5 Ocak 2011 Çarşamba

Yalnız Yaşayanın El Kitabı (öykü)

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..


Ellerini birbirine sürterken mırıldandı “Soğuk iyidir. Zihni açar, rehaveti azaltır.” Hastayım deyip iş yerinden çıktığından beri bu üçüncü gündü. İki gündür, nerdeyse yataktan hiç çıkmamıştı. Yalnız yaşıyordu, evde yemek pişiren, derin dondurucuda kış için bezelye, domates saklayan tiplerden değildi. O yüzden hastaysa, ya aç kalır, ya da aynı yemeği günlerce yerdi. İşten eve geldiği o akşamda, hasta olduğu diğer zamanlardaki gibi, ‘yalnız yaşayanın el kitabı / hastalık bölümü’nün yönlendirmelerini takip ederek, kendine üç gün yetecek kadar sebzeli pizza sipariş etti. On tane sebzeli pizzayı getiren çocuk, evden parti sesleri gelmediğini görünce afalladı. Cılız denemese de, şişman da denemeyecek bu kadın on pizza yiyecek değildi ya. Yoksa yer miydi? Bilemedi.

“Soğuk iyidir. Zihni açar, rehaveti azaltır.”
                                                                “Soğuk uyandırır.”
                            “Soğuk, soğuk...”

Pizza yemekten gına gelmişti. Hala ateşi vardı. Sehpanın üstündeki suya uzandı, ilaçlarını içti. “Terleye terleye deri değiştirdim sanki. Yıkanmalı, işyerini arayıp, bugün, hatta yarın ve öbür gün de, evden çıkmayacağını söylemeli.” “Doktora gittin mi? E, tamam gelme, dinlen bakalım. Bir şey olursa ararız, telefonunu açık tut. Bilgisayardan e-maillerine ara sıra da olsa bakamaz mısın? İyi, iyi öyle olsun. Dikkat et de gelecek haftaya uzamasın.” İki gündür yediği tüm pizzaları kusası geldi. “Banyo, evet banyo yapıp açılmalı, siktir et şimdi işyerini.” Beş on dakika öylece durup, tuvalet aynasındaki görüntüsüne, uyumaktan şişmiş suratına, terden iyice yağlanmış yapış yapış saçlarına, feri sönmüş gözlerine baktı. “Su iyi gelecek.” Banyodan, titreyerek çıktı, yorganın altına sokuldu, “Peki, şimdi n’olcak? Kimse itiraf edecek mi olan biten her şeyin yalan olduğunu? Hayır, etmeyecek tabi, biliyorum. Örümceğin ipinden örmüşler bu kozayı, yok edememiyorum. Yapış yapış! Böcek yakalayamadınız ama beni yakaladınız işte. Ahmak! Önüne bakarken azıcık da kafanı kaldırsaydın, sadece arada bir kaldırsaydın o kafanı, etrafına örülen kozayı görecektin. Şimdi ne olacak? Uyku, en iyisi uyku… Uykuda nerde olduğunun bir önemi kalmaz “ ateşten sayıklayarak uyudu.


Yanlız Yaşayanın El Kitabı
Bölüm : HASTALIK
Bölüm öncesi not : Bu bölümde yazılan her şey, yazanın kişisel tecrübeleri, gündelik alışkanlıkları ve önyargılarıyla oluşturulmuştur.

Biliyorum, bu notu her bölümün başında aynı şekilde görmek, okuyana gereksiz geliyor. Ama okuyanın ve yazanın birbirinden bağımsız şekilde bu kitabı ellerine aldıklarını bir kez daha hatırlayalım. Bu not, okuyan için değil yazan içindir. Yazanın, yazdığı şeylerin tamamen kendine özel olduğunu ve genel yargılara varmaması gerektiğini hatırlaması içindir.

*.* En rahat ettiğiniz tişörtün üstüne, sıcaklanırsa fazla enerji harcamadan çıkartmak için önü kolayca açılan kalın bir pijama giyin.

*.* Yatak odası yerine, salona, televizyonun karşısındaki kanepeye bir yatak hazırlayın.

*.* Elinizin uzanacağı mesafeye cep telefonlarını, uzaktan kumandaları, bir rulo kağıt havluyu, bir sürahi su ve ilaç dolabında bulduğunuz bir kaç ilacı koyun. Rahat uyumak için telefon alarmlarını kapamayı ve arayanı duymamak için telefonları sessizleştirmeyi unutmayın.

