dergi, eğer şimdiye kadar okumadınızsa mutlaka okumalısınız derim.http://www.sozcuklerdergisi.com/
“...
aldırışsızlık da bir çeşit rahatlamaymış
sonunda.
Şimdi gene bir sürgündesin kendinden,
uyandığın yer uyuduğundan başka.”
Cevat Çapan-Kaldığımız Yerden / 27. sayının ilk şiirininden bir bölüm
27 Ağustos 2010 Cuma
insandan insana
“Zamana zamanla bakmak ne idi ki
Baktım
Tarlayı tarlayla ölçtüm
Meyvayı meyvayla ölçtüm
Denizi denizle ölçtüm
Göğü gökle ölçtüm
Oysa, üstümüzdeki kat kat derileri, çeşit çeşit maskeleri çıkardığımızda ne kadar da aynıyız, ne kadar sade, ne kadar eksiğiz. Annemizin karnından çıktığımız ilk günden beri, karnımız acıkınca doymak, üşüyünce ısınmak, yorgunsak uyumak isteriz; saçlarımız okşansın, oyunumuz bozulmasın, ruhumuz ezilmesin isteriz. Bunca aynılığın için de, eksikliğimizdeki aynılıktır bizi ayıran. Bazen farkına bile varmadan ömrün bittiği, bazen farkına varılsa da neyle/nasıl tamamlanacağı bilinemeyen eksikliğimiz.
Çoğumuzun işimizle, politik görüşümüzle, dinimizle, eğitimimizle, dış görünüşümüzle, çocuğumuzla, hobimizle, ülkemizle, ailemizle, sahip olduklarımızla, yani kendimiz sandığımız şeylerle tamamlamaya çalıştığımız eksikliğimiz.
Acaba ruhumuzda bir gedikle doğduğumuz bilgisini aktarsak nesilden nesile, zamanla o gediği görmeyi öğrenir miyiz? Bu bilgi insanı kötücül duygulardan iyicil duygulara doğru evriltir mi? Yoksa düzen böyle kurulmuş, gerisi ütopya, öldürme Habil ve Kabil’den beri var, Adem’i de cennetten attıran Havva’nın açgözlülüğü mü diyorsunuz?
Ben demiyorum.
Zaten insanı insanla ölçtüm ki
Buruk bir tat mı duydum
Ve duydum
Her şey ki bir yorumdu, sonuç değildi
Sonuç ki zaten yoktu”
Edip Cansever
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)