4 Ekim 2010 Pazartesi

bir yıl daha

“Çığlık atsam beni kim duyardı ki melek
mertebelerinden? peki ya ansızın kalbe kabul etse beni
içlerinden biri: yok olurdum şüphesiz
kudretli var oluşunda. Çünkü güzellik, dehşetin
ancak katlanabildiğimiz başlangıcından başka şey değil
ve bizi mahvetmeye tenezzül etmediği için sakince,
hayranız ona böyle.”*



Yaşıyorum ve dönüşüyorum. Kendim, dokunduğum şeyler, baktığım yön, ruhuma vuran ışıkta aydınlanan yerlerim, etrafımdaki insanlar ve dünya… Gündelik değişimleri görecek kadar algım yüksek değil. Ancak, geçmişte ve şimdide, yaşadığım benzer şeylere verdiğim tepkilerden, ya da başıma gelen olaylardan etkilenişimden anlıyorum değiştiğimi. Bir de doğum günlerimden… Yirmili yaşların ortasına kadar, doğum günlerim, kutlanması gereken, unutulunca sitem edilen, o güne özel süprizler beklenen, kutsal bir gündü; yirmilerin ikinci yarısındaysa, hadi ‘hayat senden büyük numarayı yapmanı bekliyorum, söyle şu sihirli sözleri ve açılsın kapı’ diyordum her doğum günümde. Sihirli sözlerin, içimde saklı olduğunu farkettiğimde, çoktan otuzlar gelmişti. Artık, neyi nasıl yapmak istiyorsam yapıyordum, zamanın değeri artmış, etrafımdaki dostlar kıymetlenmişti. Şimdilerde –otuzların sonu- yeni bir döneme girdim, gündelik seslerin ve gelecek hayallerinin en olmadık yerine hastalık ve ölüm sözleri yerleşmeye başladı. Düşüncede hazır olduğumu sandığım, ama karşıma çıkınca hiç de hazır olmadığımı –belki de asla hazır olunamıyordur, bilemiyorum- anladığım bir dönem... Karanlık, gözlerim henüz kör bu duyguya, el yordamıyla tanımaya çalışıyorum. Sürekli sendeliyorum, düşüp kalkmaktan dizlerim ve dirseklerim yara bere içinde, korkudan acısını hissedemediğim yaralar bunlar. Ölümle, ailemde ölümle karşılaşmak, sanki durduğum yeri salladı. Bu yıl yeni yaşıma uçsuz bucaksız bir hiçlik duygusuyla girdim. Hiçliğin, aklımda ve kalbimde yarattığı çekilme hissi canımı çok acıttı. Doğum günümde, durup durup ağladım. Bir sese, bir soruya, bir görüntüye, vara yoğa ağladım. Hiçliğin içinde tutunduğum tek şey ‘sevgi’ydi yine. Hayatı anlamlandırmasa da, dayanılır kılan, acıyı geçiremese de hafifleten, sevgi.

Hayatımda sevgiyi var eden her dosta, her canlıya ve her varlığa minnetle başlıyorum yeni yaşıma.

“Daha bereketli olması gerekmez mi en nihayet
bu en kadim acıların? Vakti değil mi artık, severek
sevdiğimizden kendimizi serbest kılmanın ve titreyerek dayanmanın:
okun kirişe dayandığı, fırlayışta toplanıp
kendisinden fazlası olduğu gibi? Kalmak, hiçbir yerde çünkü.”*

* Duino Ağıtları, Rilke

2 yorum:

  1. ölüm aslında yaşamın kendi içinde bir gerçeklik değil mi? döngünün bir parçası sadece. belki bir sonraki evre bu gerçekliğe teslim oluştur ne dersin?

    büyük anneannem yıllar önce bizimle her ayrılışında vedalaşırdı, "bir daha görüşemeyiz her halde" diye... gülümserdik her dafasında; ama acıtırdı...

    artık görüşemiyoruz...

    YanıtlaSil
  2. yaşamın içinde olduğu söylenen ve benim de öyle sandığım bu gerçekliği, sanırım bu aralar yeniden bir yere yerleştirmeye çalışıyorum.

    ya da yarattığı hiçlik duygusunu ne yapacağımı anlamaya çalışıyorum.

    evir çevir bir hal...

    YanıtlaSil