*.* Çorba yapmaya malzeme, istek veya enerjiniz yoksa, buzdolabının yanında dizili paket servis magnetlerini tarayıp, uzun dayanacak, soğuk yenecek bir şeyler şipariş edin. Hasta yataktan kalkıp siparişi getiren çocuğun karşısına çıkmak istemiyorsanız, tek defada iki günlük yemeği sipariş etmeyi unutmayın.

*.* Evin en az bir penceresini, yazsa veya sogukla aranız iyiyse bir kaç penceresini açın. Besleyici yemeklerle sımartılma sansı olmayan yalnızın, ihtiyacı olan enerjiyi temiz havanın oksijenden alması umulur.



4 Ocak 2011 Salı

havadan sudan

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..




“insana büyük armağan: hayat
bilgisi haz bilgisi görme bilgisi
ömrü ölüdoğa olmaktan çıkaran”*

Biliyorsunuz, Stephan Hawking’in “The Grand Design” (Herşeyin Teorisi) daha basılmadan tartışılmaya başlanmıştı. Çoğumuzun kafasını kurcalayan yaratılış ve evrenin varoluşu konusunu, Hawking, uzmanlık konusu olan fizik bilimini temel alarak tartışıyor. Yedi bölümden oluşan kitabın dili, ilgi duyan herkesin biraz kendini vererek okuyunca anlayacağı sadelikte. Bence, doğabilimleri okumamış kişilerin de, eğer lise fiziği konularını biraz hafıza zorlayarak hatırlarlarsa, keyif alacakları, evrene bakışlarının etkileyecek bir kitap “Herşeyin Teorisi”. İlk bir kaç bölümde Galile’den başlayarak günümüze doğru, evren bilgimizin fizik bilgimizle birlikte nasıl değiştiğini; sonraki bölümlerde ise daha çok “yüksek kabul gören ama henüz gözlemlerle kanıtlanmamış teoriler/modeller”in anlatılması ve Hawking’in kabul ettiği modellere göre evrene ve varoluşa bakışını okuyoruz.

Evrendeki tutarlılık ve uyumun içinde kafası ve hayatı karışık insanlar... Kötü ya da eğitici belki de komik ama kesinlikle şaka gibi. Bedenimizin de evrenin bir parçası olarak bu tutarlılık ve uyuma dahil olduğunu bilince; ortalığı karıştıranın kim olduğunu gerçekten merak ediyor insan? Ruh, akıl, duygu, düşünce, öz artık adına ne derseniz, o mudur ortalığı karıştırıp eğlenen; görüneni görmezden gelip, doğumdan ölüme, durdurak bilmeden soran sorgulayan; bulduğunu anlamayıp, havada, suda, oturduğu yerde, gözünün içinde, bir ömür aranıp duran; kendiyle de, hayatındaki her bir canlıyla da itişmesi, didişmesi, bitmeyen; evrende hapsolup kalmış, dönüp duran, gidip gidip gelen?

Camın kuru tarafında durmuş, bir taraftan yağmuru seyrediyorum –fizik kurallarına duyduğum hayranlıkla-, bir taraftan da “Gerçekten bu kadar zor mu herşeyi, sadece olduğu gibi görmek, karmaşadan sadeliğe doğru evrilmek?” diye düşünüyorum. Önümüzdeki evlerin kiremit çatılarına; yapraklarını tamamen dökmüş bir dut, üç erik ve üç katlı ev boyundaki iki çam ağacına; Haydarpaşa Garı’na ve ardında rengi gökyüzü gibi gri Marmara Denizi’ne ince ince yağmur yağıyor. Yandaki okulun bahçesinde onbeş dakikalık tenefüsün keyfini sürüyor öğrenciler. İlkokula giden kızlarla oğlanlar kimi birbirini çekiştirerek, kimi zigzag çizerek koşup duruyor; ortaokul yaşındaki kızlar ikişerli üçerli gruplar halinde kolkola yavaş adımlarla bahçenin kenarında turluyorlar, oğlanlarsa duvarın dibinde toplanmışlar, elleri ceplerinde etrafı seyredip konuşuyorlar. Hiçbiri yağmuru umursamıyor.

“dirimden öğrendiğin
bilmekle ürperdiğin
bin unutup bir söylediğindir”*

*“Haz ve Yazı”, Murathan Mungan
Görseller: 1- NASA Image Gallery http://www.nasa.gov/multimedia/imagegallery 2- Google Image

3 Ocak 2011 Pazartesi

Ateşçi - Franz Kafka

"Gençlik, Franz Kafka’yı büyülerdi. Ateşçi adlı öyküsü, şefkat ve sevgiyle doludur. Milena Jeneska’nın, edebiyat dergisi Kmen’de (Sap) çıkan Çekçe çevirisini konuşurken, bunu kendisine söyledim.

“Öyle çok günışığı ve coşkunluk var ki öykünüzde. Öyle çok sevgi var ki-hiç sözü edilmese de.”

“Öykünün kendisinde değil onlar, öykünün konusunda gençlikte” dedi Franz Kafka, ciddi. “Gençlik günışığıyla, sevgiyle doludur. Gençlik mutludur, çünkü onda güzelliği görme yetisi vardır. Bu yeti yitmeye görsün, başlar geçkin yaş, çöküntü, mutsuzluk.”

“Demek yaşlılık, her türlü mutluluk olanağını dışarıda bırakıyor?”

“Hayır, mutluluk, yaşlılığı dışarıda bırakıyor.” Gülümseyerek başını öne eğdi, kamburlaştırdığı omuzları arasında saklamak istiyordu sanki. “Güzelliği görme yetisini alıkoyan, hiçbir zaman yaşlanmaz.” *

*KAFKA İLE KONUŞMALAR,Gustav Janouch, Çeviri: A. Turan Oflazoğlu (İz yayıncılık)
Görsel : Kafka'nın üç evi, okulu, üniversitesi ve ofisi nin yer aldığı  1826-1834 arası Prag şehir modeli, kaynak http://www.thejewishmuseum.org/


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

“Ateşçi”, Kafka’nın 1913 yılında “Der Jüngste Tag” (En Yeni Gün) adlı yazı dizisinde yer alan ve Kurt Wolff yayınevince basılan bir hikayesidir.

Bu hikaye aynı zamanda “Amerika” (Mad Brod’un başlığıyla) adıyla basılan romanın da ilk bölümüdür. Kafka’nın notlarına göre “Amerika” adıyla yayınlanan romanın başlığı “Kayıp” (Der Verschollene) dir.


MERAK EDENLER İÇİN “ATEŞÇİ” DEN BİR BÖLÜM:

“Bir hizmetçi kız onu baştan çıkardığı ve ondan çocuk sahibi olduğu için fakir anne babası tarafından Amerika’ya gönderilen on altı yaşındaki Kari Rossmann, artık yavaşlamakta olan gemide NewYork Limanı’na girerken, çoktandır gözlediği özgürlük heykelini birdenbire sanki güçlenen güneş ışığında gördü. Kılıç taşıyan kolu sanki yeniden yükseliyor ve gövdesinin etrafında özgür rüzgârlar esiyordu.

“Ne kadar yüksek!” dedi kendi kendine ve gemiden ayrılmak aklının ucundan bile geçmezken, gittikçe kabararak yanından akan hamal seline kapılıp yavaş yavaş güvertenin parmaklığına kadar sürüklendi.

Yolculuk sırasında ayaküstü tanıştığı genç bir adam yanından geçerken, “Ee, inmeye niyetiniz yok mu?” dedi. “Ben hazırım ya,” dedi Karl ona bakıp gülerek ve taşkınlıkla, güçlü de bir delikanlı olduğundan, bavulunu omzuna kaldırdı Ama bastonunu hafifçe sallayarak diğerleriyle beraber uzaklaşmakta olan tanıdıklara baktığı sırada, şemsiyesini aşağıda geminin içinde unutmuş olduğunu telaşla fark etti. Halinden pek memnun görünmeyen tanıdıktan, azıcık bavulunun başında bekleme inceliğini göstermesini bir çırpıda rica etti, geriye dönerken yolu bulabilmek için etrafa şöyle bir göz gezdirdi ve aceleyle gitti. Aşağıda yolunu çok kısaltacak bir koridoru yazık ki iki kez kapalı buldu, herhalde bütün yolcuların gemiden indirilmesiyle bağlantılıydı bu durum. Uç uca eklenen merdivenlerden, sürekli kıvrılıp duran koridorlardan, terk edilmiş bir yazı masasının bulunduğu boş bir odadan geçerek zorlu bir arayışa girişti; en sonunda gerçekten, buradan yalnızca bir iki kere ve hep daha kalabalıkken geçmiş olduğu için, hepten yolunu kaybetti. Çaresizlik içinde, hiç kimseye rastlamadığından ve yalnızca ha bire binlerce insan ayağının sürtünmesi kulağına çarptığından ve uzaktan uzağa, hafif bir esinti gibi, artık durdurulan makinelerin son çalışmasını fark ettiğinden, etrafta dolandığı sırada karşısına çıkan ve önünde durup kaldığı rasgele bir küçük kapıya hiç düşünmeden vurmaya başladı.

“Kapı açık,” diye seslendi birisi içeriden ve Karl tam anlamıyla derin bir soluk alarak kapıyı açtı. “Niye öyle deli gibi vuruyorsunuz kapıya?” diye sordu iriyarı bir adam, Karl’a doğru düzgün bakmadan. Tepede bir yerdeki lombar deliğinden donuk, geminin yukarısında çoktan tüketilmiş bir ışık, içinde bir yatağın, bir dolabın, bir sandalyenin ve adamın dip dibe, yığılmış gibi durduğu acınacak haldeki kamaraya vuruyordu “Yolumu kaybettim,” dedi Karl, “Yolculuk sırasında hiç fark etmemiştim, ama acayip büyük bir gemiymiş.” “Evet, işte bunda haklısınız,” dedi adam hafif bir gururla ve küçük bir bavulun kilidini kurcalamaya devam etti, dilin deliğe girişini duymak için iki eliyle kilide bastırıp duruyordu “İçeri gelsenize.” dedi adam, “Dışarıda dikilmeyeceksiniz ya!” “Rahatsız etmeyeyim?” diye sordu Karl. “Ah, nasıl rahatsız edeceksiniz ki!” “Alman mısınız?” diye sorarak emin olmaya çalıştı Karl, özellikle İrlandalıların Amerika’ya yeni gelenler için tehlike oluşturduğunu çok duymuştu. “Öyleyim, öyleyim,” dedi adam. Karl hâlâ duraksıyordu. O sırada adam beklenmedik bir hareketle kapı kolunu tuttu ve hızla kapattığı kapıyla birlikte Karl’ı içeriye doğru çekti “Koridordan bana bakılmasından hoşlanmıyorum,” diyerek yeniden bavulunun başına döndü adam, “her önüne gelen buradan geçerken içeri bakarsa, işimiz var!” “Ama koridor bomboş,” dedi rahatsız biçimde karyola ayağına yapışmış duran Karl. “Evet, şimdi,” dedi adam. “Ben de şimdiyi kastediyorum zaten,” diye düşündü Karl, “bu adamla konuşmak zor” “Yatağa uzanın, orada daha çok yer var,” dedi adam. Karl elinden geldiğince yatağa tırmandı ve bu sırada sıçramak için yaptığı ilk başarısız denemeye yüksek sesle güldü. Tam yatağa çıkmıştı ki, bağırdı: “Aman Tanrım, bavulumu tamamen unuttum!” “Nerede ki?” “Yukarıda güvertede, bir tanıdık göz kulak oluyor. Adı neydi bakayım?” Annesinin yolculuk için ceketinin astarına diktiği gizli cepten bir kartvizit çıkardı. “Butterbaum, Franz Butterbaum.” “Bavul size çok mu gerekli?” “Elbette.” “Peki, öyleyse neden yabancı birine verdiniz?” “Şemsiyemi aşağıda unuttum ve almak için koşturdum, ama bavulu yanımda sürüklemek istemedim. Sonra da burada yolumu kaybettim.” “Yalnız mısınız? Size eşlik eden kimse yok mu?” “Evet, yalnızım.” “Belki de bu adamın yanından ayrılmamalıyım,” diye geçti Karl’ın aklından, “daha iyi bir dostu nerede bulurum.” “Şimdi bavulu da kaybettiniz. Şemsiyenin lafını bile etmiyorum.” Adam sandalyeye oturdu, Karl’ın durumu biraz olsun ilgisini çekmiş gibiydi. “Ama bavulun henüz kaybolmadığına inanıyorum.” “İnanmak mutluluk verir,” dedi adam ve koyu renkli, kısa, gür saçlı başını sertçe kaşıdı, “Gemideyken limanlarla birlikte âdetler de değişir. Hamburg’da sizin Butterbaum bavula belki göz kulak olurdu, buradaysa büyük olasılıkla ikisi de sırra kadem basmıştır.” “Ama o zaman hemen yukarıya bakmam gerek,” dedi Karl ve dışarı nasıl çıkabileceğini görmek için etrafına bakındı. “Kalın,” dedi adam ve bir eliyle onu göğsünden, düpedüz kaba bir hareketle, tekrar yatağa itti. “Nedenmiş o?” diye sordu Karl sinirli bir tavırla. “Çünkü anlamı yok,” dedi adam, “Birazdan ben de gideceğim, beraber çıkarız. Bavul ya çalınmıştır, ki o zaman yapacak bir şey olmaz, ya da adam onu bırakmıştır, o zaman da gemi tamamen boşalınca onu daha kolay buluruz. Şemsiyenizi de öyle.” “Geminin her yerini biliyor musunuz?” diye sordı; Karl boş gemide eşyaların daha kolay bulunacak, normalde inandırıcı gelse de, ona üstü kapalı bir tuzak gibi göründü. “Ben geminin ateşçisiyim,” dedi adam “Geminin ateşçisi ha!” diye bağırdı Karl sevinçle, bulun beklentilerinin üzerindeydi sanki bu. Dirseğine yaslanıp adamı daha yakından inceledi. “O Slovak’la birlikte odanın tam önüne bir lombar deliği bulunuyordu, içinden makine dairesi görülebiliyordu.” “Evet, orada çalıştım ben,” dedi ateşçi. “Teknik konulara her zaman ilgi duymuşumdur,” dedi belirli bir düşünce akışında kalan Karl, “ve Amerika’ya gelmek zorunda kalmasaydım, ileride mutlaka mühendis olurdum.” “Neden gelmek zorunda kaldın ki?” “Boş verin!” dedi Karl ve bütün hikâyeyi elinin tersiyle bir kenara itti. Bu sırada gülümseyerek ateşçiye baktı, itiraf etmediği için kendisine anlayış göstermesini rica ediyordu sanki. “Bir nedeni vardır,” dedi ateşçi, bu nedenin anlatılmasını mı istiyor, yoksa buna karşı mı çıkıyor, belli değildi. “Şimdi ben de ateşçi olabilirim,” dedi Karl, “Ne olacağım annemle babamın umurunda bile değil.” “Benim yerim boşalacak,” dedi ateşçi, kendinden emin bir tavırla ellerini pantolon ceplerine soktu ve kırışmış, köseleye dönmüş, demir grisi pantolonunun içindeki bacaklarını germek için yatağa uzattı. Karl biraz daha duvara yanaşmak zorunda kaldı. “Gemiden ayrılıyor musunuz?” “Evet, bugün çekip gidiyorum.” “Neden ki? Hoşunuza gitmedi mi?” “Evet, koşullar bu, insanın hoşuna gidip gitmemesi fark etmiyor. Ayrıca haklısınız, hoşuma da gitmiyor. Herhalde ateşçi olmayı ciddi ciddi düşünmüyorsunuz, ama tam da o zaman kolayca ateşçi olunur. Yani size kesinlikle önermiyorum. Madem Avrupa’dayken okumak istiyordunuz, burada neden islemiyorsunuz ki? Amerikan üniversiteleri Avrupa’dakilerden daha iyi, kıyas kabul etmez.” “Olabilir,” dedi Karl, “ama okuyacak param yok. Gerçi bir yerlerde gözüme çarpmıştı, gündüzleri bir dükkânda çalışıp geceleri okuyan bir doktor sanırım belediye başkanı olmuş, ama bu da büyük azim ister, değil mi? Korkarım, o bende yok. Ayrıca pek de iyi bir öğrenci sayılmazdım, okula veda etmek bana gerçekten zor gelmemişti. Hem buradaki okullar belki daha katıdır. İngilizcem hemen hemen hiç yok. Üstelik burada yabancılara karşı önyargılılar sanırım.” “Bunu da mı anladınız? Eh, iyi öyleyse. O zaman benim adamımsınız. Bakın, bir Alman gemisindeyiz, Hamburg Amerika hattında çalışıyor, neden burada hepimiz Alman değiliz? Neden baş makinist Rumen? Adı Schubal. İnanılır gibi değil. Ve bu rezil herif bir Alman gemisinde biz Almanların canını çıkarıyor! Sanmayın ki” nefesi kesildi, elini salladı”yakınmış olmak için yakınıyorum. Biliyorum, sizin elinizden bir şey gelmez, kendiniz de zavallı bir çocuksunuz. Ama bu kadarı da fazla!” Masaya birkaç kez yumruğunu indirdi, indirirken de yumruğundan gözünü ayırmadı. “Bir sürü gemide görev yaptım” arka arkaya yirmi adı tek bir sözcükmüş gibi sıraladı, Karl’ın kafası karmakarışık oldu “kendimi gösterdim, övgüler aldım, kaptanlarımın beğendiği bir işçiydim, hatta aynı ticaret gemisinde birkaç yıl kaldım” bu, yaşamının dönüm noktasıymışçasına ayağa kalktı “ve her şeyin inceden inceye hesaplanmış olduğu, şaka bile yapılmayan bu kutuda hiçbir işe yaramıyorum, hep Schubal’ in yoluna çıkıyorum, tembelin tekiyim, kovulmayı hak ediyorum, yevmiyemi lütufmuş gibi veriyorlar. Bunu anlıyor musunuz? Ben anlamıyorum.” “Size bunu yapmalarına izin veremezsiniz,” dedi Karl heyecanla. Bir geminin sallantılı zemininde, yabancı bir kıtanın sahilinde durduğunu neredeyse hissetmiyordu artık, burada ateşçinin yatağında o derece evinde gibiydi. “Kaptana çıktınız mı? Onun karşısında hakkınızı aradınız mı?” “Ah gidin, gidin artık. Sizi burada istemiyorum. Söylediğimi dinlemiyorsunuz ve bana nasihat veriyorsunuz. Kaptana nasıl çıkayım!” Bitkin düşen ateşçi tekrar oturdu ve yüzünü iki elinin arasına aldı.

“Ona daha iyi bir öneride bulunamam.” dedi Karl kendi kendine. Burada durup nasihatler, hem de aptalca olarak görülen nasihatler vereceğine, gidip bavulunu getirmenin daha iyi olacağını düşündü. Babası bavulu onun olsun diye verirken, şakayla karışık sormuştu: “Bakalım ne kadar tutacaksın elinde?” Ve şimdi bu sadık bavul belki de ciddi ciddi kaybolmuştu. Tek avuntusu, babasının sorup soruştursa da bavulun şimdiki durumunu öğrenemeyecek oluşuydu. Gemi acentesi onun New York’a kadar geldiğini söyleyebilirdi yalnızca. Ama Karl bavuldaki pek kullanılmamış eşyalara acıdı, örneğin gömleğini çoktan değiştirmiş olması gerekirdi. Demek ki yanlış yerde tutumluluk etmişti; şimdi, tam da kariyerinin başında temiz giysilerle ortaya çıkması gerekirken, pis gömlekle görünmek durumunda kalacaktı. Yoksa bavulun kaybolması o kadar da kötü sayılmazdı, çünkü üzerindeki takım elbise bavuldakinden daha bile iyiydi; bavuldakini aslında acil durumlar için almış, yola çıkmasından hemen önce annesi onu elden geçirmek zorunda kalmıştı. Şimdi hatırladığı kadarıyla, bavulda bir parça Verona salamı da vardı; annesi onu fazladan koymuş, kendisiyse yalnızca küçük bir parçasını yiyebilmişti, çünkü yolculuk boyunca iştahı kapanmış, ara güvertede dağıtılan çorba da haydi haydi yetmişti. Ama şimdi, ateşçiye ikram etmek için salamın elinin altında olmasını isterdi. Çünkü böyle insanları küçük bir şey vererek kazanmak kolaydı. Karl bunu babasından biliyordu; babası iş ilişkisi içinde olduğu, düşük mevkideki memurların hepsini puro dağıtarak kazanırdı. Şimdiyse Karl’ın hediye edebileceği bir tek parası kalmıştı; buna da, belki bavulu kaybetmiştir diye, şimdilik dokunmak istemiyordu. Kafası yeniden bavula takıldı; madem bavulun peşini bu kadar kolay bırakacaktı, neden yolculuk sırasında pürdikkat başında nöbet beklemiş, bu nöbet yüzünden neredeyse uykusunu feda etmişti, şimdi bunu gerçekten anlayamıyordu. İki yatak solunda yatan ufak tefek bir Slovak’tan, bavulunu gözüne kestirdi diye sürekli kuşkulandığı beş geceyi hatırladı. Bu Slovak, Karl’ın en sonunda yorgunluktan bir an içinin geçmesini tetikte beklemişti, ki böylece gün boyunca boyuna oynadığı ya da alıştırma yaptığı uzun çubukla bavulu kendine doğru çekebilsin. Gün içinde bu Slovak son derece masum görünüyordu, ama gece olunca zaman zaman döşeğinde doğruluyor ve Karl’ın bavuluna hüzünlü bir ifadeyle bakıyordu. Karl bunu gayet net görebiliyordu, çünkü göçmen olmanın verdiği huzursuzlukla gemi yönetimince yasaklanmasına karşın, küçük bir ışık yakıp göçmen bürolarının anlaşılmaz broşürlerini çözmeye çalışan birileri oluyordu hep. Yakında böyle bir ışık varsa Karl biraz uyuklayabiliyordu, ama ışık uzaktaysa ya da ortalık karanlıksa, gözlerini açık tutması gerekiyordu. Bu çaba onu iyice bitkin düşürmüştü, üstelik şimdi belki de tamamen boşa gitmişti. Şu Butterbaum yok mu, onu bir eline geçirebilseydi!” **

**Yukardaki "Ateşçi" öyküsüne ait bölüm, Franz Kafka'nın "Amerika" adıyla yayınlanan romanından alınmıştır (Can Yayınları, 2006)

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..



30 Aralık 2010 Perşembe

yeni yılda dilerim ki...





“Doğanın bana verdiği bu ödülden
Çıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan.”





Bu sabah nerdeyse uyanır uyanmaz okuduğum ilk şey, uzaklardaki bir dostumdan gelen şöyle bir iletiydi: “I have learned that in the end it is just you that has to carry your own cross. Friends, loved ones may be around maket he going a little sweet however but you battle life by yourself and the true test of a human being is how successful she/he was in walking tall while carrying the cross.What did you learn in 2010?”Evet, seçtiklerimiz ve vazgeçtiklerimizle, razı olduklarımız ve inatla tutunduklarımızla, hayatı yüklendiğimiz yolda özünde tek başınayız. Ama bu sürekli ve mutlak bir tek başınalıktan çok, seçtiğin yolun sorumluluğunu yüklenen olarak bir tek başınalık gibi.

Bense bu yıl her şeyin bir tekrar, parça parça döngülerin oluşturduğu bir büyük döngü olduğunu farkettim. Döngünün herhangi bir anında veya yerinde durup, kendimize “E, peki bundan sonra?” diye sorabiliriz. Verdiğimiz cevap kendi küçük döngümüzde devam etmek ya da yeni bir akış yolu seçerek yeni bir küçük döngü yaratmak olabilir. Bence gezegenler gibiyiz. Yörüngelerimiz yavaşça değişirken biz ilerlediğimize kanaat getirebilir ya da bir çekim alanından kurtulup başka bir çekim alanına doğru yola koyulabiliriz. Ve bence, tüm bu tekrar içinde yaşama anlam katan: Sevgiyi, bilgiyi ve neşeyi, şartsız, kısıtlamasız, sakınmasız paylaşabilmektir.

Diliyorum ki, başlayacak 365 günlük yeni döngüde içimizde ve etrafımızda sevgi, huzur, neşe eksik olmasın. Kaynağı bizde olanı tükenecek sanıp kendimize saklamayalım, çünkü paylaşmak çoğalmak/çoğaltmaktır.

“Ve
İnsansız anı yoktur. Var mıdır?”**

*Başlangıç , Edip Cansever
**Anısındayım, Edip Cansever


Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..



28 Aralık 2010 Salı

Orda kimse var mı?

Sevgili Okuyucular
Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..

Dün “Julie & Julia”yı izledim. Eğer, yemek yapmayı seven ve hayatta kendilerine bir yol bulmaya çalışan iki kadının (Julia Child ve Julie Powell) gerçek yaşam öyküsünü anlatan filmi henüz izlemedinizse, izleyin derim, keyif alacaksınız.

Filmden sonra neden kendi kendime bir şeyler yazıp, sanal aleme postalıyorum diye düşündüm. Konuşup duruyorum, gördüğüm, okuduğum, sevdiğim şeyleri anlatıyorum ama kime? Harflerimi hergün, kapkara, sınırsız bir boşluk olarak hayal ettiğim bir yere bırakıyorum. Peki harfleri gören, gerçekten okuyan oluyor mu?

Orda kimse var mı?






Julie & Julia filmi için :
http://www.imdb.com/title/tt1135503
http://www.sonypictures.com/homevideo/julieandjulia

Filme konu olan kitabın yazarı genç Julie’nın hala yazmaya devam ettiği günlüğünü için:
http://juliepowell.blogspot.com/

Eski günlüğünden bir kaç sayfayı okumak için:
http://blogs.salon.com/0001399

bugünlerde okuduklarım

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara www.rengarenkvesiyah.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..







Tek ve Tek Başına, Ayşe Kulin (Everest Yayınları)

Herşeyin Teorisi, Stephan Hawking (Şenocak Yayınları)
Ecco Homo, Friedrich Wilhelm Nietzsche (Say Yayınları)
Kafka ile Konuşmalar, Gustav Janouch ( İz Yayıncılık)
Parçacık Fiziği-En Küçüğü Keşfetme Macerası, Sezen Sekmen (ODTU Yayıncılık)

27 Aralık 2010 Pazartesi

yapmak istiyorum ey hayat!


“Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüsmek de sevgidir”*


Dünyanın bir kısmı Noel tatilinde, işler sakin. Yılın son haftası on iki aydır dolapta, çekmecede, masanın üstünde biriken dosyaları, kağıtları temizleme vakti... Bir kağıdın köşesine yazılıp unutulan notlar, köşe bucak aranıp bulunamayan raporlar gün yüzüne çıkacak. Gelecek yıl için iyi dileklerin sunulduğu e-postalar alınacak/yollanacak, dilekler hayalleri canlandıracak, hayaller bir kaç günlük yanılsamalar yaratacak ruhumuzda, Cumartesi sabah uyandığımızda başka bir hayata uyanmış olmayı umacağız. Biraz keyfimize, biraz kanımızdaki alkol oranına, biraz hayalperestliğimize bağlı ama hadi diyelim Pazartesi sabahına kadar sürecek umutlu bekleyişimiz. Sonra, aynı dünyada, aynı kişi olarak, aynı ritimde bir hayata devam ettiğimizi anlayıp, neyse bir dahaki seneye mi diyeceğiz?

İstediği bir şeyin olup olmayacağını hayata soran ve her defasında özel bir işaretle cevaplandığına inanan kadın;içinde taşıdığı, masallara, sihirli değneklere, peri tozlarına, bir sabah uyandığında herşeyin renk değiştirmiş olacağına inanan ve çirkin yeşil tırtılla, rengarenk narin kelebeğin aslında aynı şey olduğunu bilen çocuğun yanağını okşuyor. Bir yandan ajandamın arasındaki kağıtları ayıklıyor, bir yandan gülümsüyorum.

Hayatın öyle durup beklerken değil ama bir şeyin olması için uğraşırken süpriz yapmayı sevdiğini; pes ettirinceye kadar zorlayıp, tam vazgeçtim derken tuttuğu bütün yolları açtığını biliyorum. Doğum günümden önce yazmayı adet edindiğim “yeni yaşımdan ne bekliyorum?” listemi bu sene hazırlamadım. O zaman yılın yenisiyle yaşın yenisini birleştirip bir “yapmak istiyorum ey hayat!” listesi yazmalı ve içlerinden en çok olmasını istediğim için sormalı “Ne dersin hayat, yerine getirecek misin bu isteğimi?” Eğer cevabın, “Ne istedin de geri çevirdim, elbette vereceğim ama her zamanki gibi biraz uğraş da ikimiz için de keyfi çıksın” diyorsan; o zaman 2011’in ilk haftasında hiç beklemediğim bir şey yap. Mesela çok çok uzun zamandır görmediğim bir dostum çat kapı bana gelsin;ya da yağmurlu bir sabah gökkuşağı çıksın yoluma;ya da dışarının kardan bembeyaz olduğu bir sabaha uyanayım; ya da cebimde senden bir not bulayım... Sen çok iyi bilirsin kendini nasıl anlatacağını ve benim verdiğin cevabı kesinlikle ıskalamayacağımı.


“Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançlı bir insan soyunun parçasıysa.”*




Alıntılar:
Şiir* : ”BİLMEZ MİYİM HİÇ”, Edip Cansever
Görseller: 1-The life tree, Gustav Klimt, 1909 2- Avatar filmi web sitesi

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..