5 Ağustos 2010 Perşembe

Yaşama Baktığımız Yer (3)

İnsan haftanın beş gününü sabahtan akşama kadar ofiste, bir bilgisayarin karşısında geçirince, dışarda devinen hayattan uzaklaşıyor. Çalan telefonlar, yazılması gereken e-postalar, hazırlanacak raporlar hayatın kendisi haline geliyor. Biz de tüm bu yapılması gereken işlerin efendiliğine boyun eğmiş, mekanik kölelere dönüşüyoruz.

Benim kölelik yaptığım yerin, neyse ki, uzaktan Haydarpaşa garını ve denizi gören, geniş ve açılabilir camları var. Böylece, günde bir kez bile olsa, yüzümü rüzgara verip on dakika meditasyon yapabiliyorum. Veya ince belli cam bardaktaki çayımı, martıları, bulutları ve sakin sakin kıpırdanan sokağı seyrederek içebiliyorum. Ama yine de, ruhum nasıl bunalıyorsa bu kıstırılmışlıktan, sürekli alıp başını gitme hayalleri kuruyor. Biliyorum, sanki çok uzun bir ömür yaşayacakmışım gibi, hayatımı ertelediğimi. Ömrümün yirmi yılını büyümek ve okumakla; diğer yirmi yılını bilgisyarın karşısında ofis hapsinde geçirdikten sonra geriye ne kalacak acaba benden? O zaman hayata yeniden başlamak diye bir şey var mı? Yani bu hayat dilim dilim de ben seke seke dilimden dilime mi atlayacağım?

Sistemin içinde, ofisin rutininde hayatı ıskaladığınızı düşünür müsünüz sizde? Bezginlikten veya yorgunluktan etrafımdaki mucizeleri görememekten; algımın daralmasından, hayatın sunduğu hediyelerin yanından geçip gitmekten korkuyorum. Evet evet, camı açıp hayata bakmalı, şimdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder