8 Eylül 2010 Çarşamba

"Sait Faik İçin"

<<
Yaşı kırkı geçti. Geçti ya, on beş yıldan fazla bir zamandan beri adı genç hikayeci diye anılır. Bizim de, hala, genç şair diye anııldığımız gibi. Geçelim…

Bu yazımda neyi anlatmaya çalışacağım? Sait Faik’i mi? Buna pek lüzum yok sanıyorum. Öyle ya, adı sanı duyulmadık bir yazar değil ki. Onu Yaprak okuyucularının hepsi tanır. Bu yazım, olsa olsa, onun yeni çıkmış kitabından haber vermeye yarayacak. “Eh! İşte söyledin söyleyeceğini; bir de kitabın adını ver, yeter.” Diyeceksiniz. Bir bakıma doğru. Bu kitaptaki hikayelerin özellikleri de eski kitaptaki hikayelerinin özelliklerinden pek farklı değil. Ama ne yapalım ki adet olmuş; bir kitaptan bahsederken birkaç da söz söylemek gerek. Yalnız bu iş, Sait Faik’ten bahsedildiği zaman tehlikeli bir iş olabilir. Güçtür çünkü Sait Faik’ten konuşmak; hoşlanmayabilir. Kendisi de bir hikayesinde yazmış ya “Hikayelerimi beğenmezler, üzülürüm; beğenirler, kızarım.” diye. Öyledir, gerçekten.

Ama bırakalım biz onun hırçınlıklarını bir yana da bildiğimizi okuyalım. Gerçi Sait’i sevenler, beğenenler çoktur; bununla beraber sevmeyenler, beğenmeyenler de yok değildir. Mesela derler ki: “Çok savruk. Yazdığını okumuyor. Bir yazar, okuyucunun karşısına çıkarken, kendine biraz çeki düzen verir. Okuyucuya biraz saygı gösterir. Mecburdur buna.” Sait Faik için söylenen sözlerin, galiba en haklısı bu. O savrukluğu sait’te zaman zaman ben de görüyorum. Bir cümlesini anlayabilmek için uzun uzun düşündüğüm oluyor; “Şu cümleyi şöyle kursaydı daha iyi ederdi…” dediğim oluyor. Oluyor ya, bir yandan da biliyorum onun ileri bir dil anlayışına vardığını. Bir sanatkara, fesli redingotlu Babıali dilinin yakışmayacağını anlamış bir yazar, bir sanatkarın halkın dilinden, konuşma dilinden faydalanması gerektiğine inanmış bir yazar olduğunu biliyorum. Onun, dili, tadı tuzu kalmamış, beylik kalıplardan kurtarmaya çalıştığını. Kelimelerle değil de halk dilindeki cümle oyunlarıyla, türlü evirip çevirmelerle zenginleştirmeye çalışıyor. Ama bunu her zaman beceremiyormuş, ne yapalım? Biz beceriyor muyuz sanki? O da bana kaç defa çıkışmıştır. “Böyle kelime kullanılır mı? Böyle Türkçe yazılır mı?”diye. Çoğu zaman hakkı da vardır.

Bir de onun avare, başıboş bir hayat sürüşüne, kahramanlarını da hep o hayatın içinden seçişine tutuluyorlar. İyi ama, ya aradığı insanı o hayatın içinde buluyorsa? Hem Sait Faik’i sırf bu bakımdan beğenenler de az mı?

Kahramanlardan söz açtım da aklıma bir şey geldi. Bir aralık bir yazar ona, gene bu konuda, büsbütün tersine ispatla çatmıştı. Üniversitede edebiyat okutan, ünlü gazetelerimizden birinde de makaleler döktüren, saçı biraz uzun, aklı biraz kısa bir bayandı. Kibar bir bayandı ama! Sait Faik’in kahramanlarını, aşağı tabaka dedikleri, ayak takımı dedikleri, halkın içinden seçmesini hoş görmüyordu. Bayağı buluyordu o işi. O bayan, üşenmese de şu son kitaptaki Baba-Oğul adlı hikayeyi bir okusa. Belki Sait Faik’in, insanı onlar arasında aramasının sebebini bir parçacık anlar. O hikayenin konusunu okuyucularıma kısaca anlatayım :

Bir gazete müvezziinin iki çocuğu varmış. Biri mahalle çocuğu imiş, bir türlü okumuyormuş; öbürü kibar olmak sevdasındaymış, uslu uslu mektebine gidiyormuş. Müvezziin ümidi de o kibar çocuktaymış. Mahalle çocuğu okuyamadığı için gazete müvezzii olmuş, kibar çocuk okumuş. Tıbbiyeyi bitirmiş. Avrupa’ya gidip gelmiş, yurda da büyük bir doktor olarak dönmüş. Dönmüş ama, ne fayda? Külüstür bir gazete müvezzii olan babasını tanımamış bile. Babasına gene, kendisi gibi gazate müvezzii olan çocuk, o okumayan mahalle çocuğu bakmış.

Babası, öbür oğlan için “doktor oldu ama adam olamadı” diyor, hakkı yok mu?

Sair Faik’in anlattığı kibar çocuğu da sevemiyoruz. O da sevmiyor zaten. Sevmiyor sınıfını inkar eden, ona bağlanamayan çocuğu. Bu, kolay kolay küçümsenecek bir şey değil. Muhakkak ki, sınıfını inkar eden kişi, babasını inkar edenden daha kötü kişi. Az mı böyleleri aramızda?

“Peki” diyeceksiniz, Sait Faik o doktor çocukları sevmiyor da kimi seviyor? Açın aynı kitabın elli dördüncü sayfasını. O sayfada “Kınalıada’da bir ev” adlı bir hikaye başlıyor. O hikayede, yazar, uzaktan uzaktan tanıyıp da hoşlanıverdiği bir kızdan bahsediyor. Bilmiyor kızın nenin nesi olduğunu; ama, kendi kendine, şöyle tahminler yürütüyor; diyor ki :

“Küçük kaplamaları simsiyah kesilmiş bir ahşap evde otuduğunu sanıyorum. Evin alt katında kendileri oturur,üst katını yazın kiraya verirler. Arkadaşım dediğim kızın kendi başına bir odası yoktur.

Onu vapurda, ikinci mevkiin tahtaları üzerinde Rumca konuşurken dinlerim.”

Demek Sait Faik, sevdiği insanı, ihtiyar müezziin doktor olmuş oğluna benzeyen kimseler arasından seçmiyor. Fakir fukara arasından, kara ahşap evlerde oturan, geçinebilmek için evlerin iki odasını kiraya veren, bir saatlik vapur yolculuğunu ikinci mevkiin tahtaları üzerinde geçiren kimseler arasından seçiyor.

Şimdi meseleyi daha bir kendimize göre kapatayım. Daha doğrusu Sait Faik için kendime göre bir hüküm vereyim. Hani bir fil hikayesi vardı; körlere filin türlü yerlerini tutturmuşlar da sonra “Anlatın bakalım nasıl hayvanmış şu fil?” demişler. Bacağını tutan “fil bir direktir” demiş, kulağını tutan “ fil bir kumaştır” demiş, dişini tutan “fil bir kemiktir” demiş; benimki de biraz ona benzeyecek. Yazıma başlarken Sait Faik’in gençliğinden, ihtiyarlığından bahsettim. Sonra da muhabbetle anlattığı kahramanlardan birinin bir mahalle çocuğu olduğunu söyledim. Mahalle çocuğu, Sait’in hikayelerinde bir iki tane değilidir; bir çoktur. Bunu, onun bu yaşa kadar değilmemiş mizacına veriyorum. Bence Sait Faik ne genç hikayecidir, ne ihtiyar. Bence o, kırkını aşmış bir mahalle çocuğudur.

Ama sakın bu hükmü onu kötülemek için söylenmiş bir söz sanmayın. Çocuk deyişim ona gençlikten daha genç bir yaş biçişimden, mahalle çocuğu deyişim de onu, ekseri mahalleden yetişenler gibi, halktan bir insan, halka bağlı bir insan sayışımdan ileri gelir.>>

Orhan Veli Kanık, Yaprak, sayı:19, 1950
Orhan Veli, Nesir Yazıları - Varlık Yayınları

Not : Fotoğraftakiler sırasıyla; Sait Faik, Orhan Veli, Sabahattin Eyüboğlu

2 yorum:

  1. Fotoğraftakilerin en sağındaki Sabahattin Ali değil, Sabahattin Eyuboglu'dur. Yazının sonundaki Not'ta yer verilen isimlerde düzeltilmesini rica ederim. Saygılarımla.

    YanıtlaSil
  2. Düzeltme için teşekkür ederim. Konuyu takip ederken adımı yazmadığımı fark ettim, şimdi belirterek bu eksikliği gidereceğim, özür dilerim.

    Ayrıca öğrenmek istediğim bir şey var; dün Facebook sayfanıza dahil oldum, ancak eski-yeni karışıklığını çözemediğim için ayrıldım. Facebook'ta halen bir sayfanız var mıdır?

    Saygılarımla,
    İnci Eyüboğlu Yazıcı
    incieyuboglu@yahoo.com.tr

    YanıtlaSil