6 Ekim 2010 Çarşamba

Öykü (4. mektup)

Sevgili A,

Vasat, küçük kasabamıza sonbahar geldi. Yazın tozlu sokakları, yağmurlarla birlikte çamurlu sokaklara dönüştü. Beyaz ve sarı tomurcuklarıyla kasımpatılar da olmasa, kurudu gitti bahçe. Akdenizin kışından ne olur, hem çocukluk günlerimi de hatırlamış olurum diye, eve bir gaz sobası aldım. O sobanın üstünde ekmek kızarır, askılarında çamaşır kurutulur, kuruyemişler ısıtılıp tazelenir, kestane pişirilirdi.

Hayatla, kendimle ve etrafımdakilerle itişip durmayı bırakmak… Yavaş değişiyorum. Büyük beklentiler, ulaşılacak iddialı hedefler, ideal insan/sevgili/arkadaş/iş tanımlamaları, binlerce kalıp... Hiçlik içinde, insanın kendine bir amaç, bir anlam yaratma çabası... İçimdeki hiçlik duygusu öyle geniş ki, yaşadığım ölüm hayatla bağlarımı iyice inceltmiş. Yeniden yüzümü topraktan, gökyüzüne çevirmeye çalışıyorum. Biliyorum, inatçılık ettim, ordan kalkıp buraya gelmekle ve etrafımdaki herkesi buradan uzak tutmak istemekle. Çocukken, bahçenin bir metrekarelik bir yerini üçe böler, biber, patlıcan, domates tohumları ekerdik. Dip dibe, dip dibe bir sürü ince filiz çıkar; filizler biraz daha serpilip fide ufağı olmaya başlayınca; yaşasınlar diye, aralarına bir buçuk karış mesafe koyup, topraktaki yeni yerlerine taşırdık. Böylece hem birlikte sulanacak kadar yakın, hem de meyveleri güneş görecek kadar uzak olurdu. Ağaçlarımız da öyleydi, birbirinin güneşini kesmeyecek kadar uzak, rüzgarda birbirine dayanacak kadar yakın... “Yeterli boşluk”, kişiden kişiye, bitkiden bitkiye genişliği değişse de varlığı zorunlu bir şey, bence. O şehrin telaşesi, şiddeti, hırsları, kalabalığı yaşam boşluğumu o kadar azaltmıştı ki, soluk alamıyorum sanmıştım. İnsanların güneşimi kesmeden, rüzgarda sırt sırta verebilecek kadar yakın olması, kötü bir şey değil cancağızım. Aksine, birlikte yaşamak ve serpilmek için, çok gerekli bir şey.Üstelik, bitkiler gibi ayağım toprağa mahkum olmadığından, başım sıkışınca gitmek, hep iyi gelmiştir bana. Gitmek ve giderken düşünmek; kalıp kıstırıldığım köşede beklemekten iyidir.

Ha, unutmadan, halk kütüphanesine gittim. Apartmanla, çarşı arasında bir yerde, dışı mavi, içi toprak rengi boyalı, tek katlı bir binaymış. Önünde, bir de ufak bahçesi var. Bahçenin binaya yakın sağ köşesinde, pembe sarmaşık güllerin dolandığı bir çardak, çardağın altında birbirine bakan dört tahta bank... Yerden tavana kadar ahşap rafların, tıkış tıkış kitap dolu olduğu geniş bir salonu ve salondan geçilen küçük bir çalışma odası var. Tahmin edeceğin gibi kimsesiz bir yer. Kütüphaneci, kitaplar kadar sessiz, genç bir adam. Sanki zaman 1970 lerde durmuş gibi, elime hangi kitabı aldıysam yetmişler veya öncesinde basılmıştı. Düşünsene, Varlık Yayınlarının 1953 basımı cep kitaplarını buldum. Uzun zamandan sonra kitapların arasında dolaşan birini görmek kütüphaneciyi de sevindirmiş olacak ki, evine gelen misafiri ağırlar gibiydi. Küçük odasındaki bir dolabın içine kurduğu mutfağında, birer türk kahvesi yaptı; kitaplarımızı, kahvelerimizi alıp çardaktaki banklarda, nerdeyse hiç konuşmadan, güzün ısıtmayan güneşinin keyfini çıkardık.

Kar yağdığında, içimizden taşan neşe, tadını asla başka yerde bulamadığım kahvesiyle sahildeki küçük kahvehane... Özledim. Bir bakmışsın, karla birlikte kapındayım.

t

* Resim : Hieronymus Bosch (El Bosco), Hollandalı ressamın 'The Garden of Earthly Delights' üçlemesinden 'El Infierno Musical'

2 yorum:

  1. sevgili n,
    yazdıklarını okuduktan sonra herşey öylesine tanıdık geldi ki, dayanamayıp mektubunu üzerime alındım. Keşke dedim, bir koca kentin uzak mahallelerinde değil de, birbirini kesen sokaklarından birinde otursaydık. arada bizim mahalle kütüphanesinin kapısında veya raflarının arasında karşılaşırdık. senin gaz sobasının başında oturup, küçük camın ardında mavi ışıklarla yanan gazı seyrederdik... hatta sahildeki küçük salaş meyhanede buluşup bizim prenses ada’yla taş sektirip, seninle birer kadeh rakımızı içerdik, yanında peynir ve son günlerini yaşayan kavunla... hiçlik, ölüm ve hüzün dilimizin ucunda olurdu ama sözcüklerimiz sakınırdı bunlara değinmeye. hafif üşüten sonbahar rüzgarı ve atıştıran yağmurla, denizde seken taşlar gibi oyuna devam ederdik.

    araya girdiğim için beni bağışla. a'ya sevgiler,

    z.

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Z,

    Mektubunu az önce aldım, ne güzel bir süpriz.

    Ordayken kendimi, karıncalara benzetirdim. Sürekli yapması gereken bir şeyleri olan, dizi dizi koşturan, kafasına bir şey düşmesin diye gökyüzüne anlık bakışlar atan, büyük binaların, kalabalığın ve karmaşanın içinde kendi küçük dünyasını korumaya çalışan, bir kara karınca...

    Sokakları görmeyi, sokakta olmayı, sokağın gün içinde değişen hallerini, sokakta yürürken karşına çıkan bir tanıdıkla sohbet etmeyi, sokak kapısının önüne minder atıp oturmayı... yeniden öğreniyorum burda.

    Bu defa bir başıma burdayım,ama bir gün birbirini kesen sokaklarında oturacağımızın hayalini kuruyorum. Ada'nın üniversiteden geldiği haftasonlarından birinde, evin bahçesine kurduğumuz uzun masada toplanıp, kahvaltı yapmayı; ya da bir sebebe gerek duyulmadan hazırlanan mezeli akşam yemeklerinde zamanı umursamadan konuşmayı/susmayı/gülmeyi/anmayı...

    Burdaki kütüphaneyi görseniz çok severdiniz, hepiniz. Sahafta aradığınız kitaplar varsa, haber verin, mutlaka kütüphanede vardır, yoksa bile E. (kütüphanecimiz) mutlaka bulur. Ha, bir de, yeni kitap istemiyor ama eski kitaplardan -1970 öncesi- yollarsanız, çok mutlu olacağını düşünüyorum.

    Yine yaz olur mu? A ile aynı şehirdesiniz ama sanırım benim mektubum onu daha önce görecektir. Mutlaka selamını iletirim.

    YanıtlaSil