19 Ağustos 2010 Perşembe

Latin Edebiyatı : Manuel Rivas

Latin edebiyatına duyduğum ilgi Don Kişot’la başladı. Ve bir düre sonra Kolombiyalı yazar Marquez’le, Meksikalı yazar José Vasconcelos Calderón’la, Portekizli yazarlar Jose Saramago ve Fernando Pessoa ile, Arjantinli yazar Julio Cortazar'la, İspanyol şair Federico Garcia Lorca’yla ve Şili’li şair Pablo Neruda ile tanıştım. Masalla gerçek arasında gidip gelen, insanı bol öyküler; yalın, duygu yüklü, kışkırtıcı şiirler... Önceden, Latin edebiyatından bir yazar veya şairi okumak için, birinin beğenip çevirmesini beklemeliydim. Neyse ki artık öyle değil. Artık, yazılanları layıkıyla çevirecek kadar olmasa da, okuduğumu biraz sözlük karıştırarak anlayacak kadar yakınım bu masal diyarına. O zaman yelkenleri rüzgarla şişirip, yavaş yavaş dolaşmalı. Karşıma çıkacak hayalperestlerle tanışmalı ve serbest çevirilerle becerebildiğimce paylaşmalı.

İspanyol dilini öğrenirken ilk yoluma çıkan hayalperest, 1957 Coruna doğumlu Galiçyalı, şair, yazar, edebiyat eleştirmeni Manuel Rivas’tı. Yazı hayatına “El Pais”, “El Ideal Gallego”, “La Voz de Galicia” gazetelerinde makale yazarak başlamış. Türkçeye sadece, “Kelebeklerin Dili” (Doğan Kitap) öykü kitabı çevrilmiş. “Marangoz’un Kalemi”  ve “Kelebeklerin Dili” sinemaya da uyarlanmış. Her iki kitabındaki öyküler de, İspanyol İç Savaşı öncesinde ve/veya savaş sırasında geçiyor. Okuduğum öyküler, olayın etkisini ön plana çıkaran, tasvirlerde görselleştirmeyi kolaylaştıran, okuru “Acaba ben olsam ne yapardım?” diye içine bakmaya zorlayan, yalın bir dille yazılmıştı. 

Benim İspanyolca/Türkçe çevirimle, "Kelebeklerin Dili" öyküsünden bir bölüm :

----
     Ne dersin Pardal? Umarım sonunda bu yıl, kelebeklerin dilini görebileceğiz.
     Öğretmenim bir süredir devletin mikroskop göndermesini bekliyordu.
     Uzun uzun, bu aletin küçük ve görünmez şeyleri nasıl büyüttüğünü anlatırdı, bu sayede okula gelen çocukların gercekleri görebileceğini. Coşkulu kelimeleri, üzerimizde güçlü bir mercek etkisi yaratırdı.
     “Kelebeğin dili saat yayına benzeyen, kıvrık bir hortumdur. Eğer onu çeken bir çicek varsa, konar ve emmek için hortumunu batırır. Parmağınızı ıslatıp şeker kavanozuna batırdıktan sonra dilinizin ucuna dokundurduğunuzda ne hissedersiniz? İşte kelebeğin dili. ”
     Ve böylece hepimiz kelebekleri kıskanır olduk. Dünyayı rengarenk bayramlık kıyafetlerle dolaşıp, şurup fıçılarıyla dolu tavernalara benzeyen çiçeklere konmak... Ne harikaydı.
     Bu öğretmenimi çok seviyordum. Başlarda, annem ve babam buna inanamadı. Bana sorarsanız, öğretme- nimi ne kadar sevdiğimi hiç bir zaman anlayamadılar. Küçücük bir çocukken, insanlara kötü davranılan bir yerdi.
     “Okula gittiğin zaman gününü göreceksin!” Bu cümle, tıpkı bir saman çöpü gibi uçuşurdu havada. İki amcam da, diğer pek çok genç gibi, Fas’taki beş yıl savaşlarına katılmamak için amerikaya göç etmişti. Evet, el-bette ben de okula gitmemek için Amerikaya göç etmeyi hayal ediyordum.
     Aslında, bu eziyetten kurtulmak için kaçan çocukları anlatan hikayeler vardı. Mavimsi soğukta, konuşulmadan geçen iki üç gün, tıpkı Kurdun Yolu (Barranco del Lobo) kaçağınınki gibi.
     Altı yaşıma girmek üzereydim ve bu yaşıma kadar herkes beni Pardal diye çağırmıştı. Benim yaşımdaki diğer çocuklar çalışıyordu. Babamınsa ne toprağı vardı ne de hayvanları. Terziydi. Küçük dükkanında ayak altında dolaşmamdansa gözden uzak olmamı tercih ederdi. Bu yüzden günümün çoğu, çöp ve kuru yaprak toplayan Cordeiro ile Kavaklık’ta iz sürerek geçerdi. Bana takma adımı veren de oydu : “sen bir serçe* (pardal, gorrion) olmalısın”
     Sanırım okula başlamadan önceki o yaz koştuğum kadar hiç koşmamıştım. Deli gibi koşuyordum, bazen Kavaklık’taki limitimi geçip, bir gün tepsinden uçup Buenas Aires’e varacağımı hayal ettiğim Sina’yı görebildiğim kadar uzaklara. Ama asla bu sihirli dağın ötesine geçemedim. “Okula gittiğin zaman gününü göreceksin!” Babamın anlattıkları bir çeşit işkenceydi, ne resim, ne rüzgar ne de rahat diyemeyen, yani R leri söyleyemeyenlerin dilini öğretmen eliyle koparacaktı.
     Sanırım okula başlamadan önceki o yaz koştuğum kadar hiç koşmamıştım. Deli gibi koşuyordum. Bazen Kavaklık’taki limitimi geçip, bir gün tepsinden uçup Buenas Aires’e varacağımı hayal ettiğim Sina’yı görebildiğim kadar uzaklara. Ama asla bu sihirli dağın ötesine geçemedim. “Okula gittiğin zaman gününü göreceksin!” Babamın anlattıkları bir çeşit işkenceydi, ne resim, ne rüzgar ne de rahat diyemeyen, yani R leri söyleyemeyenlerin dilini öğretmen eliyle koparacaktı. “Her sabah kartal kalkar dal sarkar dal sarkar kartal kalkar” tekerlemesini söylecektik. Ve R leri söyleyemeyenler bu yüzden çok dayak yiyecekti.”
[* Çevirenin notu: Burda orjinal metinde “j” leri söyleyememe probleminden bahsediliyor. Ispanyol- ca da “j” genizden söylendigi için, “j”leri söyleyemeyenlerin bademciklerininin koparılmasından bahsediliyor, “r” olunca dili koparttım]
     Eğer istediği gerçekten beni korkutmaksa, bunu başarmıştı. Okula başlayacağım günden önceki gece hiç uyumadım. Yatağımda büzülüp eziyet çeken bir mahkum gibi salondaki duvar saatini dinledim. Gelecek olan gün kasabın önlüğü gibi belliydi. Eğer aileme hasta olduğumu söyleselerdi, bu yalan olmazdı.
     Korku, bir fare gibi bağırsaklarımı kemiriyordu.
     Ve altıma işedim. Hayır yatağımda değil, sınıfta işedim.
     Bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, o ılıklığı ve bacaklarımın arasından akıp giden utanç verici ıslaklığı çok iyi hatırlıyorum. Dışarıya çıkıp Kavaklık’a uçuncaya kadar, kimsenin benim varlığımı fark etmemesini umarak, sinmiş bir şekilde en arka sırada oturuyordum.
     “Evet, bakalım. Sen, ayağa kalk!”
     Kader daima tehlikeyi önceden haber verir. Gözlerimi kaldırdım ve dehşet içinde gördüm ki bu emir benim içindi. Böcek gibi çirkin öğretmen elindeki cetvelle beni gösteriyordu, ufak tefekti ama sanki Abd el Karim’in hayaletiydi.
     “Adın ne senin?”
     “Pardal”
      Bütün çocuklar kahkalarla gülüyordu. Kulaklarıma tenekelerle vuruluyormuş gibi hissettim.
     “Pardal?”
     Hiçbir şey hatırlamıyordum. Adımı bile. O zamana kadar kafamda olan herşey silinmişti. Annemle babam, hafızamanda kalan iki silik figürdü. Acı içinde, Kavaklık’ın ağaçlarını arayan gözlerle geniş pencereye bakıyordum.
     Ve işedikten sonra olanlar.
     Diğer çocuklar fark edince kahkahaları yukselip, birer kamçı gibi yankılandı.
     Koş. Fırla, kanatlanmış gibi, koş. Rüyadaymışım ve arkamdan iskelet kovalıyormuş gibi koştum, koştum. Kendimi, arkamdaki iskeletin öğretmen olduğuna ikna etmiştim. Arkamdan geliyordu. Ensemde, öğretmenin ve çocukların nefesini hissedebiliyordum. Tıpkı, tilki avındaki köpekler gibiydiler. Ama müzik kutusunun (müzikli tepe?) tepesine varıp, arkama baktığımda kimseyi göremedim, terden ve sidikten sırılsıklam, korkumla yanlızdım. Tepe boştu. Peşimden kimse yoktu ama herkesin beni izlediğini hissine kapılmıştım, pencerelerin arkasındaki onlarca kınayan göz ve fısıldaşan ağız haberi aileme yetiştirmekte gecikmeyeceti. Ayaklarım benim yerime karar vermişti, hiç olmadıkları kadar emin bir şekilde Sina’ya yürüyorlardı. Bu defa Coruna’ya kadar yürüyecek ve Buenos Aires’e gidecek olan gemilerden birine saklanarak denizden sınırı geçecektim.
     Sina tepesinden sonra denize ulaşılmıyordu. Tepenin arkasında, sarp kayalıklarıyla ulaşılmaz bir kale gibi duran daha büyük bir dağ vardı. O gün tepeye ulaştığmdaki hayretimi ve hayal kırıklığımı bugün bile hatırlıyorum. Ben tepede, yalnız başıma yıldızların altında bir taşa oturmuşken; vadide beni arayanların kandillerinin ışıkları, uçuşan ateş böcekleri gibiydi. Koşan köpeklerin ulumaları ve adım gecede yankılanıyordu. Etkileyici değildi. Korku sınırını geçmiştim. O yüzden, Corderio’nun kuvvetli gölgesi yanımda belirdiğinde ne ağladım ne de direndim. Beni ceketiyle sarıp, kucağına aldı.   
     “ Sakin ol Pardal, hepsi geçti.”
     O gece, anneme sokulup bir aziz gibi uyudum. Hiç kimse benimle uğraşmadı. Babam, tıpkı büyükannem öldüğünde yaptığı gibi; mutfakta dirseklerini muşamba masa örtüsüne dayayıp, deniz tarağından kültablasın-da izmaritleri biriktirerek, sessizce sigarasını içti.
     Annemin gece boyunca elimi bırakmadığını hissediyordum.
----

Meraklısı için yayınlanmış eserlerinin İspanyolca listesi:

Poems (Şiir)
• Libro de Entroido (1979)
• Balada nas praias do Oeste (1985)
• Mohicania (1987)
• Ningún cisne (1989)
• O pobo da noite (1996)
Novels (Öykü/Roman)
• Todo ben (1985)
• Un millón de vacas (1989), premio da Crítica;
• Os comedores de patacas (1991)
• En salvaxe compaña (1994)
• Qué me queres, amor? (1996)
• Bala perdida (1997)
• O lápis do carpinteiro (1998) The Carpenter's Pencil
• Ela, maldita alma (1999)
• A man dos paíños (2000)
• Galicia, Galicia (2001)
• As chamadas perdidas (2002)
• Contos de Nadal (2004)
• Os libros arden mal (2006): Books Burn Badly (2010)
Essays (Deneme)
• El bonsái atlántico (1994)
• El periodismo es un cuento (1997)
• Toxos e flores (1999)
• Galicia, Galicia (2001)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder