10 Şubat 2011 Perşembe

içimde gizlenen aylak

Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara www.rengarenkvesiyah.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..





"Belki de insanlar kendi kendilerine düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı."*

Eğer içinizde bir aylak gizliyse, ofis ya da ev duvarları arasına hapsolurum diye hiç korkmayın. O, ne yapar eder sizi duvarların arasından sokağa çıkarmanın bir yolunu bulur. Baktı bedeninizi dolaştıramıyor, ruhunuzu takar koluna, mesela sahilde bir çay bahçesine götürür. Birlikte daldığınız denizin mavisinden, uzakta bir kasabada ağlara tutunur çıkarsınız. Ya da bir bakmışsınız elinizden çekiştirerek koşturuyor çatılarda, kahkahanız martıların gagalarında çınlıyor. Bir gün, beyaz tebeşirle asfalt yola kocaman kareler çizer, kedilerle seksek oynamaya başlarsınız arabalara inat. Yani, insanın içindeki aylak, Zeze’nin içindeki cururu kurbağanın büyümüş halidir. Neşeli, özgür, yolları ve kaçışları iyi bilen, zamanı esneten, içimizdeki ve etrafımızdaki sınırları kaldıran... Bence Yusuf Atılgan, “Aylak Adam” kitabında, aylaklık üstüne söylenebilecek herşeyi söylemiş; aylağın nasıl biri olduğunu pek güzel anlatmıştır. Okumadınızsa mutlaka okumalısınız. Belli mi olur, belki sizin içinizde de bir aylak saklıdır.




“Baktım ise
Ki bakmışımdır
Onlar bir kuşun uçuşunu
Sezme derinliğindedir
Ey sözlerim benim
Onlar ki bana her zaman
Bir diriliş verenedir
Meselim bitmeyendedir”**




...

Havadan sudan yazılardan birine, televizyonu zaplarken karşılaştığım Behzat Ç dizisinden iki satır diyalog yazmışım. Tabi ne kitaptan, ne de dizinin fenomenliğinden haberim yoktu o sıralar. Diyaloğun geçtiği, daha sonra diziye takıldıkça ana mekanlardan biri olduğunu anlayacağım pavyonda çalan şarkının sözlerini meğer ne çok merak eden varmış. Arama yaparak bloğu tıklayanların nerdeyse üçte biri bu şarkının sözlerini bulmaya çalışıyor. Adam akıllı dinleyip sözleri bir kenara yazmadım diye hayıflanıyorum, acaba dizinin yayınlandığı kanala bir ricada bulunsak, bir sonraki bölümde alt yazıyla şarkının sözlerini döndürebilirler mi dizi boyunca? Yoksa yakında sokaklarda, yalanım varsa eşek tepsin diye dolanan Behzat Ç izleyicileri görmeye başlayacağız benden söylemesi.


*Aylak Adam, Yusuf Atılgan
**Bitmeyen, Edip Cansever




9 Şubat 2011 Çarşamba

“Gül düşünürsen gülistan olursun”

Sevgili Okuyucular
Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..







“Hiçbir zaman dertsiz kalmadı gönlüm
Bir çift gözden, bir yapraktan, bir kuştan.”*

Bugün, bir farkındalık eğitim videosunda, gezegeni yürüyerek dolaşan adam John Francis’le tanıştım.1971 de Standard petrol firmasının iki tankerinin San Francisco körfezinde çarpışması büyük bir çevre kirliliğine sebep olur. Bu, 25 yaşındaki John Francis için de bir kırılma noktasıdır. Petrol yakıtı tüketen araçları kullanmayı bırakır; 22 yıl boyunca, çevreye saygı ve sorumluluk mesajıyla, yürüyerek ve yelken açarak, güney ve kuzey Amerika’yı dolaşır. 1973 yılında, 17 yıl sürecek gönüllü sessizliği seçer. 1990 yılına kadar tek kelime konuşmaz; yürür, dinler ve farklı eyaletlerde üç üniversite bitirir. 1991 yılında Birleşmiş Milletler Francis’i çevre elçisi seçer.

John Francis’in web sitesi : http://www.planetwalker.org/
Kurucusu olduğu “The Planet Walk” organizasyonunun web sitesi : http://www.planetwalk.org/

“Daima daha taze, daima yeni baştan
Turnam bir gün bırakmayacağım peşini,
Sen nereye, ben oraya, adım adım
İnsan sevdikçe iyileşiyor artık anladım”*

İstanbul’da karsız, güneşli bir kış geçiriyoruz. Yıllardır, bilim insanları küresel ısınma ve fosil yakıtların sebep olduğu doğa kirliliğini anlatmaktan yoruldu. Ama tüketimin zevkine varmış insanlar olarak, duymaya ve durmaya niyetimiz yok görünüyor. Kendi adıma su, elektrik ve doğalgaz israfına dikkat etmek ve atıkları ayırıp geri dönüşüm kutularına atmaktan öte bir şey yapmıyorum. Etrafındaki geniş bir alanı külle kaplayan termik santralleri, filtresiz arıtma tesissiz fabrikaları, denize boşaltılan atıkları, suları kirleten kimyasalları, fosil yakıtlardan yayılan sera gazlarını, kesilen ağaçları, kirlenen suları duyup, yaşamaya devam etmek. Çevremizde olan biten pek çok şeyi, şiddeti, yolsuzluğu, acıyı, yok oluşu bilip hiçbir şey yokmuş gibi gözlerimizi kapamak, kendimizi günlük rutine bırakmak. Bilincin bazı şeylere kendini kapattığı, yarı uyur gezerlik hali...Oysa hiçbir şey, sırf biz yok saydık diye yok olmuyor. Gündelik rutinler içinde geçen bir hayattan geriye ne kalır, ne kalsın isteriz? Bunu düşünmeliyiz. Bu hayatta durduğumuz yer neresi? Yok etmenin ve şiddetin mi yanındayız; yoksa var etmenin ve sevginin mi? Karar vermeliyiz. Sonrada gözlerimizdeki perdeyi kaldırıp, kulaklarımızı seslere açıp, uyur gezer halde rutinimiz içinde salınıp durmaktan vazgeçmeli, etrafımızda olan biteni algılamalıyız.

“Gül düşünürsen gülistan olursun, diken düşünürsen dikenlik olursun”**

*Turnam Birgün Bırakmayacağım, Turgut Uyar
** Mevlana
Görsel: Google Image


8 Şubat 2011 Salı

"Kutsalsın, görkemlisin, kendine verilmişsin”

Sevgili Okuyucular
Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..







“Gördün mü demiştim kendi kendime
Mavilik de çocukluk gibi
Unutulmayacak hiç.”(1)

Cuma günü sihirli lambadan çıkan cin “Yapmaktan mutlu olacağın üç şey seç!” demiş olsa diye yazmış; ve çocukluğumu seçmiştim. Cin dileğimi duydu, haftasonu üç kardeşi İstanbul’da buluşturdu. Güldüler, eğlendiler, arada huysuzlandılar, bol bol konuşup, gezdiler ve tabi ki fırsatını bulunca kaçırmayan çocuklar gibi midelerini abur cuburla doldurdular. “Telvesine bakıp geçmiş ve gelecek üstüne masallar anlatabileceğimiz, şöyle bol köpüklü Türk kahvelerimizi nerede içsek?” diye dolaşırken de cinin süpriziyle karşılaştılar. Ve çam ağaçlarının ortasında, serçe şakımaları eşliğinde kahve keyfi yaptılar.

“— Kapının arkasında ne var, kapının
— Bilmem ki ne var arkasında kapının
— Kapının arkasında ne var
— Bir bahçe, bir su kovası, içi boş” (2)

Hala, geniş, çok yolun başladığı/bittiği, yuvarlak meydanın ortasında bağdaş kurmuş oturuyorum. Hiç bir şey yapmadan sadece yollara bakıyorum. Gün doğumunda, gün batımında, tepemde yıldızlar, bomboş meydanda ben, karasızca yol seçmeye çalışıyorum. Tarzını, konusunu, kelimesini, tınısını kendimin seçeceği bir akış, bir olma ve anlatma hali bulmaya çalışıyorum. Susuyorum. Dinliyorum. Henüz duyduğum sesleri anlamlandıramıyorum. Bekliyorum.

“— Kapının arkasında ne var
— Bir duvar, tuğlasız, unutmuş dülger malasını
—Kapının arkasında ne var
—Bir çift kadın ayakkabısı —siyah—
—Kapının arkasında ne var
—Kapının arkasında mı? Hiç!
Belli belirsiz bir şarkı” (2)

Bildiğim dillerde, tekrar tekrar, kendime aynı soruları soruyorum. Hayalim ne? Yapmak istediğim ne? Gözlerimi kapatıp, içimde, derinde sakladığım hayali bulmaya çalışıyorum. Sınırlamalar olmadan nasıl hayal edildiğini hatılamaya çalışıyorum. Lavanta kokusu geliyor burnuma; hiç gitmediğim, uçsuz bucaksız mor lavanta tarlasını görüyorum. Ofisin penceresine iri bir karga tünüyor, sırtı bana dönük. Pervazda bir kaç dakika yan yan yürüyor. Tüyleri parlak siyah. Boynunu yana çeviriyor, bakışıyoruz. Birden uçuyor. Sorularıma geri dönüyorum. Nerede olmak istiyorum?

Birazdan güneş batacak. Cevapsız sorularla geçen bir gün daha ... Taze demlenmiş çayım geldi. Terasa çıkıp, günbatımını izleyerek içmeli. Ey hayat! "Kutsalsın, görkemlisin, kendine verilmişsin”

“Gün senin oldu Seniha
Upuzun gözlerin ki —lacivert—
Örtüldü akşamın asmalarıyla
Unutma, yaşamından iyisin
Yaşamın senden iyi
Kutsalsın, görkemlisin, kendine verilmişsin” (3)

(1) Cemal’in İç Konuşmaları II, Edip Cansever

(2) Seniha’nın Günlüğünden VI, Edip Cansever
(3) Seniha’nın Günlüğünden V, Edip Cansever

4 Şubat 2011 Cuma

Yapmaktan mutlu olacağın üç şey seç

“Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabanî uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak”*

Dün akşam, lezzetli yemeklerin ve şarabın eşlik ettiği dost muhabbetinden eve dönerken niyetim, geceyi uzatıp blog yazımı yazmaktı. Ama çakırkeyf ruhum, usulca yorganın altına kıvrılınca, bedenimi bilgisayarın karşısında oturtmak da pek mümkün olmadı. Ben de, bulutları üstüme örtüp, bir zamanlar duyduğum kuş seslerinin yankısına bıraktım kendimi.

“Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık “*

Şehirde ancak korularda, parklarda duyabildiğimiz kuş sesleri, havalar soğuyunca hepten kayboluyor. Öyle çok özlüyorum ki sabahları kuş cıvıltılarıyla uyanmayı. Çocukluk evim, Toros yaylaları, üniversitenin yemyeşil kampüsü, mahalledeki çamlık, arka balkona uzanan ıhlamur ağacı, derken ağaçsız sitelerdeki mekanik sesler... En son duyduğum kuş sesi, yoga dersinin sonunda, rahatlama ve meditasyon kısmında, CD’den dinlediğimiz orman sesleri arasından geldi. Ne hazin! Oysa, çam ağacına sırtını dayayıp oturdu mu insan, kokusunda eriyip gittiğini, tüm kötülüklerini toprağa akıttığını, otların arasındaki karıncayla bir olduğunu hisseder. Hele bir de serçeler, sığırcıklar, kuyruk sallayanlar şakımaya başladıysa, işte orası cennet dedikleri yerdir. Artık ne hırslar, ne zaman, ne gelecek kaygısı vardır. Sırtını dayadığı ağacın özsuyudur damarlarında akan, devasa bir bedenin içinde soluğu serçenin soluğuna karışır.

"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"

Buradan şehirlerimizi ağaçsızlaştımamıza, doğaya arkamızı dönerken ruhumuza da arkamızı döndüğümüze ya da hayatımızın ritmini klavyenin tuşlarına, saat alarmına, cep telefonu sesine göre ayarlamanın ürkütücülüğüne geçecek değilim. Ne de olsa bugün Cuma, neşeli yazılar yazma, pembe gözlükleri ofis çekmecesinden çıkarıp takma, haftasonu için hayaller kurma zamanı. E, hadi o zaman başlayalım. Hayallerimizin içinde kuş sesleri, çam ağaçları, sıcak çorbalar, sevdiklerimize sokulup kitap okumalar, sokaklarda soğuğu hissederek yürümeler, dans ve müzik de olsun. Üzmeyi, ezmeyi, huysuzlanmayı, azarlamayı, küsmeyi sandıklara kilitleyelim; varsayalım ki sihirli lambadan çıkan cin “Yapmaktan mutlu olacağın üç şey seç!” dedi. Evet, hadi seçin ve bu haftasonu kendinize seçtiğiniz mutluluk vericiyi armağan edin. Ben mi? Ben bu haftasonu için çocukluğumu seçtim. Yağmurlu günlerde yayladaki ahşap evin penceresine çenelerini dayayıp dağları seyreden üç kardeşin buluşmasını diliyorum. Gülsünler, sarılsınlar, şakalaşsınlar, birbirlerine iyi geceler öpücüğü verip uykuya göndersinler, gıdıklayarak uyandırsınlar diye diliyorum. Bir de uzun şamatalı bir Pazar kahvaltısı...

“Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”**


Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..


*Geyikli Gece, Turgut Uyar
**Kahvaltı, Cemal Süreya

3 Şubat 2011 Perşembe

Mısır


“Güneş Tanrısı ile Fırtına Tanrısı, benim tanrılarım ve kardeşimin tanrıları bizim güzel barışımızı gümüş tablet üzerinde sulh temini için yarattığımız güzel ilişkiye uygun olarak, bizim güzel kardeşliğimizi aramızda sonsuza dek geliştirsinler”*


Mısır halkı silkiniyor. Tunus’ta, gençlerin tutuşturduğu “Hayatım bana aittir, daha fazla sömürmene izin vermeyeceğim!” ateşi, çok sürmedi mutlakiyetle yönetilen Mısır’ın gençlerini sardı. Gençlerin enerjisi ve yaşama tutunma gücü, diktatörlerin yıllardır omuzlarından inmediği orta yaş ve üstü Mısırlılara yayıldı. Milyonlarca Mısır’lı devrim için, özgürlük ve adalet için günlerdir sokaklarda. Saltanatın, iktidarın gücü insana herşeyi görmezden geleceği bir hırs veriyor sanırım. Mübarek’de başkaldırıya “gitmeyeceğim, bu topraklarda öleceğim” diye karşılık verdi. Umuyordum ki, halktan insanların oluşturduğu ordu ve güvenlik güçleri, açgözlü iktidarın isteğine uyup halkın karşısında değil, onurluca yanında olsun. Ama ne yazık ki, az veya çok, güç, bir insana verildi mi, sahip olanı zalimleştiriyor. Şimdi Tahrir Meydanında kan, ölüm, savaş, isyan, sindirme, şiddet var. Korkuyorum. Tiananmen Meydanını hatırlıyorum.

Benim için Mısır Ramses ve Puduhepa’nın büyülü ülkesiydi. Nil nehrinin ve Piramitlerin besleyip koruduğu, bereketli, aydınlık, törensel topraklar... Hattuşa kralı III. Hattuşili’nin dönemdaşı Ramses’le savaşı, barışı ve dünyanın en eski yazılı anlaşması sayılan, orijinal tabletin iki metre boyundaki bakır kopyası New York Birleşmiş Milletler binasının girişine yerleştirilen Kadeş Anlaşması; papirüslerin üstünde akıp giden resim yazıları; kölelerin emeği ve zulümle yükselen piramitler; İskenderiye kütüphanesinin (1)muhteşemliği ve cahilce yok edilişiydi. Parlayan ve acı çeken... 2002 yılının Ağustos sıcağında, üç günlük bir iş gezisi için gittim Mısır’a. Şehri görmeye fırsat bulunamayan, ofislerde toplantılarla geçen iş gezilerindendi. Piramitlerin içine giremedim, sadece gece muhteşem bir dolunay eşliğinde, kahvemi içerken, piramitlerdeki turistik ışık gösterisini izleyebildim. Kahire arkeoloji müzesini gezerken hissettiğim heyecanı hatırlıyorum, nihayet antik Mısır, kitaplardan çıkıp gözlerimin önüne serilmişti işte. Ve elbette Nil, kıyısında uyuduğum, nemini, kokusunu duyduğum, yaşam veren kutsal ırmak... Kahire’de Nil’in iki yanından geçen cadde sabaha kadar hayat doludur. İnsanlar, gruplar halinde, bir şeyler atıştırıp, sohbet ederek, keyifle turlarlar. Gerçi sadece burası değil, Kahire’de her yer kalabalıktı, herkes konuşkandı, hep bir hareket vardı. Bu şehir, iş gezisi arasına sıkıştırılarak gezilemeyecek kadar genişti. Hem, İskenderiye’nin sokaklarında saatlerce kaybolmak isterken, sadece Akdeniz’in mavisine bakarak hızlıca yemek yemiş, uçağa yetişmek için gerisin geri dönmüştüm. İçinden geçip gitmek için değil, durup bakmak için tekrar gelmeliydim. Arayı fazla açmadan geri dönmeliydim Nil’in kıyısına. Dokuz yıl geçmiş. Şimdi Mısır silkiniyor.

Bizim medyadan değil de, uluslararası medyadan –özellikle El Cezire hızlı ve detaylı bilgilendiriyor- ve internetteki sitelerden takip ediyorsanız, silkinmenin gürültüsünü duymamış olamazsınız. İnsanların hayatlarına sahip çıkmak için bir araya gelmeleri heyecan verici. Diliyorum, Mısır özgür ve adaletle yaşayacağı günlere evrilir; diliyorum insanlar “Mübarek gitsin de...” derken istemedikleri bir başkasına gelsin demiş olmazlar.

*Hitit Çağında Anadolu kitabından, Mısır firavunu II. Ramses’in Hitit kralı III. Hattuşili’ye gönderdiği uluslar arası Mısır-Hitit Anlaşması ile ilgili mektup, Sedat Alp (Tübitak Yayınları)

(1)İskenderiye Kütüphanesi, M.Ö. 3. yüzyılın başlarında Mısır'ın İskenderiye kentinde Ptolemaios hanedanı tarafından kurulmuş olan antik kütüphane. İskenderiye Müzesi olarak bilinen araştırma enstitüsünün bir bölümü olarak inşa edildi.İnsanlık tarihinde meydana getirilmiş önemli eserlerden biridir. Eski kaynaklar, burada 150 bin cilt el yazması eserin toplandığını kaydeder (Wikipedia)

Görseller: www.istanbularkeoloji.gov.tr ve Google Image


Sevgili Okuyucular

Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..





2 Şubat 2011 Çarşamba

Ne yazmalı?-Doktor Who-Uzay, zaman ve olasılıklar-Shakespeare



“Ağır gözkapaklarım, yorgun gece içinde
Hayalinle apaçık kalsın, dileğin bu mu?
Sana benzer gölgeler, gözümle eğlensin de
Keyfince parçalayıp geçsinler mi uykumu?
Gönderdiğin, ruhun mu canevinden uzağa
İşlerime gözkulak olsun, düşürsün diye
Aylak saatlerimi, utancımı tuzağa:
Hasedine, kuşkuna yardakçılık etmeye?
Hayır, sevgin çoksa da büyük değil o kadar
Benim kendi aşkımdır vermeyen uyku durak,
İşte öz sevgim, dirlik düzenliğimi bozar
Senin uğruna bana hep nöbet tutturarak
Ben bekçinim, sen başka yerlerde uyanıksın:
Benden uzaksın, sana başkaları çok yakın.”**





Boyu kısa, yüksekliği fazla, “Ne yazmalı, niye bloğa yazmalı?” sorularının çınladığı, dalgalanmalarımın sebebi: huzursuz ruhum olduğu kadar, Rengarenk ve Siyah’ta yazmaya, içeriği önceden tasarlamadan “Bakalım sürekliliği olacak mı, nasılsa su akar yolunu bulur” deyip başlamam olsa gerek.

Artık, buraya yazmanın alışkanlığa dönüşmek üzere olduğunu söyleyebilirim. Uyumadan önce, sabah uyku mahmurluğunda, trafikte, yürürken...kafamın içinde kelimeler bir dağılıp bir toplanıyor. Henüz, baktığım, okuduğum, gördüğüm, duyduğum şeyleri anlatmak için not etmeye, kelimeleri evirip çevirmeye başlamadım. Yani gidecek uzun bir yolum, şimdilik o yolda dolanıp durmaya da hevesim var diyebiliriz. Rengarenk ve Siyah’ta, tiyatro ve kitaplar üstüne yazılar sanırım hep olacak. Hayalim sürekli yollarda olup, yolda olma/bulma/görme halini yazmak. Kim bilir belki bir gün o da olur. Ama şimdi: Ne yazmalı, niye bloğa yazmalı? Bu konu nerdeyse on gündür yeniden dönüp duruyor kafamda. Kendimi şöyle geniş, çok yolun başladığı/bittiği, yuvarlak bir meydanın ortasında bağdaş kurmuş hayal ediyorum. Hiç bir şey yapmadan sadece yollara bakıyorum. Gün doğumunda, gün batımında, tepemde yıldızlar, bomboş meydanda ben, karasızca yol seçmeye çalışıyorum. Belki de su akıp yolunu buluyor, ama ben suyun içinde olduğumdan farkına varmıyorum. Tarzını, konusunu, kelimesini, tınısını kendimin seçeceği bir akış, bir olma ve anlatma hali ama neyi?

Bu arada takılıp kaldığım diğer şey: zaman-uzay-evren-yaratılış teorileri kısmını bir türlü algılayamayıp tekrar tekrar okuduğum Stephen Hawking’in Herşeyin Teorisi kitabı. Hayal zaman, bizim algıladığımız zaman, Öklitin zaman-uzay kavramı, hayal zamanda evrenin başlangıcı, evrenin sınırları ve sonu... Konular soyutlaştıkça, algımda yankısı da soyutlaşıyor. Kuantum teorisindeki, mekan, zaman ve olasılıklara yeni alışmaya başlamış algım okudukça ne yerde ne gökte hiçlikte ve sonsuzda uçuşup duruyor. Üstüne kendimi unutup her hafta keyifle seyrettiğim Doktor Who da eklenince, gece yarısı “Evreka!” diye uyandım. ”Hergün bloğa yazı yazmak yerine, sadece Cuma günleri yazmalı. Böylece okuyanlar yazının yayınlanacağı günü beklerler, ben de rahat rahat Tardis’te yolculuk edebilirim. Yazılarımda da Tardis’le gittiğim yerleri yazarım.” Ne?! Rüyamda da mı?

Hawking ve zamanın efendisi (time lord) Doktor Who’nun gönlümü şenlendirdiğini bilen bir arkadaşım bu sabah, “Doktor Who senin ofise gelip Shakespeare okuyacak gibi geldi birden” diye mesaj atmış. Şu olasılıklar evreninde herşey mümkün. Tardis’le evrenler ve zamanlar arası dolaşıp bloğa yazı yazmak da, yakışıklı ve bilge Doktor’un ofise gelip bana Shakespeare soneleri okuması da. Ne dersiniz, ne yazmalı?

“Is it thy will, thy image should keep open
My heavy eyelids to the weary night?
Dost thou desire my slumbers should be broken,
While shadows like to thee do mock my sight?
Is it thy spirit that thou send'st from thee
So far from home into my deeds to pry,
To find out shames and idle hours in me,
The scope and tenor of thy jealousy?
O, no! thy love, though much, is not so great:
It is my love that keeps mine eye awake:
Mine own true love that doth my rest defeat,
To play the watchman ever for thy sake:
For thee watch I, whilst thou dost wake elsewhere,
From me far off, with others all too near.”*


Sevgili Okuyucular

taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..


*Sonnet 61, William Shakespeare
**Çeviri: Talat Sait Halman
Görseller : Google Image

1 Şubat 2011 Salı

“aynaya baktındı durup dururken”

Sevgili Okuyucular
Bloğumuz taşınmıştır. Yeni yazılara http://www.rengarenkvesiyah.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere..


“Susmanın su kenarındayız bugün
Ne kadar sevgiyle konuşsak —konuşuyoruz da—
Korkuyoruz gözgöze gelince Hilmi Bey
Korkuyoruz
Sanki gözler rakiptir de birbirine —öyle değil mi—
Ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz
Bir yokuştan bir yokuşa sürekli
— Nereye?
— Bilmem ki”

İnsan, hayatında ilk defa hastane sırasında karşılaştığı, muhtemelen de bir daha görmeyeceği birine, neden onunla aynı hastalığı çeken bir tanıdığının tam da iyileşti sanılırken aniden öldüğünü anlatır? Ya da başka bir insan, kedileri çok sevdiği, acı çekmesine hiç dayanamadığı söylenen biriyle tanıştırıldığında, neden konuyu bir şekilde bahçesine gelip civcivlerine saldıran kedilerin nasıl canını yakarak kaçırdığına getirir? Çocukken, sesizce birinin arkasından gelip “böhh!” diye bağırıp eğlenen erkek çocuklarının, büyüdüklerindeki “böhh!” deme şekli midir bu? Sakın yanlış anlaşılmasın, bu türde konuşmaları sadece erkekler yapmıyor, kadınlar da yapıyor. Ama erkekler konuyu dolandırıp, evirip çevirmeyi beceremediklerinden/ bilmediklerinden/tercih etmediklerinden, konuşma “böhh!” sesiyle sonlanıyor. Kadınlarsa anlık değil, zamana yayılan biraz daha arkasında planlamanın, hesap kitabın olduğu, korkutan değil acı veren, karşısındakinin içinde “ahh!” yankısı yapan cümleleri seçiyorlar.

Bu kötücül, fiziksel acı vermeyen ama insanın içine kurt düşüren cümleleri neden söyler insan? Konu konuyu çağrıştırdığından, patavatsızlığından, aklına ilk gelen ağzından çıktığından mı? Karşısındakinin yüzünde korkuyu, acıyı görmek, kendini korkudan uzak ve acısız hissettirdiği için mi? Belki de bu kadar iyi niyetli cevaplar aramaya gerek yok, bu kötücül cümleler insanın içindeki kötülüğün, acımasızlığın göstergeleridir. Bu örnekler kadar pervasızca olmasa da, hepimizin en az bir kez, hiç sebep yokken karşımızdakinin canını yakmışlığımız/korkutmuşluğumuz vardır ya da gelecekte olacaktır. Kanımca, arada bir içimize ayna tutup, hırslarımızı, nefretlerimizi, acılarımızı, kıskançlıklarımızı, sızılarımızı görmeli, içimizdeki kötücül tarafla yüzleşmeliyiz, sonra da sabırla, benliğimizi hırpalamadan, büyüyüp kötülüğe dönüşmeden temizlemeliyiz kötücül yanlarımızı.
“Aynaya baktındı durup dururken
Oteldeki büyük aynaya
Gözbebeklerin kırmızıydı —bir an—
Dönüyorlardı boyuna
Çıkarıp attındı onları
Denize attındı, anımsa
Bir çift balık olup geri döndüler
Ruhundaki külleri yaktılardı.”*

*Edip Cansever