23 Ağustos 2010 Pazartesi

Evet, nasıl?

“Üç barış vardır: Birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır o. İnsan, kainatla ve kainatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini farkettiğinde, kainatın merkezinde Büyük Ruh'un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu farkettiğinde birinci barış sağlanmıştır. Bu gerçek barıştır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat hepsinden önce, anlamalısınız ki 'gerçek barış' dediğim birinci barış, insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış olabilir.” Kızılderili, Siyu Boyu


Nedir bizi bir ülkenin, bir şehrin, bir ailenin parçası yapan? Neyle bağlarız kendimizi, sevdiklerimizle mi, işimizle mi, yoksa sadece hissettiklerimizle mi? Sadece doğum mudur aidiyetimizin şartı? Bu sorular, başka sebeplerden, farklı zamanlarda dolanır kafamda. Tam cevabını bulduğumu düşünüp rahatladığımda, yeniden bulanıklaşmaya başlar. Her zaman alıp başımı gitmeyi, başka bir ülkede bir süreliğine yaşamayı, kendimi ordaki değişkenlere göre devindirmeyi hayal ederim. İçine doğduğum derede değil de başka bir su da yüzmek, bir süre. O suyun akışında/durgunluğunda kendimi tanımak, aidiyetlerimi sınamak... Ne zaman bu hayal kuvvetlense, bu ülkeden ayrılmamak için sıraladığım sebepleri –kimi arkadaşlarıma göre bahanelerimi- daha çok sahipleniyorum.

Darbesi, işkencesi, korkusu, insanların dinine ırkına cinsiyetine düşüncesine göre sürekli ötekileştirilip diğerine düşmanlaştırılması, konuşmaktan öte bu ülke için bir şey yapmaz görünen –yapıyorsa bile külhanbeyi hitapları arasında kaynayıp giden- her görüşten politikacısı, bir yolunu bulup politikacıyla ahbap çavuş ilişkisine giren kurnaz tüccarımsısı, on yılda bir tekrarlanan darbelerle sindirilmekten öte nerdeyse tamamen asimile edilmiş muhalifi, bazen bir günde bile bir kaç kez değişen suni gündemi... hatta çeşmeden akan içilmez suyu, yenilendiğinin haftası dolmadan çöken seçim yatırımı uyduruk asfaltları, kazancın yenilen içilenin çoğunun vergi olarak ödenmesine rağmen layıkınca alınamayan sağlık ve eğitim hizmetleri... ile gelecek için umut etmek, güzel hayaller kurmak ve bugünü güven içinde huzurla yaşamaktansa, “Allah’ım bunların hepsi bir kabus ve ben birazdan uyanacağım di mi?” diye dolanıp durduğum/uz bir ülke. Peki, neden o zaman hala burdayım? Bu kabus duruma bağımlı mı ruhum? Yoksa...

Burda her gün hayalkırıklığına uğrasam da, bırakmak istemeyecek kadar sevdiğim şeyler var. Mesela... Kendi dilimde derdimi anlatmanın keyfi. Her halimi sakınmadan gizlemeden paylaşabileceğim dostlar. İnce belli bardakta yüzümü güneşe dönüp içtiğim taze demlenmiş çay. Türk kahvesinin mis kokusu. Elindeki simiti paylaşan tanımadığım bir yüz. Macahel’de ruhumu yıkayan Maral Şelalesi. İçine doğduğum suyun kokusu, tadı. Ne kadar sürerse sürsün, bir gün bu ülkede de, insanların birbirini doğuştan gelen farklarına göre –renk, din, ırk, cinsiyet, zeka- ötekileştirmeyeceği umudu. Bilmem, belki biraz da başka bir hayata geçişin korkusu.

Sanırım benimkisi, gerçekten bu ülkede öteki olmayan, dile, dine, eğitime, doğum yerine vs bakıldığında çoğunluğa dahil olan, sadece etrafında olup biteni görerek üzülen/ruhu yorulan konformist bir küçük burjuvanın sızlanışı.

O yüzden asıl soru, “Bir ülkede azınlık olarak doğmuş –renk, dil, din, cinsiyet, dünyaya bakış- veya o ülkeye kendi ülkesini bırakıp gelmiş, bir ömür boyu çalışmış, vergi ödemiş insanlara nasıl kendilerini yaşadıkları ülkenin ve şehrin parçası hissettirilir?”

Evet, nasıl?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder