3 Ocak 2011 Pazartesi

Ateşçi - Franz Kafka

"Gençlik, Franz Kafka’yı büyülerdi. Ateşçi adlı öyküsü, şefkat ve sevgiyle doludur. Milena Jeneska’nın, edebiyat dergisi Kmen’de (Sap) çıkan Çekçe çevirisini konuşurken, bunu kendisine söyledim.

“Öyle çok günışığı ve coşkunluk var ki öykünüzde. Öyle çok sevgi var ki-hiç sözü edilmese de.”

“Öykünün kendisinde değil onlar, öykünün konusunda gençlikte” dedi Franz Kafka, ciddi. “Gençlik günışığıyla, sevgiyle doludur. Gençlik mutludur, çünkü onda güzelliği görme yetisi vardır. Bu yeti yitmeye görsün, başlar geçkin yaş, çöküntü, mutsuzluk.”

“Demek yaşlılık, her türlü mutluluk olanağını dışarıda bırakıyor?”

“Hayır, mutluluk, yaşlılığı dışarıda bırakıyor.” Gülümseyerek başını öne eğdi, kamburlaştırdığı omuzları arasında saklamak istiyordu sanki. “Güzelliği görme yetisini alıkoyan, hiçbir zaman yaşlanmaz.” *

*KAFKA İLE KONUŞMALAR,Gustav Janouch, Çeviri: A. Turan Oflazoğlu (İz yayıncılık)
Görsel : Kafka'nın üç evi, okulu, üniversitesi ve ofisi nin yer aldığı  1826-1834 arası Prag şehir modeli, kaynak http://www.thejewishmuseum.org/


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

“Ateşçi”, Kafka’nın 1913 yılında “Der Jüngste Tag” (En Yeni Gün) adlı yazı dizisinde yer alan ve Kurt Wolff yayınevince basılan bir hikayesidir.

Bu hikaye aynı zamanda “Amerika” (Mad Brod’un başlığıyla) adıyla basılan romanın da ilk bölümüdür. Kafka’nın notlarına göre “Amerika” adıyla yayınlanan romanın başlığı “Kayıp” (Der Verschollene) dir.


MERAK EDENLER İÇİN “ATEŞÇİ” DEN BİR BÖLÜM:

“Bir hizmetçi kız onu baştan çıkardığı ve ondan çocuk sahibi olduğu için fakir anne babası tarafından Amerika’ya gönderilen on altı yaşındaki Kari Rossmann, artık yavaşlamakta olan gemide NewYork Limanı’na girerken, çoktandır gözlediği özgürlük heykelini birdenbire sanki güçlenen güneş ışığında gördü. Kılıç taşıyan kolu sanki yeniden yükseliyor ve gövdesinin etrafında özgür rüzgârlar esiyordu.

“Ne kadar yüksek!” dedi kendi kendine ve gemiden ayrılmak aklının ucundan bile geçmezken, gittikçe kabararak yanından akan hamal seline kapılıp yavaş yavaş güvertenin parmaklığına kadar sürüklendi.

Yolculuk sırasında ayaküstü tanıştığı genç bir adam yanından geçerken, “Ee, inmeye niyetiniz yok mu?” dedi. “Ben hazırım ya,” dedi Karl ona bakıp gülerek ve taşkınlıkla, güçlü de bir delikanlı olduğundan, bavulunu omzuna kaldırdı Ama bastonunu hafifçe sallayarak diğerleriyle beraber uzaklaşmakta olan tanıdıklara baktığı sırada, şemsiyesini aşağıda geminin içinde unutmuş olduğunu telaşla fark etti. Halinden pek memnun görünmeyen tanıdıktan, azıcık bavulunun başında bekleme inceliğini göstermesini bir çırpıda rica etti, geriye dönerken yolu bulabilmek için etrafa şöyle bir göz gezdirdi ve aceleyle gitti. Aşağıda yolunu çok kısaltacak bir koridoru yazık ki iki kez kapalı buldu, herhalde bütün yolcuların gemiden indirilmesiyle bağlantılıydı bu durum. Uç uca eklenen merdivenlerden, sürekli kıvrılıp duran koridorlardan, terk edilmiş bir yazı masasının bulunduğu boş bir odadan geçerek zorlu bir arayışa girişti; en sonunda gerçekten, buradan yalnızca bir iki kere ve hep daha kalabalıkken geçmiş olduğu için, hepten yolunu kaybetti. Çaresizlik içinde, hiç kimseye rastlamadığından ve yalnızca ha bire binlerce insan ayağının sürtünmesi kulağına çarptığından ve uzaktan uzağa, hafif bir esinti gibi, artık durdurulan makinelerin son çalışmasını fark ettiğinden, etrafta dolandığı sırada karşısına çıkan ve önünde durup kaldığı rasgele bir küçük kapıya hiç düşünmeden vurmaya başladı.

“Kapı açık,” diye seslendi birisi içeriden ve Karl tam anlamıyla derin bir soluk alarak kapıyı açtı. “Niye öyle deli gibi vuruyorsunuz kapıya?” diye sordu iriyarı bir adam, Karl’a doğru düzgün bakmadan. Tepede bir yerdeki lombar deliğinden donuk, geminin yukarısında çoktan tüketilmiş bir ışık, içinde bir yatağın, bir dolabın, bir sandalyenin ve adamın dip dibe, yığılmış gibi durduğu acınacak haldeki kamaraya vuruyordu “Yolumu kaybettim,” dedi Karl, “Yolculuk sırasında hiç fark etmemiştim, ama acayip büyük bir gemiymiş.” “Evet, işte bunda haklısınız,” dedi adam hafif bir gururla ve küçük bir bavulun kilidini kurcalamaya devam etti, dilin deliğe girişini duymak için iki eliyle kilide bastırıp duruyordu “İçeri gelsenize.” dedi adam, “Dışarıda dikilmeyeceksiniz ya!” “Rahatsız etmeyeyim?” diye sordu Karl. “Ah, nasıl rahatsız edeceksiniz ki!” “Alman mısınız?” diye sorarak emin olmaya çalıştı Karl, özellikle İrlandalıların Amerika’ya yeni gelenler için tehlike oluşturduğunu çok duymuştu. “Öyleyim, öyleyim,” dedi adam. Karl hâlâ duraksıyordu. O sırada adam beklenmedik bir hareketle kapı kolunu tuttu ve hızla kapattığı kapıyla birlikte Karl’ı içeriye doğru çekti “Koridordan bana bakılmasından hoşlanmıyorum,” diyerek yeniden bavulunun başına döndü adam, “her önüne gelen buradan geçerken içeri bakarsa, işimiz var!” “Ama koridor bomboş,” dedi rahatsız biçimde karyola ayağına yapışmış duran Karl. “Evet, şimdi,” dedi adam. “Ben de şimdiyi kastediyorum zaten,” diye düşündü Karl, “bu adamla konuşmak zor” “Yatağa uzanın, orada daha çok yer var,” dedi adam. Karl elinden geldiğince yatağa tırmandı ve bu sırada sıçramak için yaptığı ilk başarısız denemeye yüksek sesle güldü. Tam yatağa çıkmıştı ki, bağırdı: “Aman Tanrım, bavulumu tamamen unuttum!” “Nerede ki?” “Yukarıda güvertede, bir tanıdık göz kulak oluyor. Adı neydi bakayım?” Annesinin yolculuk için ceketinin astarına diktiği gizli cepten bir kartvizit çıkardı. “Butterbaum, Franz Butterbaum.” “Bavul size çok mu gerekli?” “Elbette.” “Peki, öyleyse neden yabancı birine verdiniz?” “Şemsiyemi aşağıda unuttum ve almak için koşturdum, ama bavulu yanımda sürüklemek istemedim. Sonra da burada yolumu kaybettim.” “Yalnız mısınız? Size eşlik eden kimse yok mu?” “Evet, yalnızım.” “Belki de bu adamın yanından ayrılmamalıyım,” diye geçti Karl’ın aklından, “daha iyi bir dostu nerede bulurum.” “Şimdi bavulu da kaybettiniz. Şemsiyenin lafını bile etmiyorum.” Adam sandalyeye oturdu, Karl’ın durumu biraz olsun ilgisini çekmiş gibiydi. “Ama bavulun henüz kaybolmadığına inanıyorum.” “İnanmak mutluluk verir,” dedi adam ve koyu renkli, kısa, gür saçlı başını sertçe kaşıdı, “Gemideyken limanlarla birlikte âdetler de değişir. Hamburg’da sizin Butterbaum bavula belki göz kulak olurdu, buradaysa büyük olasılıkla ikisi de sırra kadem basmıştır.” “Ama o zaman hemen yukarıya bakmam gerek,” dedi Karl ve dışarı nasıl çıkabileceğini görmek için etrafına bakındı. “Kalın,” dedi adam ve bir eliyle onu göğsünden, düpedüz kaba bir hareketle, tekrar yatağa itti. “Nedenmiş o?” diye sordu Karl sinirli bir tavırla. “Çünkü anlamı yok,” dedi adam, “Birazdan ben de gideceğim, beraber çıkarız. Bavul ya çalınmıştır, ki o zaman yapacak bir şey olmaz, ya da adam onu bırakmıştır, o zaman da gemi tamamen boşalınca onu daha kolay buluruz. Şemsiyenizi de öyle.” “Geminin her yerini biliyor musunuz?” diye sordı; Karl boş gemide eşyaların daha kolay bulunacak, normalde inandırıcı gelse de, ona üstü kapalı bir tuzak gibi göründü. “Ben geminin ateşçisiyim,” dedi adam “Geminin ateşçisi ha!” diye bağırdı Karl sevinçle, bulun beklentilerinin üzerindeydi sanki bu. Dirseğine yaslanıp adamı daha yakından inceledi. “O Slovak’la birlikte odanın tam önüne bir lombar deliği bulunuyordu, içinden makine dairesi görülebiliyordu.” “Evet, orada çalıştım ben,” dedi ateşçi. “Teknik konulara her zaman ilgi duymuşumdur,” dedi belirli bir düşünce akışında kalan Karl, “ve Amerika’ya gelmek zorunda kalmasaydım, ileride mutlaka mühendis olurdum.” “Neden gelmek zorunda kaldın ki?” “Boş verin!” dedi Karl ve bütün hikâyeyi elinin tersiyle bir kenara itti. Bu sırada gülümseyerek ateşçiye baktı, itiraf etmediği için kendisine anlayış göstermesini rica ediyordu sanki. “Bir nedeni vardır,” dedi ateşçi, bu nedenin anlatılmasını mı istiyor, yoksa buna karşı mı çıkıyor, belli değildi. “Şimdi ben de ateşçi olabilirim,” dedi Karl, “Ne olacağım annemle babamın umurunda bile değil.” “Benim yerim boşalacak,” dedi ateşçi, kendinden emin bir tavırla ellerini pantolon ceplerine soktu ve kırışmış, köseleye dönmüş, demir grisi pantolonunun içindeki bacaklarını germek için yatağa uzattı. Karl biraz daha duvara yanaşmak zorunda kaldı. “Gemiden ayrılıyor musunuz?” “Evet, bugün çekip gidiyorum.” “Neden ki? Hoşunuza gitmedi mi?” “Evet, koşullar bu, insanın hoşuna gidip gitmemesi fark etmiyor. Ayrıca haklısınız, hoşuma da gitmiyor. Herhalde ateşçi olmayı ciddi ciddi düşünmüyorsunuz, ama tam da o zaman kolayca ateşçi olunur. Yani size kesinlikle önermiyorum. Madem Avrupa’dayken okumak istiyordunuz, burada neden islemiyorsunuz ki? Amerikan üniversiteleri Avrupa’dakilerden daha iyi, kıyas kabul etmez.” “Olabilir,” dedi Karl, “ama okuyacak param yok. Gerçi bir yerlerde gözüme çarpmıştı, gündüzleri bir dükkânda çalışıp geceleri okuyan bir doktor sanırım belediye başkanı olmuş, ama bu da büyük azim ister, değil mi? Korkarım, o bende yok. Ayrıca pek de iyi bir öğrenci sayılmazdım, okula veda etmek bana gerçekten zor gelmemişti. Hem buradaki okullar belki daha katıdır. İngilizcem hemen hemen hiç yok. Üstelik burada yabancılara karşı önyargılılar sanırım.” “Bunu da mı anladınız? Eh, iyi öyleyse. O zaman benim adamımsınız. Bakın, bir Alman gemisindeyiz, Hamburg Amerika hattında çalışıyor, neden burada hepimiz Alman değiliz? Neden baş makinist Rumen? Adı Schubal. İnanılır gibi değil. Ve bu rezil herif bir Alman gemisinde biz Almanların canını çıkarıyor! Sanmayın ki” nefesi kesildi, elini salladı”yakınmış olmak için yakınıyorum. Biliyorum, sizin elinizden bir şey gelmez, kendiniz de zavallı bir çocuksunuz. Ama bu kadarı da fazla!” Masaya birkaç kez yumruğunu indirdi, indirirken de yumruğundan gözünü ayırmadı. “Bir sürü gemide görev yaptım” arka arkaya yirmi adı tek bir sözcükmüş gibi sıraladı, Karl’ın kafası karmakarışık oldu “kendimi gösterdim, övgüler aldım, kaptanlarımın beğendiği bir işçiydim, hatta aynı ticaret gemisinde birkaç yıl kaldım” bu, yaşamının dönüm noktasıymışçasına ayağa kalktı “ve her şeyin inceden inceye hesaplanmış olduğu, şaka bile yapılmayan bu kutuda hiçbir işe yaramıyorum, hep Schubal’ in yoluna çıkıyorum, tembelin tekiyim, kovulmayı hak ediyorum, yevmiyemi lütufmuş gibi veriyorlar. Bunu anlıyor musunuz? Ben anlamıyorum.” “Size bunu yapmalarına izin veremezsiniz,” dedi Karl heyecanla. Bir geminin sallantılı zemininde, yabancı bir kıtanın sahilinde durduğunu neredeyse hissetmiyordu artık, burada ateşçinin yatağında o derece evinde gibiydi. “Kaptana çıktınız mı? Onun karşısında hakkınızı aradınız mı?” “Ah gidin, gidin artık. Sizi burada istemiyorum. Söylediğimi dinlemiyorsunuz ve bana nasihat veriyorsunuz. Kaptana nasıl çıkayım!” Bitkin düşen ateşçi tekrar oturdu ve yüzünü iki elinin arasına aldı.

“Ona daha iyi bir öneride bulunamam.” dedi Karl kendi kendine. Burada durup nasihatler, hem de aptalca olarak görülen nasihatler vereceğine, gidip bavulunu getirmenin daha iyi olacağını düşündü. Babası bavulu onun olsun diye verirken, şakayla karışık sormuştu: “Bakalım ne kadar tutacaksın elinde?” Ve şimdi bu sadık bavul belki de ciddi ciddi kaybolmuştu. Tek avuntusu, babasının sorup soruştursa da bavulun şimdiki durumunu öğrenemeyecek oluşuydu. Gemi acentesi onun New York’a kadar geldiğini söyleyebilirdi yalnızca. Ama Karl bavuldaki pek kullanılmamış eşyalara acıdı, örneğin gömleğini çoktan değiştirmiş olması gerekirdi. Demek ki yanlış yerde tutumluluk etmişti; şimdi, tam da kariyerinin başında temiz giysilerle ortaya çıkması gerekirken, pis gömlekle görünmek durumunda kalacaktı. Yoksa bavulun kaybolması o kadar da kötü sayılmazdı, çünkü üzerindeki takım elbise bavuldakinden daha bile iyiydi; bavuldakini aslında acil durumlar için almış, yola çıkmasından hemen önce annesi onu elden geçirmek zorunda kalmıştı. Şimdi hatırladığı kadarıyla, bavulda bir parça Verona salamı da vardı; annesi onu fazladan koymuş, kendisiyse yalnızca küçük bir parçasını yiyebilmişti, çünkü yolculuk boyunca iştahı kapanmış, ara güvertede dağıtılan çorba da haydi haydi yetmişti. Ama şimdi, ateşçiye ikram etmek için salamın elinin altında olmasını isterdi. Çünkü böyle insanları küçük bir şey vererek kazanmak kolaydı. Karl bunu babasından biliyordu; babası iş ilişkisi içinde olduğu, düşük mevkideki memurların hepsini puro dağıtarak kazanırdı. Şimdiyse Karl’ın hediye edebileceği bir tek parası kalmıştı; buna da, belki bavulu kaybetmiştir diye, şimdilik dokunmak istemiyordu. Kafası yeniden bavula takıldı; madem bavulun peşini bu kadar kolay bırakacaktı, neden yolculuk sırasında pürdikkat başında nöbet beklemiş, bu nöbet yüzünden neredeyse uykusunu feda etmişti, şimdi bunu gerçekten anlayamıyordu. İki yatak solunda yatan ufak tefek bir Slovak’tan, bavulunu gözüne kestirdi diye sürekli kuşkulandığı beş geceyi hatırladı. Bu Slovak, Karl’ın en sonunda yorgunluktan bir an içinin geçmesini tetikte beklemişti, ki böylece gün boyunca boyuna oynadığı ya da alıştırma yaptığı uzun çubukla bavulu kendine doğru çekebilsin. Gün içinde bu Slovak son derece masum görünüyordu, ama gece olunca zaman zaman döşeğinde doğruluyor ve Karl’ın bavuluna hüzünlü bir ifadeyle bakıyordu. Karl bunu gayet net görebiliyordu, çünkü göçmen olmanın verdiği huzursuzlukla gemi yönetimince yasaklanmasına karşın, küçük bir ışık yakıp göçmen bürolarının anlaşılmaz broşürlerini çözmeye çalışan birileri oluyordu hep. Yakında böyle bir ışık varsa Karl biraz uyuklayabiliyordu, ama ışık uzaktaysa ya da ortalık karanlıksa, gözlerini açık tutması gerekiyordu. Bu çaba onu iyice bitkin düşürmüştü, üstelik şimdi belki de tamamen boşa gitmişti. Şu Butterbaum yok mu, onu bir eline geçirebilseydi!” **

**Yukardaki "Ateşçi" öyküsüne ait bölüm, Franz Kafka'nın "Amerika" adıyla yayınlanan romanından alınmıştır (Can Yayınları, 2006)

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder