18 Aralık 2010 Cumartesi

havadan sudan

Arabanın rutin bakımlarının yapılması, ertelemeyi adet edindiğim, keşke benim yerime bu işi yapacak biri olsa dediğim işlerin başında gelir. Zorunluluktur. Trafik eziyetine rağmen beden, arabanın içinde dolaşmaya, radyo kanalları arasında gezinirken, camdan sokağı seyretmeye alışmıştır. Her şeyin bir bedeli vardır demiş sevgili atalarımız, alışkanlığımın bedeli de bu sabah 8.30’da arabayı servise bırakmaktı. Usta, çabuk olsun, ucuz olsun, sağlam olsun, detaydan motordan anlamam güvenliği etkilemesin ama zorunlu değilse de boş verin değişmesin, ek masraf çıkarsa telefonla arayıp sorun olur mu belki de istemem, tamam usta afal afal bakma suratıma gidiyorum, arkamdan “Ah, şu kadınlar!” dedin duydum ama acelem var dönüşte konuşuruz bu konuyu.

Güneşli, soğuk bir cumartesi gününde, madem ustanın insafına ve programına kaldım, en iyisi kendimi akışa bırakmak diyorum. Sokaklar, uzun kahvaltı keyfi, Kafka ile Konuşmalar, bademli minik kurabiyeler… Bir ara usta arıyor:

- Fren balataları bitmiş, dişliler de değişmeli. Zaten 10 yıl ve 120.000km de mutlaka fren dişlileri değişir. Bir de aküye giden… Bir de yağ müşüründe değil de sorun yağ pompasındaysa…
- (Araba motorunda ne, ne işe yarar, hangi kayış önemlidir, balatanın ömrü nedir anlamak, kuantum fiziğini anlamaktan daha mı zor ne?) Ne diyorsun usta ya, arabanın bedelinin onda birini bakıma mı vereceğim? Tamam, güvenlik için zorunlu olanları yap, gerisi kalsın. Başka bir şey çıkarsa da aramayı unutma. Kaçta biter? (Toplu taşımın suyu mu çıktı? Konformist küçük burjuva! k@l!ştq@#!!?)

Çıkıp biraz yürümeli, soğuk harareti alır, sinirleri sakinleştirir. Derin nefesler, daha derin, evet bak güneş, bulutlar… Şöyle koltukları pufidik, internete bağlanabileceğim, sakin bir yer bulup, arabayı, ustayı, istediği parayı, günlerden cumartesi olduğunu, zorunlulukları, kafamda hoplayıp duran çekirgeleri, hepsini unutmalı.

Suadiye Cafe Crown’dayım. İnsanlardan uzak, en dipteki koltukta… Birazdan cümlelerin sonunu yayarak konuşan gençleri ve telefon seslerini duymaz olacağım. Sadece Kafka’nın “güç ve perde bakımından orta derecede kalan, eşsiz uyumlu, durumsayan, boğuk bariton” sesini duyacağım. Sipariş ettiğim kahveler ve bademli kurabiyeler geldi. İşte, Kafka da ince, uzun, apayrı duruşuyla kapıda göründü. Usta, arabanın işi bitse de beni arama, 1920’den gelmem epey zaman alacak.

------------
“Demek zenginsiniz” dedim.
Franz Kafka dudak büktü.
“Zenginlik nedir ki? Kimi için eski bir gömlek, zenginliktir. Kimi de on milyonuyla yoksuldur. Zenginlik, baştan aşağı görece ve yetersiz bir şeydir. Temel bakımdan, sadece özel bir durumdur. Zenginlik, kişinin elinde bulunan şeylere ve ele geçireceği yeni şeylere bağlılığı demektir. Yeni yeni bağımlılıklar demektir. Maddeleşmiş güvensizliktir sadece. Ama tüm bunlar babamındır, benim değil”
Kafka’yla ilk gezintim şöyle bitti:
Dolaşmamız konusunda Kinsky Palas’a vardığımızda, HERMAN KAFKA tabelalı mağazadan kara paltolu, parlak şapkalı, uzun, enli bir adam çıktı. Aşağı yukarı beş adım ötemizde durup bekledi.
Biz üç adım yaklaşınca, adam pek gür bir sesle:
“Franz. Eve gir. Hava nemli” dedi.
Kafka tuhaf, yumuşak bir sesle dedi ki: “Babam. Benim için kaygılanıyor. Sık sık zorbaca bir yüz takınır sevgi. Güle güle. Uğrayın bana.”
Başımı eğdim. Franz Kafka, el sıkmadan ayrıldı.
-------------

Alıntı: KAFKA İLE KONUŞMALAR, Gustav Janouch, Çeviri: A. Turan Oflazoğlu, (İz Yayıncılık)
Görseller: Google image, 18/12/2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder